Muhabbet ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz -1

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Aralık, Sayı: 226

Kâinâtın hilkat sebebi muhabbettir.

Îmânın temeli muhabbettir. Kulluğun bereketli zemini, ibâdetlerin lezzet kaynağı muhabbettir. Feyiz ve rûhâniyetin şartı muhabbettir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.

Muhabbet ile tortular durulur, arınır.

Muhabbet vesilesiyle, dermansız dertler şifâ bulur.

Muhabbet ile ölü kalpler dirilir.

Muhabbet sayesinde, padişahlar kul olur.

Muhabbetten dolayı, zindanlar gül bahçelerine döner.

Muhabbetten ötürü; karanlık evler aydınlanır, nurlanır.

Muhabbet vesilesiyle; nâr, nûr olur.

Hâsılı muhabbet ile, kahır rahmet olur.”

O hâlde;

Muhabbeti çok iyi idrâk etmeli ve kalplerimize nakşetmeliyiz.

Muhabbet deyince,

Öncelikle şu muhabbet ufuklarına gönül kanatlarımızı açmamız zarûrî:

  • Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbeti…
  • Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbeti…
  • Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmetine olan muhabbeti…
  • Ümmetinin, ashâbının, Hak dostlarının Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbeti…
  • Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile cemâdat ve sâir mahlûkat arasındaki muhabbet akışı…

CENÂB-I HAKK’IN RASÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZ’E MUHABBETİ

Cenâb-ı Hak; bu kâinâtı, bilinmeye olan muhabbeti sebebiyle halk etmiştir. Yani bu cihan insan için, insan da «mârifetullah» için yaratılmıştır.

Allâh’ı kalpte tanımak ve O’na muhabbet, îman ve ihsan şevki içinde kulluk ve ibâdet etmek insanın yaratılış gayesidir.

Bir başka âyet-i kerîmenin işaretiyle; insanın yaratılış gayesi, en güzel kulluğu kimin sergileyeceğinin ortaya konulacağı bir imtihandır.

Bu gayelerin en zirve temsilcisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Bu sebeple; Peygamber Efendimiz’e; «Varlık Nûru», «Mefhar-i Mevcûdât», «Fahr-i Kâinât» gibi müstesnâ isim ve sıfatlar verilmiştir.

Bu hakikati, Peygamber Efendimiz de, tevâzudan hiç ayrılmadan şöyle ifade buyurmuştur:

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatır:

“Sahâbeden bir kısmı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanlarına gelmesini bekler vaziyette oturmuş kendi aralarında konuşuyorlardı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evinden çıktı ve onlara yaklaştı. Onların konuşmalarını işitti ve sözlerini dinledi.

Onlardan birisi;

«–Allah Teâlâ’nın; yarattıklarından bir kimseyi, İbrahim -aleyhisselâm-’ı halîl / dost edinmesi gerçekten hayrete şâyan!» dedi.

Bir başkası;

«–Allâh’ın Musa -aleyhisselâm- ile konuşmasından daha acayip ne olabilir?» dedi.

Bir diğeri ise;

«–Allâh’ın İsa -aleyhisselâm-’ı Allâh’ın kelimesi ve rûhu kılması, (ya buna ne denilir?)» dedi.

Bir diğeri;

«–Allah Teâlâ’nın Âdem -aleyhisselâm-’ı ıstıfâsı / safî olarak seçmesi (bu da pek muhteşemdir.)» dedi.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına selâm verip şöyle buyurdu:

“–Sözlerinizi ve hayretinizi işittim…

(Dedikleriniz öyledirler. Lâkin ümmeti bulunmakla müşerref olduğunuz Peygamber’in husûsiyetlerinin bu peygamberlerin fevkinde ve zirvesinde olduğunu unutmayın);

أَلَا وَأَنَا حَب۪يبُ اللّٰهِ وَلَا فَخْرَ

Dikkat edin!

