Riyâsette Emânet ve Mes’ûliyet Şuuru

2004 – Mart, Sayı: 217, Sayfa: 032

Allâh Teâlâ, kâinâtı ve içindekileri insana emânet olarak âmâde kılmış ve bunların tasarrufu husûsunda onu mes’ul tutmuştur. Servet, evlâd, sıhhat, makâm, mevkî gibi bütün nîmetler insana tevdî edilmiş emânetlerdir. İnsan, bu emânetlere titizlikle riâyet etmek mecbûriyetindedir. Emânetlere gereği gibi riâyet edip o nîmetlerin gerçek sâhibi olan Allâh’ın rızâsı istikâmetinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet, mağfiret ve bereketi celbetmenin en mühim vesîlelerindendir.

Bir toplumun huzur, sükûn, refah ve saâdeti, diğer birçok müessir yanında, evveliyetle emânet mes’ûliyetini lâyıkıyla idrâk etmiş idârecilere sâhip olmasıyla mümkündür. Bu bakımdan her ferdi, istîdatlarına uygun tarzda yetiştirmek ve ona lâyık olduğu mevkîyi vermek, bir cemiyetin en mühim vazîfelerindendir. Aksi hâlde lâyık olmadığı mevkîlere gelen kimseler sebebiyle işler fesâda uğrar, maddî ve mânevî hayatta çöküntü husûle gelir. Nitekim idârî işlerin, o işe ehil kimselere tevdî edilmesi,

âyet-i kerîmede şöyle emredilmiştir:

“Allâh size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmet­tiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor…” (en-Nisâ, 58)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu Kur’ânî düstûra hakkıyla riâyet ederek her insanı kâbiliyet ve istîdâdına göre mevkîlere tâyin etmiştir. Yâni ashâbından zâhidliği ile mâruf olan bir zâtı ordu kumandanlığına, ordu kumandanı olacak bir kimseyi de kadılığa tâyin etmemiştir.

Yine Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, emânetlerin ehline verilmemesini, dünya hayatını kıyâmet sahnelerine çevirecek derecede büyük bir ifsâd sebebi olarak görmüştür. Birgün ashâbıyla konuşurken bir kimsenin:

“—Kıyâmet ne zaman kopacak?” sorusuna:

Emânet zâyi edildiği zaman kıyâmeti bekle!” cevâbını vermiştir.

“—Emânet nasıl zâyi olacak?” diye sorulduğunda ise:

“—İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurmuştur. (Buhârî, İlim, 2; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 361)

Bu sebeple hayatın maddî veyâ mânevî her safhasında emânetleri ehline tevdî etmek ve daha lâyıkı bulunduğu zaman da vazîfeyi ona terk etmek zarûrîdir.

İslâm mütefekkirleri, yüce dînimizin en küçük bir cemaatten devlete kadar idârî hususlardaki en esaslı düsturlarını tespit ederken evveliyetle:

1. İdârecilerin amel-i sâlih sâhibi olmalarını,

2. Emânetlerin, yâni mevkî ve memuriyetlerin liyâkate göre tanzim ve tevzîini,

3. İstişâre ile hareket edilmesini zikretmişlerdir.

Bu üç düstûrun dışındaki hususlar, zaman ve zemînin gerektirdiği şartlara göre şekillendirilmek üzere ictihâda havâle edilmiştir.

Diğer taraftan, Allâh rızâsını tahsil ve topluma hizmet kasdı ile maddî veyâ mânevî bir sahada idârî makamlara gelenler, o makamların bir emânet olduğunu, orada muvakkaten, yâni belirli bir süre için bulunduklarını benimsemeli ve o makâma, ebedî kalacakmış gibi bağlanmaktan sakınmalıdırlar. Nitekim bu hakîkati ifâde eden, “Mahkeme kadıya mülk olmaz.” darb-ı meseli meşhûrdur.

