Zühd, Muhabbet ve Metânet Timsâli İMAM AHMED BİN HANBEL -rahmetullâhi aleyh-

Ebedî Fecre

-Tarihe Yön Veren Zirve Şahsiyetler; Gönüllere Taht Kuranlar-

Yıl: 2010 Ay: Ağustos Sayı: 66

HADÎS-İ ŞERİF BEREKETİ

İslâm medeniyetinin yetiştirdiği büyük muhaddis ve fakihlerden, mezheb imamlarının dördüncüsü Ahmed bin Hanbel; aynı zamanda veciz, özlü ve hikmetli sözleriyle de mâruf idi. Ömrünü Allah Rasûlü’nün mübârek sözlerine vakfetmesi ve hayatını da o ölçüler ile yaşaması neticesinde, kendi sözleri de kıymet ve derinlik kazandı. İşte o tavsiyelerden birkaçı:

“İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfî gelmez.”

“Tevekkül; bütün işlerinde Allah Teâlâ’ya teslim olmak, başa gelen her şeyi O’ndan bilip katlanabilmektir.”

“Kulun kalbini ıslah etmesi, düzeltmesi, feyiz ve huzûra kavuşturması için; sâlihlerle beraber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Diğer taraftan kulun fâsıklarla beraber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar da zararlı bir şey yoktur.” (Zihnî beraberlik, kalbî beraberliği hâsıl eder.)

“Bir kimse, sâdık bir arkadaştan mahrum kalırsa kendisi için büyük bir kayıptır.”

“Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır.”

“İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş; gerçek arkadaş değildir.”

“Yemeği, din kardeşleriyle sürûr içinde; fakirlerle, ikram ve cömertlikle; diğer insanlarla da mürüvvet içinde yemek lâzımdır.”

“Değerli bulduğunuz hayırları, araya bir engel girmeden yapmaya bakın.”

“İhlâs, amellerin âfetlerinden kurtulmaktır.”

“Hüsn-i zan sahibinin hayatı hoş geçer.”

“Günahlar îmânı zayıflatır.”

“Yalan söylemek, emniyeti giderir.”

“Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Hâlık’tan râzı olmak, kadere rızâ göstermektir.”

“Kibir taşıyan kafada, akla rastlayamazsınız.”

“İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin methedilmesinden hoşlananlarıdır.”

“İlim; insanlara, ekmek ve su kadar lâzımdır. İlim; sadece rivâyet, kuru mâlûmat ve zihinde yığılan bilgi yükü değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.

(Tatbikata geçmeyen ilim, Allah Rasûlü’nün ifadesiyle;

عِلْمٌ لَا يَنْفَعُ / faydasız ilimdir.)”

“Meziyet; ancak fazîlet, ilim ve irfan tamamlığı iledir.”

Devrinin âlimlerinden Ali el-Medînî, Ahmed bin Hanbel –rahmetullâhi aleyh-’den kendisine bir tavsiyede bulunmasını talep edince; Ahmed bin Hanbel Hazretleri, kendi hayatının da düsturu olan şu sözleri söyledi:

AZIĞIN TAKVÂ OLSUN!

“Azığın takvâ olsun, âhiret hep gözünün önünde bulunsun!”

Ahmed bin Hanbel; çok küçük yaşta iken yetim kalmıştı. Tahsil ve terbiyesiyle annesi ilgilendi. Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Ahmed bin Hanbel, başta hadis ve kıraat olmak üzere pek çok sahada âlimlerin ve tasavvufta yetişmiş büyük zâtların bulunduğu Bağdat’ta yetişti.

Şehrinin âlimleriyle yetinmeyen Ahmed bin Hanbel, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadislerini ezberlemek aşkı ve ilim iştiyâkıyla pek çok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pek çok meşakkate katlandı. Bir bineğe dahî mâlik olmadığından, bu ilim yolculuklarında kitap heybelerini sırtında taşırdı. Hadis âlimi Abdürrezzak bin Hemmâm’dan istifade etmek için Yemen’e yaptığı ilim yolculuğunda ise; yeterli imkânı olmadığı için, kervancıların yanında deve bakıcılığı yapmak mecbûriyetinde kalmıştı.