  • Ben Allâh’ın habîbi / sevgilisiyim, fakat övünmek yok! (Övünmek için söylemiyorum.)
  • Ben kıyâmet günü livâü’l-hamdi / hamd sancağını taşıyanım, fakat övünmek yok!
  • İlk şefaat edecek ve şefaati ilk olarak kabul edilecek olan da benim, fakat övünmek yok!
  • Ben cennet kapısının halkasını ilk çalanım. Allah kapıyı açar, ben muhâcirlerin fakirleriyle birlikte cennete girerim, fakat övünmek yok!” (Tirmizî, Menâkıb, 1; Dârimî, Mukaddime, 8)

Bu hadîs-i şeriften Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Allah katındaki kıymet ve fazîletinin ne kadar emsalsiz olduğunu öğrenmekteyiz.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’i ne kadar zirve bir muhabbetle sevdiğini ifade eden birçok hakikat zikredilebilir.

Meselâ;

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir peygamber üzerine yemin etmezken, Rasûlullah Efendimiz’in hayatı üzerine; «لَعَمْرُكَ» «Le-amruke» (el-Hicr, 72) buyurarak kasem (yemin) etmektedir.

Rabbimiz; bu yeminle, dikkatlerimizi Peygamber Efendimiz’in mübârek sîreti üzerine yoğunlaştırmamızı arzu buyurmaktadır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet’in hakikatini kavrayabilmek, ancak Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek ahlâkına ve kalbî derinliklerine yaklaşabilmekle mümkündür.

Şeyh Gālib’in bir şiirinde tavsîf ettiği gibi:

Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin Efendim!

Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim!

Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin Efendim!

Menşûr-i «le-amruk»le müeyyedsin Efendim!

“Peygamberlerin sultanı, şânı yüce bir padişahsın efendim! Çaresizlere ebedî bir devlet ve devâsın efendim! Mahşerin dehşetli günlerinde, ümmetinin başında bir hâmîsin efendim! Şânın üzerine Cenâb-ı Hakk’ın; «Sen’in ömrüne yemîn olsun!» diyerek and içtiği kasemle te’yîd edilmiş bir Peygamber’sin efendim!..”

Cenâb-ı Hak; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öyle sonsuz bir muhabbetle sevmektedir ki;

Kur’ân-ı Kerim’de O’na salât etmektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na çokça salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Bu salâtın künhüne vâkıf olabilmek, bizler için mümkün değildir. Bu salâtı ancak, sonsuz rahmet ve bereket olarak tasavvur edebiliyoruz.

Cenâb-ı Hak; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öyle sonsuz bir muhabbetle sevmektedir ki;

Başka hiçbir peygambere nasîb olmayan;

  • Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı,
  • Eşsiz İsrâ ve Mîrâc yolculuğunu,
  • Bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’ni,
  • Makām-ı Mahmûd’u,
  • Vesîle’yi ve Şefâat-i Uzmâ’yı yalnızca O’na lütuf buyurmuştur.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Ve muhakkak ki, Sana Rabbin (dünyada fetih ve nusret, âhirette havz-ı Kevser ve şefaat gibi nice ikramlar) ihsan buyuracak, Sen de hoşnut olacaksın.” (ed-Duhâ, 5)

“Biz (ezan, ikāmet, kelime-i tevhid ve kelime-i şahâdette nâmını, lâfza-i Celâl’in yanında tebcîl ederek) Sen’in şânını yücelttik!” (el-İnşirâh, 4)

“…(Habîbim!) O’nun (Rabbinin) Sana lütufkârlığı çok büyüktür.” (el-İsrâ, 87)

Fetih, Duhâ, İnşirâh ve Kevser Sûreleri; Rasûlullah Efendimiz’in Allah katındaki itibar ve şânını anlatmaya kâfîdir.

Yine Cenâb-ı Hak; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öyle büyük bir muhabbetle sevmektedir ki;

(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) buyurarak, O’nun mübârek vücudunu; müşriklerin dahî dünyada helâkten kurtulmalarına bir sebep kılmış, bizlere de gönlümüzde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet ve ittibâı yeşerttiğimiz müddetçe, azâb-ı ilâhîden âzâde olacağımız müjdesini vermiştir.

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’in;

  • Ahlâkının muazzam,
  • Hayatının, üsve-i hasene ve
  • Risâletinin âlemlere rahmet, sirâc-ı münîr ve sırât-ı müstakîm olduğunu ferman buyurmuştur.

