Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2024 – Eylül, Sayı: 463
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Ey büyük Peygamber! Bir avuç fakir, senin Dâru’s-Selâmʼına, bir bîçâre gibi, çağrılmadan misafir gelseler, Senʼin Hak Teâlâ katındaki yüce şan ve şerefinden ne eksilir?
Allah Teâlâ Senʼi övdü ve Cebrâil’e Senʼin huzûrunda yeri öptürdü. Yüksek gökler Senʼin kadrinin ululuğu önünde mahcupturlar. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- henüz balçık hâlinde iken Sen yaratılmıştın…
Bilmiyorum, Senʼi medhetmek için ne söyleyeyim? Ne desem ondan kat kat yükseksin. Senʼin izzetini göstermek için «Levlâke»[1] hitâbı ve Senʼi senâ etmek için Tâhâ ve Yâsîn sûreleri yeter.
Ben Sâdî, âciz, eksik ve kusurlu bir varlığım. Ey büyük Nebî! Sana salât ü selâm olsun!..”
[Cenâb-ı Hakkʼın biz âciz kullarını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet kılmakla şereflendirmesi, Oʼnun bizlere olan en büyük lûtuf ve ihsanlarından biridir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) onları temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164) buyruluyor.
Hakîkaten, yüz yirmi dört bin küsur peygamber içinde Allâhʼın Habîbi, Peygamberlerin İmâmı, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, nebîler silsilesinin yaratılışta ilk, gönderilişte son halkası, Âhir Zaman Nebîsi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmak, meccânen nâil olduğumuz, ne muazzam bir ihsân-ı ilâhîdir!
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin kadrinin yüceliğini nâkıs aklımızla tam olarak idrâk edebilmemiz de, idrâk edebildiklerimizi kelimelerin mahdut imkânlarıyla kâmil mânâda ifade edebilmemiz de mümkün değildir. Zira bu hususta akıl da lisan da mutlak sûrette acziyete mahkûmdur. Fahr-i Kâinât Efendimizʼin şânını tavsîfe çalışanların anlayıp anlatabildikleri, uçsuz bucaksız bir deryadan alınmış, belki bir terzi yüksüğü hacminde bile olmayan, bir damla su kabîlindendir.
Şu hâdise, bu hakîkati ne kadar da veciz bir sûrette îzah etmektedir:
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- bir askerî birliğin başında iken, müslüman bir aşîretin yanında konaklamıştı. Aşîret reisi ona:
“–Bize Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlatır mısın?” dedi.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-:
“–Allah Rasûlü’nün (müstesnâ vasıflarının güzelliğini) tafsîlâtıyla anlatmamı istersen bu mümkün değil!” dedi.
Reis:
“–Bildiğin kadarıyla, kısa ve öz olarak târif et!” deyince, Hâlid -radıyallâhu anh- şu karşılığı verdi:
اَلرَّسُولُ عَلٰى قَدْرِ الْمُرْسِلِ
“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur! (Yani gönderen, Âlemlerin Rabbi olduğuna göre, gönderilenin şânını var sen hesâb et!)”[2]
Gerçekten de hakîkat-i Muhammediyyeʼyi tam mânâsıyla idrâk etmeye de, îzah etmeye de, hiçbir fânî muvaffak olamadı. Oʼnun yüksek ahlâkı ve yaratılışının kemâli, bütünüyle kavranamadı. Âlimler, mütefekkirler, mutasavvıflar, gönül sultanları ve Cebrâîl -aleyhisselâm- dahî, O’nun yolunda bulunmayı “izzet”; kapısında bir sâil olmayı “devlet” bildiler.
Meşhur Mevlid şâiri Süleyman Çelebi, ümmet-i Muhammedʼden olmanın vecd ve heyecanı içinde, asırlar ötesinden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe şu mısrâlarla muhabbet ve hürmetini arz etti:
Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter…
Bizler, ümmet-i Muhammed olmakla eriştiğimiz bu mânevî hazinenin ne kadar farkındayız? Bu müstesnâ lûtfun şükrünü ne kadar îfâ edebiliyoruz?.. Zira her nîmet gibi, bu muazzam nîmetin de şükrünü edâ etmekle mükellefiz. Bu şükrün en güzel îfâsı ise, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi canımızdan aziz bilmektir. Zira bu sevgi, hakikî bir îmânın alâmet-i fârikasıdır.
Şu hâdise, bu gerçeği ne güzel îzah ediyor:
Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Efendimizʼe olan muhabbetini ifade etmek istemişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Hayır, ben sana canından da sevgili olmalıyım!” buyurdu.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- derhâl:
“–O hâlde Sen’i canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlâllah!” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–İşte şimdi oldu.” buyurdu. (Buhârî, Eyman, 3)
Bir başka hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sizden biriniz, beni, ana-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, hakkıyla îmân etmiş olmaz!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îman, 8)
Hazret-i Ebû Bekir t, Peygamber Efendimiz’in en yakınıydı. Yanındayken bile Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hasret kalırdı. Bir gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.
