Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Nisan, Sayı: 230
ÇOK BÜYÜK BİR KISMET…
Dımaşk’ta bulunan Ebu’d-Derdâ Hazretleri’ne Medîne-i Münevvere’den bir zât gelmişti.
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-;
“–Ey kardeşim, seni buralara kadar getiren nedir?” diye sordu.
Medine’den gelen kimse şu cevabı verdi:
“–Bir hadîs-i şerif!..
Bana ulaştığına göre sen o hadîsi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet ediyormuşsun. (İlk râvîden dinlemek için geldim.)”
“–Herhangi bir ihtiyaç için gelmedin mi?!.”
“–Hayır.”
“–Ticaret için de mi gelmedin?!.”
“–Hayır.”
“–Sadece o bir tek hadîs-i şerîfi öğrenmek için geldin, öyle mi?!.
Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
«Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ ona cennet yolunu kolaylaştırır.
Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hattâ sudaki balıklar bile âlimlerin affedilmesi için Allâh’a yalvarırlar.
Bir âlimin; sadece ibâdetle meşgul olan bir kimseye üstünlüğü, on dördüncü gecesinde ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.
(Dînin zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş) âlimler, peygamberlerin mîrasçılarıdır.
Peygamberler; altın, gümüş değil, sadece ilmi mîras bırakmışlardır.
İşte bu ilim mîrâsına nâil olan kimse, çok büyük bir kısmete ermiş olur.»” (Tirmizî, İlim, 19/2682; Ebû Dâvûd, İlim, 1/3641)
HİSSELER
Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin çok büyük bir kısmet olarak medh ü senâ ettiği, peygamber mîrâsı olan ilim;
- Uhrevî ve mânevî ilimdir.
- Ahkâm ve ahlâkıyla yaşanan, ihlâs ile tatbik edilen bir ilimdir.
- Mârifetullah yani kalpte Allah Teâlâ’yı tanımaktan nasîb alabilmektir.
İlim denilince, zamanımızda ehl-i dünyanın revaç verdiği zâhirî / dünyevî bilgi ve meslekî tahsiller akla gelmemelidir.
Dünyevî ilimler, maîşet temini yahut merak tatmini için tahsil edilen bilgilerdir ki, uhrevî ilimle mezcedilmedikçe, mânevî bir kıymet ifade etmezler.
Hattâ kişiye enâniyet ve gurur verme ihtimalinden dolayı, mânevî bir ayak bağı bile olabilirler.
Gerçek ilim;
Kalbin vahiyle buluşması, gönlün Kur’ân ve Sünnet’le âhenk teşkil etmesidir.
Gerçek ilim;
Peygamberlerin ve «evliyâullâh»ın ilmidir.
Vahiyle buluşmayan, zihinde kalan ilim ise; asrımızdaki cânîlerin sergilediği gibi, zulme vasıta olan basit mâlûmatlardır.
Hukuk tahsili alan bir kişi, mânevî tahsil almazsa cellât kesilir.
Tıp tahsili gören bir hekim, uhrevî ilim almamışsa; şifâ tevzî edeceği yerde, kürtaj kasabı olabilir.
Hâsılı;
Kur’ân ve Sünnet’te müjdelenen ve övülen ilim; Allâh’a yaklaştıran, uhrevî bir gaye ve ulvî bir niyetle tahsil edilen «ilm-i nâfi‘» yani faydalı ilimdir.
MÎRAS ve İLİM
- Dünyevî ilimler; satırdan satıra, zihinden zihine aktarılır.
- Uhrevî ilimler ise; sadırdan sadıra, gönülden gönüle nakledilir.
Bu intikalden dolayı; ilim, mîrâsa benzetilmiştir.
Hazret-i Ali buyurur:
“İlim, en hayırlı mîrastır.
Edep, en hayırlı sanattır.
Takvâ, en hayırlı azıktır.
İbâdet, en hayırlı sermâyedir.
Sâlih amel, en hayırlı rehberdir.
Güzel ahlâk, en hayırlı dosttur.
Hilm, en hayırlı yardımcıdır.
Kanaat, en hayırlı zenginliktir.
Ölümü tefekkür, en hayırlı ıslah edicidir.”
Yûnus ne güzel söyler:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin,
Bu nice okumaktır?
İlim gibi, mîras da iki türlüdür:
- Maddî mîras…
- Mânevî mîras…
Maddî mîras, fânîliğin tabiî bir neticesidir. “Kefenin cebi yok!” denilmiştir.