Hâsılı;

Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın dediği gibi;

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

O muazzam ve muhteşem ahlâkın sahibi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Cenâb-ı Hakk’a eşsiz bir vefâ, hamd ve şükür sergileyerek, «muhabbetullâh»ın / ilâhî aşkın en zirve mümessili olmuştur:

RASÛLULLAH EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN CENÂB-I HAKK’A MUHABBETİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ı öyle eşsiz ve zirve bir muhabbetle seviyordu ki; Allâh’a kul olmayı her şeyin üzerinde tutuyordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu tercihini anlatan rivâyetlerden biri şöyledir:

Mîracda Cenâb-ı Hak sordu:

“–Habîbim! Sen’i neyle taltif edeyim, ne ile şereflendireyim?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Sana kul olma nisbetiyle (Sana kul olma şerefiyle şereflendir) Rabbim.” (Âlûsî, XV, 4)
buyurdu.

Mîrac; hârikulâde güzelliklerin, eşsiz manzaraların, mele-i âlâya (yani peygamber ruhlarının ve yüce meleklerin bulunduğu ulvî topluluğa) ait muhteşem sahnelerin temâşâ edildiği bir sır ve hikmet meşheriydi. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gözleri orada, Cenâb-ı Hak’tan asla ayrılmadı.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.”
 (en-Necm, 17)

O muhteşem âlemleri seyrettikten sonra, tekrar dünyaya dönerek, kulluğuna ve risâlet vazifesine devam etti.

Bu hakikati temsilî bir dille anlatan şu kıssayı zikredebiliriz:

SEVDİĞİNE İŞARET

Halîfe Hârun Reşid, köle ve hizmetçilerini her yıl farklı hediyeler vermek sûretiyle sevindirirdi. Onların gönüllerini hoş etmek, kendisi için tarifsiz bir lezzetti. Yine bir sene, hepsini bir araya topladı. Önlerine türlü türlü giyecekler, latîf kumaşlar, altınlar, gümüşler getirdi ve nezâket dolu bir üslûp ile;

“–İsteyen dilediğine elini değdirsin veya işaret etmek sûretiyle;

«–Benim buna ihtiyacım var!» desin. Mutlaka herkes sevdiğini göstersin!” dedi.

Halîfenin bu sözleri üzerine; o meydandaki herkes, büyük bir sevinçle, sevdiği eşyayı işaret etti. Kimi birkaç parça altın ve gümüş parayı, kimi nârin bir elbiseyi, kimi de bir top kumaş parçasını gösteriyordu. Lâkin hizmetkârlardan biri, yüzünde mahcubiyet ifadesi olduğu hâlde, Halîfe Hârun Reşid’i işaret etmekteydi. Hârun Reşid onun bu hâlini görünce hayretle;

“–Ne yapıyorsun? Sen niçin beni işaret ediyorsun?” diye sordu.

Hizmetkâr, bu soru üzerine gönlündeki hissiyâtı sergileyen şu cevabı verdi:

“–Efendim! Siz; «Neyi severseniz ona işaret ediniz.» buyurdunuz. Ben de sizi işaret ediyorum. Zira sizi çok seviyorum.”

Hârun Reşid, her kelimesi derin bir muhabbet yüklü olan bu sözlerinden dolayı o hizmetkâra hitâben;

“–Mademki sen bana muhabbet duydun, ben de malım da seninim.” dedi ve o hizmetkârı âzâd etti. Bununla da iktifâ etmeyip diğer hizmetçilere de, ona hizmet etmelerini emretti.

Cenâb-ı Hakk’a tâkatinin son damlasına kadar kulluk edebilmek iştiyâkıyla, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ayakları şişinceye kadar uzun uzun namaz kılardı. Elbisesi, mübârek sakalları ve secde ettikleri yer, mübârek gözyaşlarıyla ıslanırdı. Kendisine;

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” denilince de;

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuşlardır. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386; Buhârî, Teheccüd, 16)

O’nun yalnız Mevlâ’yı halîl edinen gönlü, dünyaya asla iltifat etmedi. Fetih yıllarında mübârek hâneye gelen ganîmet ve hediyeleri derhâl fukarâya dağıtır, kendi açlığını unutur, açları doyurmakla huzur bulurdu.

Dünya hayatı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için; ancak ibâdet, hizmet, gayret ve fedâkârlık mekânıydı. Âhiret tarlasıydı.