Hâlbuki Hazret-i Sıddîk, Allah Rasûlü’nün aşkıyla benliğinden geçip âdeta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in varlığında vücut bulduğu için, iltifat olarak bile olsa, bir “muhâtap” kabûl edilmenin zımnında mevcut bulunan, “başkalarından biri gibi” görülme hissi, onun rakik gönlüne hayli ağır geldi. Bu endişe içinde:
“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)
Nitekim âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz:
اَلنَّبِىُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir…” (el-Ahzâb, 6) buyurmaktadır.
Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i canlarından çok seven ashâb-ı kirâm, O’na hitâb ederken büyük bir edep içinde; “Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” derlerdi. O’nun ayağına bir diken batmasındansa, canlarını fedâ etmeyi tercih ederlerdi.
Nitekim Recî Vak’asıʼnda Hubeyb -radıyallâhu anh- müşrikler tarafından esir edilmişti. O sıralar Mekkeli müşriklerin lideri olan Ebû Süfyan, Hazret-i Hubeyb’e, şehîd edilmeden evvel şöyle sordu:
“–Hayatının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”
Hubeyb -radıyallâhu anh- ise, suâli soran Ebû Süfyân’a âdeta “zavallı” der gibi acıyarak baktı ve şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık, O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz!”
Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında âdeta donup kalan Ebû Süfyan:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Saʻd, II, 56)
Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi görmedikleri, Oʼnun mübârek nazarlarından ve hikmetli nasihatlerinden mahrum kaldıkları uzunca bir zamanın geçmesini istemezler, bu hususta evlâtlarını da sık sık îkaz ederlerdi.
Acaba bizler, kendimiz ve evlâtlarımız için, ashâbın bu hassâsiyetinden ne kadar hissedârız? Allah Rasûlüʼnün mânevî vârisleri mevkiinde olan takvâ ehli âlim ve ârif zâtların ilminden, irfanından, mânevî sohbetlerinden, kendimiz ne kadar istifâde ediyoruz, evlâtlarımızın istifâde etmeleri için ne kadar gayret gösteriyoruz?..
Allah ve Rasûlʼünün sevgisi, îmânın hakîkatine ve kemâline alâmet olduğu içindir ki, bugün yüreği şefkatle çarpan, merhamet sahibi anne-babaların en mühim vazifesi, evlâtlarının gönüllerini Allah ve Rasûlʼünün muhabbetiyle doldurmaktır. Bunun için de evlâtlarını, muhabbet dolu telkin ve teşviklerle Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ hâlinde yetiştirmektir. Böylece onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilmektir.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Bir gün hamamda, dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) verdi. Kile sordum:
«‒A mübârek, sen misk misin, amber misin? Senin âdeta rûhu okşayan râyihanla mest oldum.» dedim.
Kil de bana (hâl lisânıyla) şu cevâbı verdi:
«‒Ben basbayağı/sıradan bir topraktım. Lâkin (bir gül fidanının altında bulunuyor ve her seher o gül goncalarından süzülen şebnemlerle ıslanıp yoğruluyordum.) Gül ile bir müddet nasîb olan bu yakınlığın tesiriyle, onun hoş râyihası içime işledi. Yoksa ben, o bildiğin, âdî toprak parçasından başka bir şey değilim. (Bu güzel râyiha, o güle aittir.)»”
[Gül, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sembolüdür. Şâir Fuzûlî;
Suya virsün bağbân gülzârı, zahmet çekmesün;
Bir gül açılmaz yüzün-tek, virse bin gülzâra su!
beytinde, bahçıvanlar binlerce gül bahçesi sulayıp bütün mahâretlerini sergileseler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin mübârek yüzü kadar güzel bir gülü aslâ yetiştiremeyeceklerini söylerken, Şâir Yahya Kemâl de;
Zaman O Gül gibi gül görmemiş zaman olalı,
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı!..
mısrâlarında, bu cihânın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi müstesnâ bir güle, O’nun gibi muhteşem bir nezâket, zarâfet ve letâfet âbidesine bir daha şâhit olamayacağını, zarif bir dille ifade etmiştir.
Bu hayat dershanesindeki en mühim tahsil;
Güller Şâhı olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanıyabilmek,
O Gül’ün gönül dokusundan ve güzel kokusundan nasipler alabilmek,
O Gülʼün hasretiyle seherlerde yanık yanık şakıyan bir aşk bülbülü olmak,
O Gül’ün yaprağındaki bir şebnem tânesi olabilmek, yahut;
O Gülʼden süzülen rahmet damlalarıyla ıslanarak hayat bulan bereketli bir toprak hâline gelebilmektir.
