Mezheplerin Mâhiyeti

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2010 Ay: Ağustos Sayı: 47

Efendim; Peygamberimiz zamanında mezhep var mıydı? Mezheplerin mâhiyeti hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?

Mezhep, dînî bir hüküm vermenin kâidesi, çerçevesi ve sistemini ifade eder.

Mezhepler konusunda, öncelikle şu husûsu bilmek yerinde olacaktır. Ra­sû­lul­lah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in, pey­gam­ber ola­rak pek çok va­zi­fe ve sa­lâ­hi­ye­ti vardır. An­cak bun­lar içe­ri­sin­de Ce­nâb-ı Hakk’ın, O’na ver­di­ği şu dört va­zi­fe te­mâ­yüz et­mek­te ve da­ha da ehem­mi­yet ka­zan­mak­ta­dır:

1. İlâ­hî vah­yi telâkkî etmek. Bu keyfiyet Pey­gam­ber Efen­di­miz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in dâr-ı be­kâ­ya ir­ti­hâ­lleriy­le ni­hâ­ye­te er­miş­tir.

2. Ruh­lar­da ta­sar­ruf et­mek sû­re­tiy­le in­san­la­rın iç âle­mi­ni tez­ki­ye edip dü­zelt­mek. Yani insan terbiyesi ve ahlâk nizâmı… Bu salâhiyet ehl-i tasavvuf tarafından devam ettirilegelmektedir.

3. Dî­nin emir ve ne­hiy­le­ri­ni mü­es­se­se ve ni­zâm hâ­lin­de tat­bîk eden ve can­lı tu­tan idâ­rî oto­ri­te­ye sâ­hip ol­mak. Yani siyasetin, Kitap ve Sünnet çizgisinde devam etmesini sağlamak. Bu salâhiyet de ha­lî­fe­ler ta­ra­fın­dan dev­ra­lı­nıp de­vam et­ti­ril­miş­tir.

4. Kur’ân-ı Ke­rîm’le nâ­zil olan ah­kâm ve ha­kî­kat­le­ri, ha­dîs-i şe­rîf­ler­de ve Si­yer-i Ne­bî’de vâ­rid ol­du­ğu üze­re şerh ve îzah et­mek. Ra­sû­lul­lah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu il­mî oto­ri­te­si ic­ti­had ma­kâ­mı­na eri­şen salâhiyet sâhibi âlim­le­re âit­tir. Nitekim salâhiyetli âlimler, değişen zaman ve şartlara göre, Kitap ve Sünnet’i temel alarak hüküm çıkarmışlardır. Zira cihânşümûl bir din olan İslâm, bu sâyede her asırda insan hayatını tanzim edebilmektedir.

Sizin sormuş olduğunuz mezhepler konusu da Peygamber Efendimiz’in bu salâhiyeti ile ilgilidir.

Peygamber Efendimiz henüz hayattayken, ashâb-ı kirâm karşılaştığı problemleri kendisine arz ediyorlar ve O’ndan meselenin çözümünü öğreniyorlardı. Bu sebeple o dönem için, bugünkü mânâda mezheplerden söz etmek doğru değildir. Lâkin bunun yanında ashâb-ı kirâm arasında Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip zâtlar da vardı.

Zira şu hâdise, bizlere, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- henüz hayattayken bile, O’ndan uzakta yaşayan âlim sahâbîlerin, Usûl (hüküm çıkarma kâideleri) ve Fürû’uyla (fıkhî meseleleri) kurulmuş olmasa da kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Muâz -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e gönderirken:

“‒Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?” diye sormuştu. Muâz t, önce Kur’ân’a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet’e intikal edeceğini, orada da bulamazsa Kur’ân ve Sünnet muhtevası içerisinde kendi reyiyle içtihad edeceğini söylemişti. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de onun bu hareket tarzını tasdik etmiş, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için Allah Teâlâ’ya hamd etmiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Akdiye, 11; Ahmed, V, 230, 236; İbn-i Sa’d, III, 584; Diyarbekrî, II, 142)

Yine Sahâbe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişiden biri olan Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’la ilgili olarak şöyle bir rivâyet nakledilir:

Bir gün kendisine pek çok mesele hakkında soru yöneltilmişti. O da kendisini dinleyenlere hitâben şu açıklamayı yaptı:

“–Herhangi bir meseleyle karşılaşan kimse, Allâh’ın kitabıyla hüküm versin! Allâh’ın kitabında çözümü olmayan bir meseleyle karşılaşırsa, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in verdiği hükümlere bakarak hâlletsin.

Allâh’ın kitabında ve Peygamber Efendimiz’in hükümlerinde çözümünü bulamazsa, sâlih âlimlerin verdiği fetvalara bakarak meseleye cevap versin.