Sevinçli günde de, meşakkatli günde de gönlündeki ve dilindeki cümle;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır!” ifadesiydi. (Buhârî, Rikāk, 1)

En ağır çile çemberlerinden geçtiği hâlde, Tâif’te karşılaştığı en zor ve en hakaretâmiz davranışlar karşısında dahî;

“–Yâ Rabbî! Sen bana gazaplı değilsen, başıma gelenlere asla aldırmam!” diyecek bir şuur, rızâ ve teslîmiyet içindeydi. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7)

Dâr-ı bekāya irtihallerine yakın günlerde, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Refîk-i Âlâ / Yüce Dost»a olan iştiyâkını, üstü kapalı şekilde şöyle beyan buyurdu:

“Şânı yüce olan Allah; bir kulunu, dünya ve onun ziyneti ile kendi katındaki nimetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da, Allah katındakileri tercih etti!..” (Ahmed, III, 91)

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ı çok sevdiği gibi, O’nun azametinden ve kibriyâsından çok da korkuyor, mehâfetullah, haşyet ve takvâda da zirve bir kul hâlini sergiliyordu.

Necip Fâzıl’ın;

Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde,

Allah’tan nasıl korkmaz, insan O’nu sever de?

mısralarıyla ifade ettiği üzere, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; her gün 70 defa -bir rivâyette 100 defa- istiğfâr edecek derecede, Cenâb-ı Hakk’a tevbe ve inâbe hâlindeydi.

Gökte siyah bir bulut görse, secdeye kapanacak derecede Allah’tan korkuyor ve;

“Allâh’ım! Gazabından rızâna; cezandan affına sığınırım. Sen’den yine Sana sığınırım. Sana övgü ve senâyı saymakla bitiremem. Sen kendini nasıl övdüysen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) niyâzı ve benzeri duâlarla dergâh-ı ilâhîye ilticâ ediyordu.

Cenâb-ı Hak ve Habîb-i Edîbi arasındaki muhabbeti dile getirmeye, kimsenin lisânında ve kaleminde dirâyet yoktur. Çünkü o muazzam bir sırdır. O muhabbetten bize yansıyanları ifadeye ise kelimelerin kifâyeti yoktur.

Bizim daha ziyade yoğunlaşacağımız muhabbet ufku ise, mü’minler için ilâhî muhabbetin vesilesi olan Rasûlullah Efendimiz ile bizim aramızdaki muhabbet ve ittibâın ifadesidir:

RASÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN,
ÜMMETİNE MUHABBETİ

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine duyduğu muhabbet, şefkat ve merhamet, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok daha fazla idi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; dünyayı şereflendirmesinden evvel de rahmetti, hâl-i hayâtında da rahmetti, kabir âleminde de rahmettir, kıyâmet gününde de rahmet olacaktır.

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum!

Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arz olunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allah’tan mağfiret dilerim.” (Heysemî, IX, 24)

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde;

«–Yâ Rabbî! Ümmetim!.. Ümmetim!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmetinin hidâyetine, ıslahına ve ebedî kurtuluşuna olan düşkünlüğü âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı Raûf (çok şefkatli), Rahîm (çok merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128)

Bu âyette Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in merhamet ve şefkatini ifade için kullanılan Raûf ve Rahîm sıfatları; Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette, Cenâb-ı Hak için de kullanılmış, fakat Peygamberimiz’den başka hiçbir peygamber, bu iki sıfatla tavsif edilmemiştir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; câhiliyye insanına gönderilmişti. Asırlardır kendilerine peygamber gelmemiş, ümmî bir kavme tebliğde bulunuyordu. Baskınlarda çölleri kana bulayan, öz evlâtlarını diri diri gömen, vahşî tabiatları hemen hiç terbiye görmemiş, mağrur ve kaba çöl insanını, sabırla, metânetle, şefkatle ve en mühimi de muhabbetle terbiye etti.

Mescidine bevleden bedevîye dahî sert muâmelede bulunmadı. Ona güler yüzle temizliği, nezâfeti ve nezâheti öğretti.

Cimriye cömertliği, korkağa cesareti, miskine çalışmayı, kaba saba insanlara zarâfeti öğretti.

Onları sahâbe-i kiram eyledi.

Böylece o câhiliyye enkazından bir fazîletler medeniyeti inşâ etti.