Bütün bu gayret ve mihnete, ecrini Allah’tan bekleyerek katlanıyordu.

Bir defasında onu tanıyan biri, ezberlediği hadîs-i şerîfin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek;

“Bir Kûfe’ye, bir Basra’ya gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?” deyince, Ahmed bin Hanbel, İslâm’ın beşikten mezara ilim tahsili prensibini kendine şiar edindiğini gösteren şu cevabı verdi:

«HOKKA VE KALEM İLE MEZARA KADAR…»

Hakikaten Ahmed bin Hanbel Hazretleri kırk yaşına kadar talebeliğe devam ettikten sonra da, hadîs-i şerif okutmak sûretiyle ilimle meşgûliyetini sürdürdü. Hâliyle Allah Rasûlü’nün edebini ve ahlâkını sergilerken, kāliyle de Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hadislerini, sayısı beş bini bulan talebelerine aktarıyordu.

Talebelerin kimisi onun meclisine; ilminden istifade etmek için bir mektep olarak, kimisi de hâliyle hâllenmek için bir dergâh olarak devam ediyordu. Bir talebesinin ifadesiyle onun ilim meclislerinde uhrevî âlemin zevki hissedilirdi. Bu mâneviyat, büyük imamın ihlâs ve takvâsının neticesi idi. Gece ibâdetini hiç bırakmayan, her gün Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okumayı îtiyâd edinen, cihad sevabından mahrum olmamak için bir müddet hudut boyunda ribat ve muharebelere katılan İmâm-ı Ahmed; ilmini amel ile, amelini de ihlâs ile taçlandırmış ne güzel bir kuldu!

Sık sık büyük velî Bişr-i Hafî’nin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam mânâsıyla ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri dediler ki:

“–Ey İmam! Sen, Kur’ân ve Sünnet ilimlerinde müctehid bir âlimsin. Buna rağmen böyle sıradan bir insanın yanına gidip gelmenin nasıl bir hikmeti var?”

Büyük imam şu cevâbı verdi:

“–Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o, Cenâb-ı Hakk’ı benden daha iyi bilmekte ve tanımakta, yani «mârifetullah»taki nasîbi benden daha ziyadedir…”

İçinden çıkamadığı bazı meseleleri Allah dostlarından Mârûf-i Kerhî’ye müracaat edip ondan sorardı. Bunun sebebi sorulunca, Fahr-i Kâinât Efendimiz ile ashâbı arasında geçen şu hâdiseyi misal verirdi:

Sahâbe efendilerimiz, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! Aradığımız husûsu Kitap ve Sünnet’te bulamadığımız takdirde ne yapalım?”

Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi:

“–Onu sâlih kimselerden sorun! Onların istişâresine arz edin!”

Ahmed bin Hanbel Hazretleri de diğer mezheb imamlarımız gibi, mânâ ehlinin kıymetini takdir etmiş, mâneviyat kevserinden de kana kana içmişti. Böylece tezkiye ve tasfiye neticesinde ahlâkî hasletleri daha berrak, hâlis ve rakîk hâle gelmişti.

Onun birçok ahlâkî hasleti içinde, o bilhassa; kanaat ve tevekkül ehliydi;

ZÜHD VE FAKR
KAHRAMANI

Gönlü kanaat hazinesi ile zengindi fakat maddî açıdan fakirdi. Babasından kalan dokuma tezgâhının kirasından aldığı para maîşetine yetmediği için; bazen ücretle kitap istinsâh eder, bazen kemer dokur, bazen de hanımının eğirip dokuduğu kumaşı satardı. Ekinler biçildikten sonra tarlalarda kalan döküntüleri diğer ihtiyaç sahipleriyle birlikte topladığı bile olurdu. Evinde yiyip içecek bir şey bulunmadığı zaman üzülecek yerde sevinir, ekmek kırıntılarını ıslatır, üstüne tuz döküp yerdi. Yediği azıcık şey için;

“Fânî hayatın yolcuları için bunlar bile çok.” derdi. Pahalı yiyeceklere iltifat etmez, bunlar kendisine ikram edildiğinde bile ya biraz tadar veya hiç yemezdi.