Emâneti üstlenenlerin, onun hakkına lâyıkıyla riâyet edebilmeleri için Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyenin ölçüleri dâhilinde bir takvâ hayatı yaşamaları îcâb eder. Kitlelerin önünde olan kimseler, her türlü hareket ve faâliyetlerinin, -tâbiri câizse- ilâhî bir kamera karşısında bulunduğu hissi içinde, gerçek bir Müslüman şahsiyeti sergilemelidirler. Olgun bir idâreci, bir yandan vazîfesini lâyıkıyla îfâ etmeye çalışırken bir yandan da; “Gökte ve yerde hiçbir şey kendisine gizli olmayan” (Âl-i İmrân, 5) “Kuluna şah damarından daha yakın olan” (Kâf, 16) Rabbinin murâkabesi altında, dâimâ ihsân kıvâmında bir hayat yaşamalıdır.

İdâreciler, rehberler ve önde gidenler, etraflarında menfaat mukâbili kendisini alkışlayanlarla, samîmî insanların telkinlerini ayırd etmeli, nefsinin hoşuna giden iltifatların girdaplarında boğulmamalıdırlar. Samîmiyetsizce ve menfaat umarak kendilerini alkışlayanlara karşı âmâ, tabasbusta bulunanlara karşı da sağır davranmalı, istikâmet üzere hakkı tevzî etmekten gâfil kalmamalıdırlar.

Ayrıca fânîlerin övgü ve iltifatlarına îtibâr ederek gurur ve kibre sürüklenmek sûretiyle hayırlı amellerinin ecrini de imhâ etmemelidirler. Bu hususta Yavuz Sultan Selim Hân’ın, Mısır seferi dönüşündeki hâli ne güzel bir misâldir:

Yavuz Sultan Selim Han, büyük zaferlerle dolu Mısır seferinden İstanbul’a döndüğünde gündüz vakti Üsküdar’a vâsıl oldu. İstanbul halkının, kendisini büyük bir tezâhürât ile karşılayacağını haber aldığından, Lalası Hasan Can’a:

“–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, iltifatları ve zafer tâkları nefsimizi gurura sevk ederek amellerimizi boşa çıkarmasın!” dedi.

Yavuz’u, o korkunç Sina çölünde kükreyen bir arslan, Mısır’a girişte gözü yaşlı, şükreden, mütevâzî bir mü’min, Üsküdar’da kendi­sini bir nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzet­lere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz.

Dünya saltanatını dâimâ kalbinin dışında taşıyan Koca Hünkâr, ömrünün son anlarında iken Lalası Hasan Can’ın:

“–Hünkâr’ım! Artık Rabbinizle berâber olma zamânıdır.” demesi üzerine hayretle Hasan Can’ın yüzüne bakarak:

“–Lala! Sen bizi şimdiye dek kiminle sanırdın!” cevâbını vermişti.

Günümüzde de, Yavuz gibi madde ve mânâ, dünyâ ve ukbâ, beden ve rûh muvâzenesine sâhip, dirâyetli idâreciler yetiştiren îmândaki aşk, ahlâktaki fazîlet ve idealdeki ulvîliğe ne kadar muhtâcız!..

Nasıl ki bir gülistanda gezen kişi, oradaki çiçeklerden akseden güzellikler sebebiyle dâimâ tebessüm hâlinde olursa, toplumun önünde yürüyenler de bu hâlet-i rûhiye içinde sabırlı, mütebessim ve insanların dertlerini omuzlamaya mütehammil olmalıdırlar. Zîrâ onlar, insanları sevk ve idârenin her şeyden önce gönül almakla, gönüllere huzur ve saâdet bahşetmekle mümkün olduğunu bilmelidirler. Hazret-i Mevlânâ

-kuddise sirruh- ne güzel söyler:

“Eğer sen­de ba­sî­ret var­sa, gönül Kâ­be’si­ni  ta­vâf  et!

Topraktan ya­pıl­mış san­dı­ğın Kâbe’nin asıl mâ­nâ­sı gö­nül­dür… Şu­nu iyi bil ki sen, Al­lâh’ın nazargâ­hı olan bir gön­lü in­ci­tir, kı­rar­san, Kâ­be’ye ya­ya ola­rak da git­sen, ka­zan­dı­ğın se­vap, gö­nül kır­ma­nın gü­nâ­hı­nı telâfî edemez.”