Fetih Sûresi’nin son âyetindeki ekin temsilinde anlatılan, zayıf filizi kuvvetlendikçe ve yükseldikçe sevinen bahtiyar bahçıvan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz idi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlığın kurtuluşu için âdetâ çırpınış hâlindeydi. Taşlanmayı göze alarak Tâif’e kadar gitti. Zira bütün insanlığı kendisine zimmetli ve kendisini de bütün insanlıktan mes’ûl gördü. Ümmetinin dertleriyle dertlendi. Mazlumları huzura kavuşturan müşfik bir sığınak ve barınak; muzdarip ve yorgun gönülleri ferahlatan bir rahmet esintisi oldu…

O öyle bir şefkat okyanusuydu ki; bütün ashâbının derdine derman olmaya çalışıyor, hiçbirinin dünyevî veya uhrevî bir derdine bîgâne kalmıyordu. Şöyle diyordu:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm.

Bir kimse ölürken mal bırakırsa; o mal, kendi yakınlarına aittir.

Fakat borç veya yetimler bırakırsa; o borç bana aittir, yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cum‘a, 43)

Ümmeti için uhrevî endişesi ise, elbette çok daha derin idi. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetine karşı muhabbet ve şefkatli hâlini şöyle tarif etmişti:

“Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.” (Müslim, Fedâil, 17)

Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 23 yıl boyunca, kavliyle, fiiliyle, sohbetiyle, cihâdıyla, örnek oluşuyla dâimâ ümmetini ateşten korumaya ve cennete vâsıl eylemeye çalıştı.

Ümmetine şöyle nidâ etti:

“Ey insanlar!

Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın!

  • Gizli-açık bolca sadaka vermek ve
  • Allâh’ı çok çok zikretmekle,

Rabbiniz’le aranızı düzeltin!

Böyle yaparsanız; rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri elde edersiniz.” (İbn-i Mâce, İkāme, 78)

Yine Vedâ Hutbesi’nde vasiyet mâhiyetinde ümmetine seslendi:

“Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

Çünkü;

Peygamberimiz’in ümmetine olan olgunlaştırıcı ve dönüştürücü o ulvî muhabbeti, beşerî muhabbetlerin zaman zaman zaafa dönen kusurlarından berî idi.

Meselâ;

Âzadlısı Zeyd’in oğlu Üsâme -radıyallâhu anhümâ-’yı çok severdi. Lâkin Üsâme’nin, Kureyşli bir kadına, artık tahakkuk etmiş şer‘î bir cezanın uygulanmaması için aracılık etmeye çalışmasına üzüldü ve kızdı. Onu yine muhabbet dolu bir îkazla terbiye etti.

Yani Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgisi, nehy-i ani’l-münker vazifesine mâni olmadı. «Söylersem üzülür.» diye susmadı. Bilâkis çok sevdiği için; sevdiklerini hatadan, günahtan ve yanlıştan sakındırdı.

Peygamberimiz’in dünya hayatındaki son günlerinde tek endişesi ardından nasıl bir ümmet bıraktığıydı.

Hastalığının şiddetli günlerinde bir defasında biraz mecal hissedince bir kolunda Hazret-i Abbâs ve bir kolunda Hazret-i Ali olmak üzere kendisine hasret hâlindeki ashâbının yanına çıktı. İmâmette bulunan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın yanına oturarak namazını kıldı, ashâbıyla hasret giderdi. (Buhârî, İstihlâf-i İmâm, 687)

Son günün sabah namazında ise oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnada Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 83)

Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.) Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)

Muhabbet bir ateş gibi, değdiği gönüllerde çoğalır. Bir mum, binlerce mumu yakar. Peygamberimiz’in samimî muhabbeti, sahâbe-i kirâmın gönüllerinde mâkes buldu. Güneşin aynalarda yansıması gibi çoğaldı ve onları semâdaki yıldızlar hâline getirdi.

Peygamber-i Zîşân Efendimiz’in ümmetine olan bu büyük ve derin muhabbetine mukabil, ümmetin O’na muhabbet ve vefâsı nasıldır, sahâbe ve Hak dostları O’na sevgilerini nasıl ifade etmişlerdir? Onları müteâkip yazıda ifade etmeye çalışacağız.

Cenâb-ı Hakk’a muhabbetimizi artırması için, Hazret-i Dâvud’un duâsıyla niyâz edelim:

“Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i sevenleri sevmeyi ve Sen’in sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim.

Allâh’ım! Sen’in muhabbetini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle!” (Tirmizî, Deavât, 72)

Âmîn!..