Necip Fazıl, dünyaya aldanış gafletine karşı ne güzel îkāz eder:
Hasis sarraf kendine bir başka kese diktir,
Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!
Ölen kimsenin, malı ve mülküyle bağı kopar ve o mal, geride bıraktığı vârisleri arasında taksim edilir.
Ama o vârisler de gayet iyi bilir ki, bir gün onlar da o malı başkalarına bırakıp bu dünyadan gideceklerdir. Kıyâmete kadar bu «devre mülk» sürüp gidecektir.
Yûnus Emre Hazretleri der ki:
Yalancı dünyaya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler.
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler.
Bu hakikat sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından biri de «el-Vâris»tir.
Yani mülkün gerçek sahibi ancak O’dur. Herkes vâdesi dolunca; elindekini gerçek sahibine, O’na bırakır ve gider. O U de o malı bir başkasına emâneten verir.
Mânevî mîras ise, ölüm geçidinde mecburen el değiştiren bir kıymet değildir. O aktarıldıkça bereketlenen, sahibine ve bıraktığı vârisine, hem dünyada, hem berzah / kabir âleminde, hem de kıyâmet ve mahşer gününde fayda sağlayan gerçek bir hazinedir.
MÎRAS BIRAKMA GAYRETİ
Evlâtlar; fânî olan büyüklerinin maddî varlıklarına, onların vefâtıyla beraber kendiliğinden mîrasçı olurlar.
Lâkin mânevî kıymetlerin intikali, kendiliğinden gerçekleşmez. Bunun için; husûsî bir gayret, terbiye ve tahsil gereklidir.
Meselâ;
Hazret-i İbrahim, evlâdının namaz kılabilmesi için onu Kâbe’nin bulunduğu yere götürmüş ve şöyle duâ etmişti:
“Rabbim! Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle!..” (İbrâhîm, 40)
Ülü’l-azm bir peygamber, böyle ilticâ ile Allâh’a yalvarırken, bizim; «Nasıl olsa kılar! Bir şekilde öğrenir. Zamanla alışır.» gibi tesellîlerle evlâtlarımızın namaz hassâsiyetini dert edinmememiz hiç doğru olur mu?
Sahâbeden bir misal:
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, aralarında oğlu Ebûbekir’in de yer aldığı bir topluluğa bir hadîs-i şerîfi nakletti. Ardından oğlu Ebûbekir’e dönerek şefkatle şöyle dedi:
“–Yavrucuğum, bu hadîsi ezberle! Şüphesiz bu hadis bir hazinedir.” (Ahmed, XXVII, 13)
Onlar bütün dikkat ve iştiyaklarıyla bu mukaddes mîrâsın gelecek nesillere intikaline gayret ettiler.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri, bir hadîs-i şerif için Medine’den Şam’a seyahat eden tâbiîyi bu gayreti ve fedâkârlığı sebebiyle tebrik etmiştir.
Çünkü İslâm’a hizmet ve gayretler; Allah Rasûlü’nün mîrâsına, bir başka ifadeyle emânetine sahip çıkmaktır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız.
Bu emânetler;
- Allâh’ın Kitâbı Kur’ân-ı Kerim ve
- O’nun Peygamberi’nin sünnetidir.” (Hâkim, I, 171/318; Muvattâ, Kader, 3)
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Kur’ân ve Sünnet mîrâsına sahip çıkanların, dalâlete düşmeyeceklerini, yani hidâyetten sapmayacaklarını müjdeliyor.
Çünkü;
Mânevî mîraslara hasbe’l-kader nâil olduğu hâlde kıymetini bilmeyen ve ziyân edenler de vardır.
Zamanımızda en şenaatli zulümlerine şâhit olduğumuz yahudiler, Tevrât’a ve nice peygamberin mîrâsına erişmişlerdi. Fakat daha sonra o mukaddes emânete hıyânet ettikleri için, zâlimlerden ve gazab-ı ilâhîye uğrayanlardan oldular.
Hıristiyanlar, Hazret-i İsa’nın İncil’ine vâris idiler. Fakat onlar da daha sonra şirke düşmek, şerîatı rafa kaldırmak, putperest Roma’ya boyun eğmek sûretiyle mukaddes mîrâsa hıyânet ettiler. Dalâlete düşenlerden oldular.