Hizmet sahası ne olursa olsun her bir idâreci, vazîfesinin gerektirdiği, bedenî, rûhî ve ilmî dirâyete sâhip olmalı, gönlünü mânevî hasletlerle tezyîn etmelidir. Gönlü, Allâh, Rasûlullâh ve din kardeşlerinin muhabbeti ile meşbû olmalıdır. Hâlık’tan ötürü mahlûkâta merhamet, muhabbet ve şefkat ile bakabilme hassâsiyetini taşımalıdır. İhlâs, tevâzû, istikâmet, affedicilik, istişâre ile karar verebilme gibi vasıfları hâiz olmalı, kendisini ilmen ve ahlâken sürekli geliştirmelidir. Maiyyetinde bulunanların kusurlarını kendisine izâfe ederek, muâhezeyi nefsine, musâmahayı gayrıya yöneltmelidir. Allâh’a teslîm olmanın, O’nun verdiği imkânlara kanaat etmenin ehemmiyetini bildiren ilâhî ve nebevî beyânları şiâr edinmeli, bu istikâmette mütevâzî bir hayat yaşamalıdır.

Tevâzuun zıddı olan kibir, azamet taslamaktır. Şöhret ise insan için en büyük nefs âfetlerindendir. Kibre dûçâr olup şöhret sevdâsına tutulan bir kişi, pek çok zulümler işler de farkında bile olmaz. Netîcede kendini alçaltıp rezil eder ve zâlimlerden olur. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzî ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..”

Yâni baharın berekâtından asıl nasîb alan yalnız topraktır. Ondan dolayı üzerinde çiçekler bitip renk renk goncalar açarken bir taş parçası da baharı görür, fakat ondan nasîb alamaz. Kibir ve şöhrete dûçâr olan kimseler de tabiattaki kayalar gibidir. Onların üzerinden bereketli nisan yağmurları akar gider de ondan nasipsiz kalırlar. Nefs engelini aşamayanlar için nefsin böyle âfetleri onlara birer mihrab ve kıble hâline gelir.

Tevâzû ehli sâlih kulları ise Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle metheder:

“O Rahmân’ın has kulları ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkân, 63)

İnsanlık haysiyetini rencide eden menfî sıfatları bertaraf etmek için, zühd, takvâ ve ihsân kıvâmında bir kulluk hayatı yaşamak zarûrîdir. Hak dostlarının hâlleri bu hususta en güzel misâllerdir. Nitekim gönül sultanlarından Bahâeddin Nakşibend -kuddise sirruh- da, hayatı boyunca Allâh’ın lutfettiği nîmetlerin şükrünü îfâya çalışmış, senelerce muhtaç insanlara, hasta hayvanlara hizmet ederek, hattâ sokakları elleriyle temizleyerek bu âyetin şümûlüne girebilme gayret ve heyecânıyla yaşamıştır. Onun, mânevî derecelerinin yüksekliğine rağmen kendisini dâimâ kapı eşiğinde gören bir hâlet-i rûhiyeye sâhip oluşunu aksettiren şu mısraları, bizler için ne ibretli bir gönül ufku sergilemektedir:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!..

Bu bakımdan herhangi bir topluluğun önünde bulunanlar, mes’ûliyetini taşıdıkları insanları kendilerine hizmetçi değil, bilâkis kendilerini onlara hizmetçi mevkiinde görmeli ve onlara mütevâzî, mütebessim ve yumuşak davranmalıdırlar. Kendi hâllerini dâimâ kontrol altında tutup, insafsız ve katı kalbli olmaktan sakınmalıdırlar. Zîrâ hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmaktadır:

“Yöneticilerin en kötüsü, insafsız ve katı kalbli olanlardır.” (Müslim, İmâre, 23)

“Allâh’ım! Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye Sen de zorluk çıkar. Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara Sen de yumuşaklık göster.” (Müslim, İmâre, 19; İbn-i Hanbel, Müsned, VI, 93, 258)