Bütün evliyâullâhın gönül âlemi de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin feyz ve rûhâniyeti ile perverde hâldedir. Nitekim Hak dostlarının sözcüsü mesâbesinde olan Mevlânâ Hazretleriʼnin şu meşhur mısrâları, âdeta bu hakîkatin bir ifadesidir:
مَنْ بَنْدَهِٴ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ
مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ
“Yaşadığım müddetçe ben, Kur’ân’ın (gönüllü bir) kölesiyim. Ben, o seçkin/mümtaz peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım…”
Şu bir hakîkattir ki, muhabbet, samimiyet, edep ve tevâzu ile Allah Rasûlüʼne râm olanlar, istîdatları ölçüsünde, nebevî güzellikleri aksettiren berrak bir ayna hâline gelirler. Tıpkı gökteki Ayʼın, kendine âit bir ışığı olmamasına rağmen, Güneşʼe bakan yüzünün aldığı nûru aksettirmek sûretiyle Güneşʼin vasıflarından bir hisse alması gibi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe muhabbetle teslîm olanlar da, Oʼna yakınlığın bereketinden ebediyyen istifade ederler.
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir adam geldi ve:
“–Yâ Rasûlâllah! Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye sorunca o da:
“–Âhiret için öyle çokça oruç, namaz ve sadaka hazırlayabilmiş değilim. Fakat ben, Allâh’ı ve Peygamberʼini (çok) seviyorum.” dedi.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Muhakkak ki sen, sevdiğinle berabersin.” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 164)
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- bu rivâyetin devâmında der ki:
“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi, Allâh’ın Nebîsi’nin; “Muhakkak ki sen, sevdiğinle berabersin.” sözü kadar sevindirmemiştir…” (Müslim, Birr, 163)
Şüphesiz ki bu muhteşem müjdeye nâil olabilmek için her mü’min, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aşk, muhabbet, şevk ve nûru ile gönlünü tezyîn etmeye, Allah Rasûlü ile hâl ve amel beraberliği içinde olmaya gayret göstermelidir.
Bu hususta Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- nefsini şöyle hesâba çekerdi:
“Firdevs Cenneti’nde peygamberler ve sıddıklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık hangi ameli işledin? Hangi şehevî arzunu kırdın? Hangi hiddetini yendin? Sana gelmeyen hangi akrabâna gittin? Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın? Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya Allah rızâsı için hangi uzağındakine yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)
Yani Allah Rasûlüʼnü gerçekten seviyorsak, Oʼnun ahlâkı üzere yaşamak için fedakârca gayret göstererek bu sevgimizi ispat etmeliyiz.
Nitekim sahâbe-i kirâm efendilerimiz, Allah Rasûlüʼnün gönlünde bir yerleri olsun diye, Oʼnun her emrini canlarına minnet bilmiş, düşman kılıçları karşısında cesaretle İslâmʼın izzet ve vakarını müdâfaa etmiş, cellâtların önünde krallara tebliğ mektuplarını korkusuzca okumuş, sînelerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetini taşıdıkları için hiçbir yorgunluk ve bezginlik göstermeden, bilâkis büyük bir aşk ve şevk ile dünyanın dört bir tarafına hidâyet davetini ulaştırmış, bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle Efendimizʼin izinden gitmeye gayret etmişlerdir.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin gösterdiği yola aykırı yol tutan, varmak istediği yere hiçbir zaman ulaşamayacaktır.
Ey Sâdî! Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinden yürümeyenlerin, İslâmʼın saf ve berrak yolunda ilerlemeleri imkânsızdır.”
“Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ancak kendi yolundan gidenlere şefaat edecektir.”
[Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak ve bunların içinden bir fırkası kurtulacaktır.” buyurmuştu.
Ashâb-ı kirâm sordular:
“–Yâ Rasûlâllah! O kurtulan fırka, hangi fırka olacaktır?”
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler…” karşılığını verdi. (Tirmizî, Îman, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde:
“Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâhʼın kitabı Kurʼân-ı Kerîm ve Oʼnun Peygamberʼinin Sünnetʼidir.” buyurdu. (Hâkim, I, 171/318; Muvatta, Kader, 3)
Yani Efendimiz; “Size yalnız Kur’ân-ı Kerîm’i emânet bırakıyorum, o size yeter.” buyurmadı. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin hayatı ve Oʼnun Sünnet-i Seniyyeʼsi, Kurʼân-ı Kerîmʼin en doğru îzâhı ve canlı bir tefsiridir. Dolayısıyla Sünnet-i Seniyye olmadan İslâmʼı doğru bir şekilde anlamak da yaşamak da mümkün değildir.