Demek ki;
Sadece mîrasçı olmak yetmez. Bu mukaddes mîrâsın kıymetini bilmek ve gereğince muhafazasına gayret etmek lâzımdır.
Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
“… Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize mîras verdik.
- Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, (Kur’ân ahkâmına tam riâyet etmez, günahlara dûçâr olur.)
- Kimi ortadadır, (takvâya muhtaçtır),
- Kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.
İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)
Hakk’a dostluk nişânesi de, işte bu fazîlettir.
Demek ki;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emânetine ve mîrâsına sahip çıkanların fârik vasfı; hayırlarda yarışmak, İslâmî gayretlerde ve fedâkârlıklarda en önde olmaktır.
Bizlere Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en mühim mîrâsı; güzel ahlâk mîrâsıdır, karakter ve şahsiyet mîrâsıdır.
ASHÂBIN GAYRETLERİ
Unutmamamız gerekir ki;
Bugün îman ve İslâm nimetiyle perverde olmamız, asr-ı saâdetin kudsî mîrâsının bereketidir.
Ashâb-ı kiram ve evliyâullah hazerâtı, bu kudsî emânetin gelecek nesillere intikalinde büyük bir gayret ve himmet göstererek ilâhî muhabbet etrafında âdetâ pervâne kesilmişlerdir. Onlar; hidâyet semâmızın yıldızları, hakikat mektebinin muallimleri ve yeryüzünde Allah Teâlâ’nın şâhitleri olmuşlardır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ashâbın, evliyâullah ve sâlih kulların; Allâh’ın dîni yolunda muhabbetullah ile gösterdikleri müstesnâ gayret ve fedâkârlıkları bizlere örnek olmalıdır.
Bize emânet edilen bu mukaddes mîrâsı zâyî etmemek ve onu aslî sâfiyet ve berraklığı ile gelecek nesillere intikal ettirmek, ebedî saâdetimizi alâkadar eden en büyük mes’ûliyetimizdir.
Bu intikal gayretine iki güzel misal:
İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bana bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende tarifsiz bir lezzet hâline geldi.”
Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“On yaşımdayken Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştim. Sabah namazından önce annem beni kaldırır, soğuk Bağdat günlerinde abdest suyumu ısıtırdı. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol karanlık olduğu için, kendisi de başörtüsünü takıp tesettüre bürünerek benimle birlikte camiye kadar gelirdi.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Büyük bir mezhebin imamı olan İmam Mâlik yetiştiyse, arkasında babasının sevdirici gayretleri var.
Yine bir mezhebin imamı, Ahmed bin Hanbel yetiştiyse, onun da arkasında annesinin fedâkârlıkları var.
Mü’min gönüllerin dâimâ bu îman vecdiyle ilâhî aşkın ulvî heyecanını en yüksek seviyede tatmaları îcâb eder. Zira gerçek saâdet, fânî ve izâfî muhabbetlerin dar hududunu aştıktan sonra başlar.
MÎRASLARIN MUKAYESESİ
Cenâb-ı Hak, bütün canlılara bir nesil endişesi vermiştir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle;
“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.”
Bir ağaç için, tomurcukları, gelecek nesilleridir. Onları var etmek, beslemek ve geleceğe ulaştırmak için sevk-i ilâhî ile teçhiz edilmiştir.
Mü’min ise, îmânıyla bu nesil endişesini terakkî ettirir. Onun için; evlâdının ebedî istikbâli, dünyevî yarınından çok daha mühimdir. Mahşerdeki selâmeti ve âhiretteki saâdeti, dünyadaki geçici mutluluğundan çok daha ehemmiyetlidir.
Bu hakikatleri idrâk edemeyen ehl-i gaflet, evlâdına maddî bir servet bırakmak için hırsla didinir durur. Bu yolda zekât, infak ve hayrat vazifelerini ihmâl eder.
Bu ne hazin bir aldanıştır:
Ebû Zer -radıyallâhu anh- der ki:
“Bir malda üç ortak vardır.
- Birincisi mal sahibi, yani sen.
- İkincisi kaderdir. O; hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz.
- Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesabını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Cenâb-ı Hak buyurur:
“… Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!
(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki):
«–İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
Bu ağır tehdidin muhtevâsına girmemek için, ölçü nedir?
Umûmî görüş; zekâtı hakkıyla verildiği zaman, bir müslümanın, işini büyütmek ve benzeri çeşitli ihtiyaçları için para biriktirmesinin câiz olduğudur.