Îmânın en güzîde tezâhürü olan merhamet, en fazla iktidar sâhiplerine lâzımdır. Merhametin meyvesi de Allâh’ın kullarına hizmettir. Bunun ehemmiyetinden dolayıdır ki âdil ve müstakîm idârecilerin, kıyâmetin o zor gününde Arş’ın gölgesinde bulunacağı, hadîs-i şerîflerde müjdelenmektedir.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi de âdil ve dirâyetli idârecilerin Hak katındaki mümtaz mevkiini ne güzel anlatmaktadır:

“Kıyâmet gününde insanların Allâh Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir…” (Tirmizî, Ahkâm, 4; Nesâî, Zekât, 77)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın:

• “ “İnsanlar yöneticilerinin tâkip ettiği yol üzeredirler.” şeklindeki hikmetli sözü mûcibince halk, başlarında bulunan idârecilere göre şekillenir, onların gittiği yoldan giderler. Nitekim Türkçemizdeki; “Balık baştan kokar.” darb-ı meseli de bunu ifâde etmektedir. Bu hususla ilgili olarak birkaç târihî misâl şöyledir:

Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlâk ve binâ merâkına düştüler. Meclislerde ve mahfellerde devamlı inşaattan bahsolunurdu.

Süleyman bin Abdülmelik, yiyip içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini israf ederlerdi.

Ömer bin Abdülazîz ise âbid, zâhid ve takvâ sâhibi bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde: “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve ne kadar infakta bulundun?” gibi sözlerle birbirlerini teşvik ederlerdi.1

Yâni târih insanlara, bencil ve hodgâmların açtığı ıztırap ve elem dolu manzaraları ve onların hazin âkıbetlerini bir ibret olarak sunduğu gibi, âdil ve sâlih idârecilerin şefkat, merhamet, ve diğergâmlık dolu şan ve şeref tablolarını da takdir ve teşvik ederek sergiler. İşte Ömer bin Abdülazîz, insanlığa muhteşem davranış güzellikleri sergileyerek cemiyetine huzur ve saâdet bahşetmiş, târihin şeref sayfalarında müstesnâ bir yer almıştır. Onun, ümmetin mes’ûliyetini yüklenmek husûsunda taşıdığı büyük emânet ve mes’ûliyet şuurunu aksettiren sayısız fazîlet manzaralarından birini, hanımı Fâtıma şöyle anlatıyor:

“Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

“–Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, yalnız başına terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri beni üzüntüye gark ediyor! Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn-i Kesîr, IX, 201)

Hanımı Fâtıma devamla der ki:

“Onun ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allâh korkusunu ve kıyâmet hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki haşyetullâh ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş, yâhut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime: «Keşke idârecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazîfeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesâfe kadar olsaydı.» derdim.”

Ömrünün sonlarında bir kısım idârî ve siyâsî hâdiselere iştirak ettiği için büyük bir pişmanlık duyan Amr bin Âs -radıyallâhu anh- da ölüm döşeğindeyken yüzünü duvara dönerek uzun uzun ağlamış ve âkıbetinin ne olacağı hakkında endişesini dile getirmiştir. (Müslim, Îmân, 192) Biriktirdiği malına bakarak:

“Keşke ya sen bir deve tezeği olaydın, yâhut ben Zâtü’s-Selâsil Gazvesi’nde ölüp gitseydim.” demiştir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın idârecilikteki mes’ûliyet şuurunu ifâde eden şu hâli de son derece ibretlidir:

Hançerlendiği zaman kendisine:

“–Yerinize birini tâyin etseniz!” denilmişti. O da:

“–Bu ümmetin mes’ûliyetini sağken üstlendiğim gibi vefat ettikten sonra da mı taşıyayım?.. Ben yaptığım halîfelik husûsunda bir mükâfât beklemiyorum. Yeter ki muâheze edilmeyeyim!” şeklinde cevap vererek endişesini dile getirmiştir. (Müslim, İmâret, 12/1823)

Yine bâzı kişiler, Hazret-i Ömer’e, fevkalâde dirâyetli biri olan oğlu Abdullâh’ı halîfeliğe vasiyet etmesini taleb ettiklerinde ise o:

“Bir âileden bir kurban kâfîdir.” demiştir.