Nitekim Ahmed bin Hanbel Hazretleri;
“Mushaf-ı Şerîf’e baktım ve otuz üç yerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaatin emredildiğini gördüm.” buyurmuştur.[3]
Bugün “Kurʼân İslâmʼı” adı altında Sünnetʼi lüzumsuz görenler âdeta; “Kurʼân-ı Kerîmʼi Allâhʼın Rasûlü değil de biz yorumlayalım, dînin muhtevâsını O değil de biz belirleyelim!” der gibi, büyük bir hadsizlik sergileyen İslâm düşmanlarıdır. Din âlimi kisveli bu nevî din tahripçilerine karşı, bugün her zamankinden daha dikkatli olmalı, Sünnet-i Seniyyeʼye sımsıkı sarılmalıyız.
Abdullah bin Deylemî -radıyallâhu anh-, Sünnet’e tam bir teslîmiyetle bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifade etmiştir:
“…Dînin (zayıflayıp gücünün) kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)
Dinler tarihinde Yahudîlik ve Hristiyanlığın bozulması da, sünnetlerin terkiyle başlamıştır. Peygamberlerin sünnetleri terk edilince, tahrif sırası, âdeta üzerindeki mânevî zırhı yok edilen îtikad ve ibadetlere gelmiştir. Sonunda namaz terk edilmiş, yerine âyin gelmiş, oruç terk edilmiş yerine perhiz gelmiş, tesettür terk edilerek yalnızca râhibelere mahsus bırakılmıştır.
Bugün yegâne hak dîn olan İslâm’a da -Sünnet’i dışlamak sûretiyle- aynı tuzak kurulmaya çalışılıyor. Unutmayalım ki Sünnet, Kur’ân’ın muhâfızıdır. Sünnet’i dışlayanların maksadı, Hristiyanlık’ta olduğu gibi, dînin içini boşaltarak Kurʼânʼı yaşanamaz hâle getirmeye çalışmaktır.
İmâm Mâlik Hazretleri buyuruyor:
“Sünnet-i Seniyye, Nûh -aleyhisselâm-ʼın gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur. Kim de onu terk ederse helâk olur.”
Ebedî saâdetin yegâne yolu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Sünnetʼine ittibâdan geçer. Sünnete bağlılığın lüzum ve ehemmiyetini ifade sadedindeki şu hadîs-i şerîf ne kadar mânidardır:
Vefatına yakın Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve şöyle buyurdu:
“Ben önceden gidip (Kevser’den) ikram etmek için havuzumun başında ümmetimi bekleyeceğim.
Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Fakat bana;
«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnetʼini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de;
«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!..» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)
Unutmayalım ki bugün bizler ne kadar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi kalben tanırsak, yarın mahşerde O da bizi tanır. O’nun hayat veren ölçülerini ne kadar duyar ve dinlersek, O da mahşerde bizim feryâdımızı işitir.
Dolayısıyla bugün fırsat eldeyken Allâh’a ve Rasûl’üne tam bir ittibâ gayretine girmemiz elzemdir. Zira âhirette Cehennem azâbını tadan kâfirler gibi pişmanlıkla;
“…Eyvah bize! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik…” (el-Ahzâb, 66) diye hayıflanmanın hiçbir faydası olmayacak…
Dâimâ şunu düşüneceğiz:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şimdi yanımızda olsa, bizim hâlimize, ahlâkımıza, ibadetlerimize, İslâmʼı tebliğ ve temsildeki vaziyetimize, âile hayatımıza, evlâtlarımızı yetiştirme tarzımıza, ticaretimize, beşerî münâsebetlerimize, toplumdaki tercihlerimize, ümmetin mazlum ve mağdurlarına gösterdiğimiz alâkamıza, Allah yolundaki gayretlerimize tebessüm eder miydi, yoksa rakik kalbi mahzun mu olurdu?..
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81; Ahmed, III, 130)
Bizler de günümüzde Kurʼân ve Sünnetʼi takvâ hassasiyetiyle yaşayıp o bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilirsek, Allah Rasûlü’nün Kevser Havuzuʼnun başında beklediği hayırlı ümmetinden olmayı, Rabbimiz bizlere de lûtf u keremiyle ihsân eder -inşâallah-.]
Cenâb-ı Hak, kalplerimizi Habîbʼinin sevgisiyle müzeyyen kılsın. Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde bir hayat yaşayıp âhirette Efendimizʼin güzel şâhitliğine ve şefâatine nâil olabilmeyi cümlemize nasîb eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Levlâke: “(Habîbim!) Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, yerleri gökleri yaratmazdım.” meâlindeki meşhur kudsî hadîsin ilk hitap kelimesi.
[2] Münâvî, V, 92; Kastallânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417.
[3] Bkz. İbn-i Batta el-Ukberî, el-İbânetü’l-Kübrâ, no: 99.