Ancak Ebû Zer -radıyallâhu anh-, zekâtı verilmiş olsa da, ihtiyaç fazlasını biriktirmenin bu tehdidin şümûlüne gireceğini söylemiştir.
Müfessir İmam Kurtubî, bu hususta iki görüşü şöyle cem etmektedir:
“Bu hususta Ebû Zer -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilen görüş; bu âyet-i kerîmenin, ihtiyacın ileri derecede olduğu, muhâcirlerin zayıf, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de onlara yardım elini uzatarak ihtiyaçlarını yeteri kadar karşılamak imkânını bulamadığı, beytülmalde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malın olmadığı, sıkıntılı kıtlık yıllarının ardı arkasına üzerlerine hücum ettiği zamanlardaki durumu dile getiriyor olabilir.
İşte bu durumda müslümanların ihtiyaçları dışındaki malları alıkoymaları yasaklandı. Böyle bir zamanda ise altın ve gümüşün saklanması câiz değildir.
Yüce Allah, müslümanlara fetihleri müyesser kılıp, onlara maddî imkânlar açısından genişlik verince, Hazret-i Peygamber iki yüz dirhemde beş dirhem, yirmi dinarda yarım dinarın zekât olarak verilmesini emretti, hepsinin verilmesini emretmedi. (Kurtubî, Câmiü’l-Ahkâm, trc. Beşir ERYARSOY, c. 8, s. 206-207)
Ez-cümle;
Ümmet-i Muhammed’in kıtlık, açlık ve zarûret hâlinde olduğu, verilen zekâtların ihtiyacı karşılamadığı zamanlarda, sadece zekât vermekle iktifâ etmek câiz değildir ve bu âyetin tehdidinden kurtarmaz. İnfak, sadaka ve hayrâtı artırmak lâzımdır.
Hikmet ehli de şöyle demiştir:
“Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:
Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.
Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden hesaba çekilmesidir.”
Bir insan için, kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesaba çekilmek, ne kadar müşkil bir durumdur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur:
“Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)
Asr-ı saâdette bir başka gün;
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sordu:
“–Hanginize mîrasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?”
Ashab;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hepimiz kendi malımızı daha fazla severiz!” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Kişinin kendi (aslî) malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiğidir.
Mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 12)
Bu dünyadan âhirete gönderdiğimiz her şey bizim; türlü meşakkatlerle biriktirip burada bıraktıklarımız ise dünyanın ve mîrasçılarındır.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan gelen bir rivâyette şöyle buyurulur:
“İnsan öldüğü zaman;
Melekler;
«–Ne getirdi?» derler.
İnsanlar ise;
«–Ne bıraktı?» derler.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 10475)
Cenâb-ı Hak, yine mîras mefhumunu hatırlatarak cimrilik edenleri şöyle îkaz buyurur:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır…” (el-Hadîd, 10; ayr. bkz. Âl-i İmrân, 180)
Yerin ve göğün mîrâsı Allâh’ındır! Yani her şey gibi Allâh’a dönecektir. Öyleyse malı, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği yere sarf etmemek ne kadar mânâsızdır ve ahmakçadır.
Yerin ve göğün mîrâsı Allâh’ındır! Öyleyse evlâtların bu dünyada istifâde edeceği rızkı da verecek Allah Teâlâ’dır. İnfaktan uzak durarak veya hırs göstererek bu rızkı artırmak mümkün değildir. Zâhiren artmış gibi gözükse de, bereketi verecek yine Cenâb-ı Hak’tır.
Şeyh Sâdî ibretlik bir hâdise naklederek, evlâtların rızık ve kaderinin çok farklı tecellî edebileceğine, her sahada maddî değil mânevî mîrâsa ehemmiyet verilmesi gerektiğine dikkatimizi şöyle çeker:
“Vaktiyle Şam’da bir fitne çıkmıştı. Herkes köşesinden ayrıldı. Okumuş köy çocukları, sultanlara vezir oldular. Eksik akıllı vezir çocukları ise, dilenmek için köylere gittiler…
Babanın mîrâsını mı istiyorsun? Sen asıl onun ilmini öğren! Çünkü onun parasını on günde harcayabilirsin.” (Gülistan, s. 219)
Hâsılı;
Maddî mîras fânîdir. Mânevî mîras ise ebedî zenginliktir. Hattâ kişinin, maddî mîrastan nasıl istifâde edebileceği dahî, aldığı mânevî mîras ile şekillenecektir.