Hak Teâlâ âyet-i kerîmede:

“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim (ve) çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) buyurarak her insanı kendisine emânet tevdî edilmiş bir varlık olarak kabûl etmektedir. Buna göre mes’ûliyet, sâdece halkın emânetleri husûsuna mahsus da değildir.

Zîrâ Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurdular ki:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmâm çobandır ve sürüsünden mes’uldür. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Muhakkak ki, ferdî hayatta bile Allâh’ın nîmetlerini liyâkat ve dirâyetle kullanmak îcâb eder. Ancak bundaki kifâyetsizlik sâdece ferdî zararları mûcib olduğu hâlde, halkın idâresini deruhte etmekteki dirâyetsizlik, idâre edilenlere de tesir edeceği için daha da büyük bir vebâli mûciptir.

Bu bakımdan, bilhassa dînî hususlarda önder ve örnek olacak kişilerin de, önce kendilerini ıslâh etmeleri şarttır. Zîrâ hidâyet ve istikâmet üzere olmak, önce onlar için gereklidir. Kendileri sâlih olmayanlar, başkalarını ıslâh edemezler.

Bir­gün Ebû Ha­nî­fe Haz­ret­le­ri ça­mur­da yü­rü­yen bir ço­cu­ğa rastla­mış­tı. Ona mer­ha­met ve şefkatle te­bes­süm ede­rek:

“–Ev­lâ­dım, dik­kat et de düşmeye­sin!” de­di.

Ço­cuk da, ze­kâ ve ba­sî­ret parla­yan göz­le­riy­le İmâm’a döndü ve ken­di­sin­den beklenmeyecek olgunluktaki şu mukâbelede bulundu:

“–Ey İmâm! Asıl sen dikkat et ve düşmekten sakın! Çünkü âlimin düşmesi âlemin düşmesi demektir. Be­nim düş­mem ba­sit­tir, dü­şer­sem yal­nız ben za­rar gö­rü­rüm. Fa­kat si­zin aya­ğı­nız ka­ya­cak olur­sa, size tâ­bî olup pe­şi­niz­den gidenlerin de aya­kları ka­yar ve dü­şer­ler ki, bunla­rın hep­si­ni kal­dır­mak, oldukça zor­dur!..”

İmâm Ebû Hanîfe, bu sözden çok müteessir oldu ve sarsıldı. Artık o günden sonra, talebeleriyle birlikte tam bir ay müzâkere ettikten sonra ancak bir fetvâ verirdi. Ta­le­be­le­ri­ne de şu nasihatte bulunurdu:

“Şâ­yet bir me­se­le­de si­ze da­ha kuv­vet­li bir de­lil ula­şır­sa, o hu­sus­ta ba­na tâ­bî ol­ma­yı­nız. İs­lâm’da ke­mâ­lin alâ­me­ti bu­dur. Ba­na olan sev­gi ve bağ­lı­lı­ğı­nız da an­cak bu şe­kil­de or­ta­ya çı­kar…” (İbn-i Âbidin, Reddü’l-Muhtar, I, 217-219)

Toplumun önünde bulunanların güzellikleri etrafına tesir ettiği gibi yanlış hareketleri de çevresindeki insanlar tarafından gayr-i ihtiyârî taklid edilir. Bundan dolayı idâreci, âdil ve iyi emsâl olmalı, hakkâniyetle hükmetmeli ve nefsânî arzularını bertaraf etmelidir. Aksi hâlde menfî örnek olduğu kişilerin de vebâlini yüklenmiş olur. Yine bir idâreci, Allâh Teâlâ’nın, Dâvûd

-aleyhisselâm-’a yaptığı şu îkâzı hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır:

“Ey Dâvûd! Muhakkak ki Biz seni yeryüzünde halîfe kıldık; şimdi insanlar arasında hak ile hükmet de hevâya tâbî olma ki (bu durum), seni Allâh yolundan saptırmasın…” (Sâd, 26)

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir defasında ashâbını şöyle uyarmıştır:

“Bir işe memur tâyin ettiğimiz kimse, bizden bir iğne veya ondan daha küçük bir şeyi gizlemiş olsa, bu bir hıyânettir, kıyâmet günü onu getirecektir.”