Onun günlük hayatında kifâf-ı nefs kadarıyla yetinmeye çalışmasının mânevî sebebi; bedenini dizginleyerek kalbini kanatlandırmak idi. Zira insan; yiyip içtiğinden ve arkadaşından, mânevî açıdan büyük tesirler alır.

Ebû Hafs Ömer bin Sâlih Tarsûsî isimli velî bir zât, Ahmed bin Hanbel’e şu suâli tevcih etti:

“–Kalpler ne ile yumuşar?”

İmam, başını eğip biraz düşündükten sonra;

“–Evlâdım! Helâl yemekle yumuşar.” dedi.

Ahmed bin Hanbel Hazretleri; zühd ve kanaat yanında istiğnâ ve tevekkül, yani kimseye el açmadan yalnız Allâh’a dayanmak noktasında da emsalsizdi. Sadece idarecilerin değil; hocalarının ve sevenlerinin yardım tekliflerini de kabul etmez, alın teriyle kazandığı birkaç lokma ile iktifâ ederdi. Pek çok âlimin hediyeleri geri çevirmediğini dile getirerek, kendisine sitem eden oğluna şu âyet-i kerîmeyi okumuştu:

وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَاَبْقٰى

“…Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” (Tâhâ, 131)

Dünya nimetlerini nefsin arzusuna râm etmemek hususunda çok hassas olan İmâm-ı Ahmed; zühd ve takvâ konusunda bu derecede dikkatli olduğu hâlde, mahviyet ve tevâzu içinde yaşar, selefi olan İslâm büyüklerinin fazîletlerini sık sık hatırlatır;

“Onlar nerede, biz nerede!..” diyerek hayıflanırdı.

Eşya olarak eski bir hasır ile basit birkaç çanak çömlekten başka bir şeyin bulunmadığı evinde misafir ağırlar, onlara kuru ekmek ikram eder; daha fazlasını yapamadığı için de gönüllerini alırdı. Eline geçen üç-beş dirhemi ise derhâl, muhtaç yakınlarına veya kendisinden yardım isteyenlere verirdi.

Ahmed bin Hanbel Hazretleri; zühd ve fakrı zâhiriyle yaşadığı gibi, bâtınıyla da hayata geçiriyordu.

ZÜHD NEDİR?

Nitekim kendisine;

“–Zühd nedir?” diye sorulunca şu cevabı verdi:

“–Zühd üç türlüdür;

Birincisi câhil halkın zühdüdür ki haramları terk etmekten ibarettir.

İkincisi, âlimlerin zühdüdür, o da helâl olanların fazlasından sakınmaktır. Riyâzat ile onları asgarîde, yani yalnız ihtiyaç çerçevesinde kullanmaktır.

Üçüncüsü ise âriflerin zühdüdür, Allah Teâlâ’yı unutturan her şeyi terk etmektir.”

Onun zühd ve tevekkülü; dünya için çalışmayı terk edip, insanlara el açan miskinlerin tuttukları yoldan münezzeh idi. Çünkü gerçek zühd, malın olmaması değil malın gönle dolmaması idi. Nitekim bir gün kendisine;

“–Zenginlik mi yoksa fakirlik mi üstündür?” diye sorulunca şöyle cevap verdi:

“–Pazara müdâvim ol (ticaret yap), halktan istiğnâ et. İnsanlara karşı müstağnî davranmak kadar büyük bir fazîlet bilmiyorum.”