- Babasından ahlâk ve şahsiyet mîrâsını, Kur’ân ve Sünnet terbiyesini alamayan bir kişi; savurgan bir mîrasyedi olup, kısa sürede o mülkü çarçur eder.
- Ahlâk, karakter ve şahsiyeti en güzel şekilde ikmâl eden evlât ise, maddî az bir mîrâsı dahî, gerek dünyevî gerekse uhrevî olarak en güzel şekilde işleyerek, babasına hayır duâ edilmesine vesile olur.
İşte bu idrâkin muhteşem bir tezâhürü:
GEREK YOK!
Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’e veziri şu teklifte bulundu:
“–Efendim, beytülmalden aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!.”
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bu teklife şu mânidar cevabı verdi:
“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. (Yani benim yolumdan gelirlerse, onlara mal bırakmama ihtiyaç yok.) Zira Cenâb-ı Hak;
«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur.
Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında yine Kur’ân-ı Kerim’de;
«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!..» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur. Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ulâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)
HAKİKÎ MÎRAS
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Hiçbir baba; çocuğuna, güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)
Yavrularımıza verebileceğimiz en mühim mîrâsımız, onların âhiret âlemini kurtarmaya yönelik gayretlerimizdir.
Evlâtların İslâmiyet’i ibâdât, muâmelât ve ukûbâtıyla, ahkâmıyla ve ahlâkıyla öğrenmelerini sağlamak her ebeveynin vecîbesidir.
Bu vazifeye gösterilen ihtimam; mü’minin Cenâb-ı Hakk’a, Kelâmullâh’a ve Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetinin nişânesidir.
Allah Teâlâ’yı seven, O’nun kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm’i de çok sever ve evlâdının Kur’ân tahsiline ehemmiyet verir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’e muhabbetin göstergesi; O’nun emânetlerine, O’nun mukaddes mîrâsına sahip çıkmaktır.
Ferdî ibâdetlerin zirvesi olan namaz için, düzgün bir Kur’ân tilâveti şarttır. Evlâtlarımızın Kur’ân tilâvetini fem-i muhsinden tahsil edebilecekleri bir Kur’ân kursuna veya İmam Hatip okuluna gönderilmesine âzamî riâyet gösterilmelidir.
Ehl-i dünya, evlâtlarını gönderecekleri kolejleri nasıl dikkatle seçiyorsa; biz de evlâtlarımızın gidecekleri mekteplerin düzgünlüğüne, arkadaş çevresi ve muallimlerinin sâlih mü’minler olmasına daha fazla alâka gösterelim.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sahâbeye, onlardan tâbiîne, tebe-i tâbiîne, nesilden nesile nakledilen bir nur meş‘alesi gibi elden ele, gönülden gönüle aktarılan İslâm mîrâsına tâlip olalım, biz de bizden sonrakilere onu selâmetle ulaştıralım.
MUKADDES MÎRAS
Bu mukaddes mîras, Hirâ’dan yükselen; «Oku!» emrinin aks-i sedâsıdır. Fert ve topluma şifâ ve rahmettir. İstikamet ve hidâyettir.
Bu mukaddes mîras, Sevr Mağarası’nda Hazret-i Ebûbekir’e, ondan altun bir silsile ile asırlara uzanan mârifet ve hakikat yoludur.
Bu mukaddes mîras, Vedâ Hutbesi’nden bize intikal eden sünnet-i seniyye nûrudur. Üsve-i hasenedir, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhteşem ahlâkıdır.
Bu en güzel mîrastan bîgâne kalmak ne büyük bir mahrumiyettir!
İstikbal endişesi ve birtakım dünyevî arzular sebebiyle; evlâtları Kur’ân kursları ve İmam Hatip okullarından uzak tutmak ve onları bu mânevî sofralardan mahrum bırakmak, neticesi çok acı bir zaaftır.
Esas kültür, Kur’ân ve Sünnet kültürüdür. Evlâtları ondan mahrum bırakmak, bu muazzam kültürü hafife almaktır. Bu da cehâletin ta kendisidir. İslâm kültürünü böyle hafife alan bir kişinin; «Ben Allâh’ı ve Rasûlullâh’ı seviyorum.» demesi de temeli olmayan, boş bir sözdür.
Bugün dünya modern bir câhiliyye dönemine girdi. Vicdanlar kurudu, duyarsız hâle geldi.