Bunun üzerine, Ensâr’dan bir zât ayağa kalkarak:

“—Ey Allâh’ın Rasûlü! Bana tevdî ettiğin vazîfeyi benden geri al!” dedi.

Hazret-i Peygamber

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“—Sana ne oldu?” diye sordu:

“—Sizin (az önce) söylediklerinizi işittim!” deyince Peygamber Efendimiz:

Ben onu şimdi de tekrar ediyorum: Kimi bir işe memur tâyin edersek az veya çok ne varsa bize getirsin. Ondan kendisine ne verilirse alır, ne yasaklanırsa onu terk eder.” (Müslim, İmâret, 30/1833)

Velhâsıl, en üst seviyedeki idâreciden en alt seviyedeki âile reisine kadar herkes, üzerindeki emânetlere riâyet edip mes’ûliyetinin lâyık-ı vechile idrâki içinde bulunmalıdır. Bu meyanda talebeye muhâtap muallimlerin veya bir cemaatin önünde yürüyen rehber şahsiyetlerin, sâdece bilgi sâhibi olmaları kâfî değildir. Onlar da insan hâlet-i rûhiyesine âşinâ, diğergâm, duygu derinliğine ve karşılaşılan meseleleri çözme dirâyetine sâhip, ilm-i siyâsete, yâni insan idâresinin inceliklerine vâkıf ve hizmetin ehemmiyetini müdrik olmalıdırlar. Her hâlukârda îtidâli muhâfaza edebilmeli, hizmette örnek olmaya çalışmalı, hizmet vecd ve heyecânı taşımalıdırlar. Zîrâ bir rehberin kâbiliyeti, onun mes’ûliyetini yüklendiği kişilerde müşâhede edilir. Altın işleyen ustanın çırakları da altın işçisi olurlar.

Şunu da unutmamak gerekir ki, riyâset makâmının en büyük handikaplarından biri, kibir ve gurur ile insanları hor görmek iptilâsıdır. Bundan kurtulmanın çâresi ise, yapılan hayırlı hizmetlerin ve muvaffakıyetlerin gerçek sâhibinin Allâh Teâlâ olduğuna kesin olarak inanmak; buna mukâbil, hatâ ve kusurları nefsine izâfe etmektir. Yine yüksek mevkîlerde istihdâm edilenler, Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi olmasa o makâma sırf kendi çabaları netîcesinde ulaşmalarının mümkün olmadığını bilmeli, sâhip oldukları güç ve iktidârın, Hakk’ın rızâsını tahsîl yolunda kendisine lutfedilmiş bir hizmet kapısı olduğunu aklından çıkarmamalıdırlar. Ayrıca dâimâ Allâh’a sığınıp, hatâ ve noksanlıkları sebebiyle kimsenin zarara uğramamasını dilemeli ve bu hizmetler için daha hayırlı insanların istihdâm edilmesini samîmî olarak temennî etmelidirler.

Allâh ve Rasûlü’nün bizlere tevdî ettiği emânetlere liyâkat kesbedebil­meyi, üzerimizdeki emânetlere lâyıkıyla sâhip çıkabilmeyi, Hakk’a ve halka hizmet şuuruyla yaşayıp bir mü’min kimliği sergileyerek ilâhî rızâsına erebilmeyi Rabbimiz cümlemize nasîb ve müyesser eylesin! Âmîn!..

Dipnot: 1) Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul 1976, I, 717; Taberî, Târihu’l-ümem ve’l-mülûk, Kâhire, 1939, V, 266-267.