Kur’ân’da, Sünnet’te ve sâlihlerin fetvalarında cevabı bulunmayan bir mesele ile karşılaşırsa, aklını kullanarak içtihat yapsın! «Ben içtihat yapmaktan korkarım» demesin. Çünkü helal belli, haram bellidir. Helalle haramın arasında şüpheli ve kapalı hususlar vardır. O hâlde sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye bak!” (Nesâî, Kazâ, 11)

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ukbâ âlemini şereflendirmesinden sonra İslâm âlemi İran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’nın fethedilmesiyle genişledi ve sahâbîlerden her biri, İslâm’ı gönüllere nakşetmek için farklı beldelere dağıldı. Pek tabiî olarak bu sahâbîler de engin bilgi birikimleriyle gittikleri her yerde başlıca müracaat kaynağı oldu. Yani Müslümanlıkla henüz şereflenmiş olan veya İslâm hakkında fazla bilgisi olmayan pek çok kimse, kendilerine çeşitli meselelerde dînin hükmünün ne olduğunu sordu. Sahâbîler de muhatap oldukları soruların cevabını evvela Kur’ân ve Sünnet’e bakarak, orada bulamadıklarını da kendi içtihatlarıyla yaşadıkları yerin iklim, örf ve kültürünü de dikkate almak sûretiyle hüküm vererek cevapladılar.

Tâbiîn devrinde içtihad faaliyetleri artarak devam etti. Onlardan sonra da aralarında dört mezhep imamının bulunduğu nesil geldi. Bunlar, Tâbiîn âlimlerinin elinde yetişerek, Sahâbe ve Tâbiîn’in fıkhının üzerine kendi elde ettikleri bilgileri de ilâve ettiler. Böylece gerek Sahâbe, gerek Tâbiîn, gerekse Tebe-i Tâbiîn’in fetvaları arasında, yukarıda zikredilen sebepler çerçevesinde farklı hükümler ortaya çıktı. Neticede müslümanlar kendi bölgelerinde yaşayan imamın fetvalarını bildiklerinden, onu tercih ederek ona göre amel ettiler. İşte bu tercih ve taraftarlık sebebiyle, zamanla “gidilen yol” mânâsına gelen mezhepler teşekkül etmiş oldu.

Şu hâdise, sahâbîlerin, karşılaştıkları yeni bir meselede nasıl içtihad ettiklerini göstermesi bakımından pek güzel bir misâldir:

Irak ve İran toprakları fethe­dilince sahâbîler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımın­da ihtilâfa düştüler. Hazret-i Ömer, devletin reisi ve mü’minlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden imtina etti. Çünkü o, görüyordu ki bu arazi, Allâh’ın, “Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeyle­rin beşte biri Allâh’ın, Peygamberin, O’nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır…” (el-Enfâl, 41) âyetinin muhtevâsına girmemekteydi. Zira bu âyette kastedilen ganimet, menkul malları ifade etmekte olup, gayr-i menkûl olan toprağı içine almamaktaydı.

Diğer taraftan devletin ve sınırlarının korunması için de gelire ihtiyaç vardı. Bu da, arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahibi olan gayr-i müslimlerden cizye almakla sağlanabilirdi.

Bu meselenin hükmüyle alâkalı tartışma üç gün sürdü. Üçüncü gün Hazret-i Ömer, şu âyeti okudu:

“Allâh’ın (silah kullanmadan fethedilen) ülkeler halkından Peygamber’ine verdiği ganîmetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetîmler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Bu, o malların, içinizden yalnız zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmaması içindir…” (el-Haşr, 7)

Hazret-i Ömer, bu Kur’ân nass’ını okuyunca diğer sahâbîler iknâ oldu ve arazi askerler arasında taksim edilmedi.

Burada mezheplerin mâhiyeti ile ilgili olarak şu husûsu bilhassa ifâde etmek yerinde olacaktır:

Bütün ehl-i sünnet mezhepleri, İslâm’ın kesin emirlerinde ve icmâ ile kabul edilen fıkıh konu­larında müttefiktir. İhtilâf, akılla hâlledile­bilecek ve hakkında kat’î nass yani âyet ve hadis bulunmayan cüz’i meselelerdedir.

Meselâ “kadına dokunma”nın abdesti bozacağı Kur’ân’da beyan edilmiştir. (bkz. en-Nisâ, 43) Fakat dokunmanın derecesi ve mânâsı husûsunda imamlar arasında yorum farkı vardır. Nitekim Şâfiî’ye göre elin bir ucu kadının çıplak eline pek az da olsa dokunsa, abdest bozulur. Zira lügat mânâsıyla pek az da olsa dokunmak, dokunmaktır.

Ebû Hanîfe’ye göre ise, erkeğin elinin kadının eline dokunmasıyla abdest bozulmaz. Zira Kur’ân-ı Kerîm’deki “dokunmak”tan murâd, elin değmesi olmayıp, kastedilen cinsî münâsebettir. Nitekim Ahzâb sûresinin 49. âyetinde “dokunmak” kelimesi bu mânâda kullanılmıştır.