Aylardır kan ağlayan Gazze’deki zulmü yapanlar ve o zâlimleri destekleyenler; câhil, tahsilsiz kişiler değildir. Bilâkis; bu zulmü destekleyenler, gerek yurt içinde gerekse Avrupa’da, Amerika’da dünyevî tahsil görenlerdir.
İşte vahiyle buluşmayan bir kalbin hazin âkıbeti!..
Sorulacak sual şudur:
Hâl böyleyken bazı gafil mü’minler, neden bu tahsile heves ediyor?
İstikbal için mi?
İstikbâli lutfedecek olan, ancak Kâinâtın Hâlıkı’dır.
Tarih şâhittir ki, peygamberlerin, evliyânın, sâdık ve sâlihlerin izinden giden milletler ihyâ ve âbâd olmuşlar; zıddına gidenler ise insanlık haysiyetini kaybederek berbâd olmuşlardır.
Şüphesiz ki sözlerin en güzeli, Allâh’ın kelâmıdır. Hidâyet yolunun en güzeli, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yoludur. En güzel mîras, bu mukaddes emânetin mâsum yüreklere tevzî edilmesidir.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)
Peygamberimiz; Tebük Seferi’nde, sancakları Kur’ân’a en çok ehemmiyet verenlere taşıtmıştır. Her zaman Kur’ân ehlini tercih etmiştir.
Yavrularımıza fânî varlık ve lezzetleri değil; eskimeyen, solmayan ve tükenmeyen bir saâdeti mîras bırakmalıyız. O da Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bize emânet olarak bıraktığı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu mukaddes mîrâsın evlâtlarımıza intikalinde gösterilecek îtinâ büyük bir sadaka-i câriye olurken, bunun ihmâli ise her anne-baba için büyük bir âhiret felâketidir.
Çünkü bu mânevî mîrastan mahrum bırakılan her evlât, hesap günü ana-babasından dâvâcı olacaktır.
EBEDÎ AYRILIK
İnsan, evlâdından ayrılmak istemez.
Unutmamalıdır ki;
Esas ayrılık âhirette olacaktır.
Müddessir Sûresi’nde âhiret âleminden şu ibretlik konuşma nakledilir:
Âhirette cennetlikler, cehennemliklere sorarlar:
“–Sizi Sekar cehennemine (yakıp kavurucu ateşe) sürükleyen nedir?” (el-Müddessir, 42)
Onlar da şöyle cevap verirler:
“–Biz namaz kılanlardan değildik.”
Birinci madde: Namaz.
Demek ki;
Bir anne-babanın en çok ehemmiyet vermeleri gereken husus, evlâdını ufak yaşlardan itibaren namaza alıştırmalarıdır.
Cehennemliklerin saydığı ikinci sebep şöyledir:
“Yoksulu da doyurmazdık. (Yani yalnız kendimizi düşünürdük, muhtaçlara merhamet etmezdik.)”
Demek ki;
Evlâtlarımızı erken yaşlardan itibaren cömertliğe de alıştırmamız zarûrîdir.
Çocuklarımıza harçlık verirken, paranın bir kısmını da, imkânı olmayan arkadaşlarına ikrâm etmek, muhtaçlara tevzî etmek üzere tembih ederek vermek bu hususta güzel bir tâlim ve terbiyedir.
Hasta komşumuza, akrabamıza bir çorba yapıp onu evlâdımızla göndermeliyiz. Yaşlı insanlara yardım etmelerini temin etmeli, fedâkârlıklara alıştırmalıyız.
Pederim Musa Efendi, bize önceden hazırladıkları bozuk paraları verir ve Bursa Ulu Cami, Emir Sultan Camii gibi mâbedlerin çıkışında o devirde çokça bulunan sâillere ikrâm etmemizi isterlerdi. Biz o ikramları verdikçe, o mahrumlar çok sevinir, sırtımızı okşar, hayır-duâlar ederlerdi. Biz de çocukluk sâfiyetiyle bundan güzel bir heyecan ve saâdet duyardık.
Cehennemliklerin saydıkları üçüncü sebep ise şudur:
“Bâtıla/azgınlığa dalanlarla birlikte biz de dalardık.”
Demek ki;
Evlâtlarımıza bâtılın ne olduğu öğretip, ondan uzak durmalarını telkin etmemiz lâzımdır. Bâtıldan, fısk u fücurdan uzak durmalarını sağlayacak bir şahsiyet ve karakter kazandırmamız lâzımdır.