Halka karşı müstağnî, Hakk’a karşı fakir olan Ahmed bin Hanbel’in fârik bir diğer husûsiyeti de; mübârek hadisleriyle meşgul olduğu Allah Rasûlü’ne müstesnâ bir muhabbet ile bağlılığıydı.

TEBERRÜK ŞİFÂSI

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyduğu muhabbet, Ahmed bin Hanbel’i selef-i sâlihînin büyük hadis üstadlarından biri hâline getirmiş ve bu sahada pek çok kıymetli eser bırakmasına vesile olmuştur. Onun Fahr-i Kâinât Efendimiz’e beslediği muhabbeti aksettiren şu teberrük misalleri ne kadar ibretlidir:

Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah anlatıyor:

“Babam, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öperdi. Babamı, Allah Rasûlü’nün saç telini gözünün üzerine koyarken de görmüşümdür.

O, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi.

Bir gün babam; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in su kâsesini aldı, sonra onu geniş bir kap içinde yıkadı ve o sudan içti.

Yine o; şifâ niyetiyle Zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212)

İmam Ahmed bin Hanbel’in Allah Rasûlü ile kalbî irtibatı öyle bir kıvâma gelmişti ki, onun üç hadîs-i şerîfi bizzat Rasûlullah Efendimiz’den rüyasında aldığı rivâyet edilmiştir.

Onun bu yüksek muhabbeti, ona bir vazife yükledi;

ÎTİKĀDI MUHAFAZA
ÇİLESİ

Felsefeyle aşırı meşgûliyet, aklı vahyin üstüne çıkarmak gibi fecaatler neticesinde; İslâm âleminde ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinin dışına çıkan birtakım sapık fırkalar zuhûr etmişti. Bunlardan biri olan Mûtezile; Ahmed bin Hanbel’in devrinde, Abbâsî halîfelerini tesiri altına aldı. Bâtıl fikirlerle zehirlenen idareciler; mevkilerinin gücünü kullanarak, bütün âlimleri zorla sorgudan geçirmeye, kendi fikirlerini onlara zorla kabul ettirmeye başvurdular. İslâm tarihinde, «mihne» adı verilen bu çileler karşısında pek çok âlim; zulüm ve baskıdan kurtulmak için, sûretâ onların söylediklerini ikrâr etmiş iken; Ahmed bin Hanbel –rahmetullâhi aleyh- sözünü eğip bükmedi, kalbî kanaatini olduğu gibi beyân etti.

Bu hâdisenin evveliyâtını İmâm-ı Şâfiî’nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman şöyle anlatır:

Bir gün İmam Şâfiî bana;

“–Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel’e götür ve sonra da cevabını getir.” dedi.

Ben de mektubu aldım ve Bağdat’a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Sabah namazını arkasında kıldım. İmâm-ı Ahmed, mihraptan ayrılınca kendisine yaklaşarak mektubu takdim ettim:

“–Bu, Mısır’dan kardeşiniz İmâm-ı Şâfiî’nin size göndermiş olduğu mektuptur.” dedim.

Bana, mektubun muhtevâsını bilip bilmediğimi sordu. Ben de bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel, mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine;

“–Ey İmam! Hayırdır inşâallah! Mektupta ne yazıyor?” dedim.

Anlatmaya başladı:

“–İmam Şâfiî rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmüş. Allah Rasûlü ona;

«–Ahmed bin Hanbel’e bir mektup yaz ve benden de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan; ‘Kur’ân mahlûktur (!)’ demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allah, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir.» buyurmuş.”

Ben;

“–Yâ İmam! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir!” dedim.

Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi.

Ahmed bin Hanbel’in cevâbî mektubunu aldıktan sonra Mısır’a döndüm. Mektubu İmâm-ı Şâfiî’ye takdim ettim. Bunun üzerine İmam Şâfiî bana;

“–Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki, biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” dedi.