Görüldüğü gibi Kur’ân’da ve hadislerde beyan olunan hususlarda ihtilaf yoktur. İhtilaf, Kur’ân ve hadislerde bulunmayan kısımların açıklanmasında ve tatbik edilmesindedir. Bu alanda da içtihad etmeye izin verilmiştir.

Yalnız bu içtihad izni, başta da ifâde ettiğimiz üzere sadece salâhiyetli âlimlere verilmiştir. Böylelikle İslâm, değişen topluma ve terâkkî eden ilme her asırda en güzel bir sûrette cevap verebilmektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, dînî bilgisi nâkıs olan kimselerin ortaya çıkıp «bana göre» ifâdesini kullanarak dînî konularda hüküm vermeye kalkmasıdır. Bu kendini bilmezlik, -Allah muhâfaza buyursun- neticede insanı küfre dûçâr edebilir. Zira Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in bu hususta şöyle bir îkâzı bulunmaktadır:

“Kim Kur’ân hakkında kendi re’yi yani görüşü ile söz söylerse Cehennem’deki yerine hazırlansın!” (Tirmizî, Tefsîr, 1/2951)

İslâm, hayatı beşikten mezara kadar tanzim eden bir sistemdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak kullarına, yeni ihtiyaçları için içtihad kapısını açık bırakmıştır.

Bu içtihad izni, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına büyük bir lutfudur. İnsanlar için büyük bir rahmet ve kolaylıktır. Nitekim içtihad, İslâm’a esneklik kazandırmış, değişik toplum ve çevrelerde yayılmasını kolaylaştırmış ve İslâmî hükümlerin yeni hâdiselere rahatlıkla tatbikini sağlamıştır.

Zira bu içtihad kapısı açık olmasaydı; gündüz ile gecesi çok uzun süren kutuplarda yaşayan Müslümanların, Efendimiz’in dâr-ı bekâya irtihâllerinden sonra ibâdet vakitleri nasıl belirlenecek, Peygamberimiz zamanında olmadığı hâlde günümüzde bilgisayar üzerinden yapılan ticaret hukûku nasıl tanzîm edilecek, yine o gün sadece sarhoş edici olan şarap varken günümüzde sarhoş edicilik vasfı bulunan pek çok içki ve uyuşturucunun hükmü nasıl ortaya konacaktı?

İşte misallerini arttırabileceğimiz bu ve bunun gibi problemler, salâhiyet sahibi âlimlerin içtihadda bulunmasını zarûrî kılmıştır.

Burada «Peki niçin İslâm fıkhında dört mezhep vardır?» şeklinde bir soru akıllara gelebilir.

Ehl-i Sünnet çizgisi içinde bildiğimiz dört mezhepten başka usûl’üyle, kaynakları ve prensipleriyle bize intikal etmiş başka bir mezhep yoktur. Olsaydı, bugün dört değil de daha fazla mezhep tâkip edilirdi.

Ayrıca dört mezhep’in usûlleri iyi incelenirse görülecektir ki, hayatımızı İslâmî bir çerçevede yaşamak için bu usûller fazlasıyla yeterlidir. Yeter ki hakkıyla anlaşılsın ve tatbik edilsin. Yani dört mezhep’in ulemâsının tespit ettiği usûl ve kâideler çerçevesinde çözüme kavuşturulamayacak mesele yoktur.

Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak kâbiliyette, yani “mutlak müçtehid” olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Bazıları iki buçuk asırdır bunu dile getirdikleri hâlde ortaya yeni bir Fıkıh usûlü konmuş değildir. Fıkıh usûlü olmadan mezhep olmaz. Zira mezhep, Fıkıh usûlü sistemi üzerine kurulur.

Sonuç olarak bütün mezhepler nass’ların muhtevasında hareket etmektedir. Bu sebeple dört mezhepteki bütün içtihadlar, Kur’ân ve Sünnete dayanan kat’î ve fer’î deliller ile teyid edilmiştir.

Mezheplerin reddedilmesi ise, onların üzerine bina edildiği “Kur’ân ve Sünnet telakkîsinin” reddi mânâsına gelmektedir. Bu da neticede Kur’ân ve Sünnet’in “delil”, yani “yol gösterici” olmaktan çıkarılıp, çağa göre, insanların hevâ ve heveslerine göre yorumlanabilir hâle gelmesi tehlikesini doğurabilir. Bir müslümanın Kur’ân ve Sünnet’i bu mevkîde görmesi ise aslâ mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak nûrunu tamamlayacak, yani dînini kıyamete kadar devam ettirecektir. Hucurât Sûresi’nin ilk âyetinde şöyle buyrulmaktadır:

“…Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1) Yani âyet-i kerîmede mü’minler, Allah ve Rasûlü’nün bizzat hüküm verdiği bir hususta, kendi görüş ve arzularına göre hareket etmekten menedilmektedir.

Dört mezhep de bu minvâl üzere devam edegelmektedir.