Evlâtlarımıza İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakamazsak, -Allah korusun- îtikatlarını da kaybederler ki, dördüncü sebep de budur:
“Hesap gününü de yalan sayardık. (Fakat) sonunda ölüm gelip çattı!..” (el-Müddessir, 43-47)
Maalesef bugün gençliğin kafelerde ömür tükettiğini görüyor ve duyuyoruz. Baştan bu mekânların birer kıraathâne olacağı, gençlerin buralarda ders çalışıp, kültürlerini artıracakları söylenmişti. Lâkin hiç öyle olmadı.
Kafeler;
- Nargile ve benzeri kötü alışkanlıkların yayıldığı,
- Kız-erkek ihtilâtının normalleştirildiği,
- Kıymetli vakitlerin ziyân edildiği,
- Mâlâyânî, miskinlik ve tembellik vasatları,
- Dedikodu, gıybet ve nemîme mekânları oldu.
Evlâtlarımızı, bâtıla meylettiren menfî mekânların her türlüsünden muhafaza etmeliyiz.
Kur’ân rûhâniyetinden mahrum kalmış bir toplumun hayatı; ikbal güneşi batmış, karanlık bir hayatın kâbuslu gecesine benzer.
Anne-babasının ardından duâ eden, hayırlı evlât ise, ebeveyni için rahmettir.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Yedi şey vardır ki, kul vefâtından sonra kabrindeyken de bunların ecri kendisine ulaşır:
- Öğrettiği ilim,
- Akıttığı su,
- Açtığı su kuyusu,
- Diktiği meyve ağacı,
- İnşâ ettiği mescid,
- Mîras bıraktığı Mushaf-ı Şerif,
- Vefâtından sonra kendisi için istiğfâr edecek hayırlı evlât.” (Beyhakî, Şuab, III, 248; Heysemî, I, 167)
MÜLK O’NUN ELİNDE
Kur’ân-ı Kerim; mîras mefhumunu, dünya mülkünün ve hâkimiyetinin el değiştirmesini ifade için de kullanır. Yeryüzüne sâlihlerin mirasçı olacağını müjdeler.
Meselâ;
Kızıldeniz’in sularında boğulan zâlim firavunun saltanatı ve mülkü, bağ ve bahçeleri, yıllarca ezip horladığı mazlumlara mîras kalmıştır. (el-A‘râf, 137; ed-Duhân, 25-29)
Cihânın fânî devre mülkü de, Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle el değiştirir. Eğer Allâh’a hakkıyla kulluk edebilirsek, O’nun yardımı imdâdımıza dünyada da yetişir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah;
- Bazı kavimleri, şu Kur’ân’la (onların Kur’ân’a verdiği kıymet ile) yükseltir;
- Bazılarını da (Kur’ân’a ehemmiyet vermemesi sebebiyle) alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)
Velhâsıl;
Kur’ân yolunda, İslâmî gayretlerde yetiştirdiğimiz evlâtlarımızın istikbâlinden endişe etmek yersizdir.
En büyük mükâfat ise, âhirettedir.
EBEDÎ MÎRAS
Cenâb-ı Hak, müttakî kullarına ebedî âlemde ikrâm edeceği cennetleri de mîras ifadesiyle tavsif etmiştir.
İlâhî tâlimatlara göre yaşayan mü’minler, Firdevs cennetine vâris olacaklardır. (Bkz. el-Mü’minûn, 1-12)
Cennetliklere şöyle denilecektir:
“İşte yaptıklarınıza karşılık size mîras verilen cennet budur!” (ez-Zuhruf, 72)
“Onlar ise şöyle diyecekler:
«–Bize verdiği sözü yerine getiren ve cennette istediğimiz yerde oturmak üzere bizi bu ebediyet yurduna vâris kılan Allâh’a hamdolsun!
Sâlih ameller işleyenlerin mükâfâtı ne güzel!»” (ez-Zümer, 73-74)
Cenâb-ı Hak, bizleri en kıymetli hazine ve en büyük mîras olan Kur’ân ve Sünnet nimetlerinin değerini bilenlerden eylesin.
Bu mübârek mîras ve mukaddes emâneti muhafaza edip, gelecek nesillere intikal ettirebilmemizi, cümlemize müyesser kılsın.
Âmîn!..