İşte ihlâslı, takvâlı âlimlerin birbirlerine tesânüd ve muhabbetleri…

İşte onların Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlılıkları…

Rüya gerçekleşti, İmâm-ı Ahmed; pek çok âlim gibi «Kelâ-mullâh»ın mahlûk olduğunu söylemeye zorlandı. Çokları çeşitli tevillerle takibattan kurtuldu. Fakat Ahmed bin Hanbel, «evliyâullah»tan Bişr-i Hafî’nin ifadesiyle, peygamber sabrı gösterdi, atıldığı ateşten has altın olarak çıktı.

PEYGAMBER SABRI

O, inandığından taviz vermedi. Bu uğurda günlerce kırbaçlandı, ellerinde kelepçelerle Bağdat’tan tâ Tarsus’a yürütüldü. Yirmi sekiz ay hapsedildi. Sonra da göz hapsinde tutuldu. Ders vermesine, hadis okutmasına mânî olundu…

O, bütün bu işkencelere ve çilelere; İslâm’ın izzetini, ilmin haysiyetini kaba kuvvet karşısında korumak için katlandı.

Şurası gerçek ki;

Dört mezheb imâmımızın her birinin zamanlarındaki hükûmetlerle yaşadıkları sürtüşmeler ve çektikleri çileler; yüce dînimizin, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emânet ettiği gibi yarınlara ulaşması uğrunda idi.

Eğer Ahmed bin Hanbel, gafiller gibi boyun eğse idi; -Allah muhâfaza- ehl-i sünnet îtikādı zaafa uğrayacak, zalim idarecileri tesiri altına alan bâtıl bir fırkanın bütün görüşleri adım adım resmiyet kazanacaktı.

Ahmed bin Hanbel Hazretleri bu çileleri çekti. Fakat ümmetin hissiyâtına tercüman oldu. Metâneti ve cesaretiyle kalpleri fethetti. Kendisi hiç istemese de şöhreti bütün İslâm âlemini tuttu. Zorbaları tek başına dize getirdi.

O; şöhreti de bir mihnet, bir belâ sayıyor; mütevâzı şahsiyetiyle, Mekke’nin bir mahallesinde tanınmadan yaşamayı arzu ettiğini söylüyordu. Fakat Allâh’a ve Habîbi’ne muhabbeti sayesinde, Cenâb-ı Hak, onu kullarına sevdirdi.

Öyle ki vefât ettiğinde cenâzesi bu muhabbetin, üstü örtülemez bir şâhidi oldu:

HİDÂYETE VESİLE OLAN CENÂZE

Ahmed bin Hanbel Hazretleri’nin cenâze namazını kılmak üzere Bağdat’a çevre beldelerden de insanlar sel gibi akın etmişti. Cenâze namazında binlerce mü’min bulundu.

O gün şehirdeki yahudi ve hıristiyanlardan pek çok kimse, bu fevkalâde cenâzeyi görerek müslüman oldu.

Yetiştirdiği oğulları, onun Müsned’ini ve mezhebini yaşattılar. Yaşayan ve müntesipleri bulunan dört hak mezhebden biri olan Hanbelîlik, Ahmed bin Hanbel’in görüşleri etrafında oluştu.

Zühd, takvâ, istiğnâ, metânet ve muhabbet âbidesi olan bu büyük âlimin de ömrü ilim ve irfanda sadaka-i câriye mâhiyetinde hizmetlerle geçti.

Cenâb-ı Hak; bizleri, İslâm’ı muhabbetle yaşayan ve onu salâbet ve metânetle koruyan kullarından eylesin. Bizleri Habîbi’ne muhabbetle bağlı ümmet, zâtına takvâ ile âbid kullar eylesin!

Hulûliyle müşerref olacağımız bu Ramazân-ı şerif hürmetine bizleri, dünya ve metâına aldanmaktan, âhiret ve mükâfatlarını kaybetmekten muhafaza buyursun.

Âmîn!..