Lokman Hakîm (aleyhisselâm) -2-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2012 – Mart, Sayı: 313, Sayfa: 032

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Yavrucuğum! Hikmet, yoksulları pâ­di­şah­la­rın meclislerine oturt­muştur.” (Ahmed, ez-Zühd, s. 87, no: 537)

[Hikmet, rûhun gıdâsıdır. İnsan bedeninin hayâtiyeti için nasıl ki maddî gıdâlara ihtiyaç varsa, mânevî huzur ve tekâmül için de hikmetlerde derinleşerek gönlü feyz ve rûhâniyetle ihyâ etmek zarûrîdir.

İnsan, bütün dünya mülküne sahip olsa bile, hikmetten mahrûmi­yetin rûhunda açtığı boşluğu, hiçbir şeyle dolduramaz. Bunun içindir ki, bilhassa büyük servet sahipleri ve idârî mevkîlerde bulunup toplumun mes’û­liyetini yüklenmiş olanlar, Hakk’a kulluk yolunda kalbî muvâzene­ ve isti­kâ­metlerini koruyabilmek için, hikmet ehli zâtların himmetle­ri­ne, her­kes­ten daha çok muh­taç olmuşlardır. Zira kudret ve iktidar sa­hip­lerinin çevresinde­kiler, umûmiyetle bir men­faat beklentisi veya mev­kîlerini kaybetme endişesi içinde olduklarından, doğruları her zaman cesaretle dile getiremezler.

Hikmet ehli ise, halkın değil Hakk’ın nazarında mûteber olabilmenin tâlibidirler. Onlar, dünyevî menfaatlerden müstağnî kalıp hakkı tebliğ yolunda zahmetlere katlanmayı kendileri için rahmet bilirler. Bu sebeple kudret ve iktidar sahiplerine, yakın çevrelerini kuşatmış olanlardan hiçbirinin yapamayacağı îkaz ve nasihatlerde bulunmaktan çekinmezler. Onların âhiretini korumak için, tıpkı bir doktorun hastasına şifâ olacak acı ilâçlar içirmesi gibi, gerektiğinde acı reçeteler vermeyi, vazife telâkkî ederler.

Rivâyete göre Abbâ­sî halîfesi Hârun Reşid, bir gün yakın dostuna:

“–Gönlüm, şu saltanatın verdiği debdebeden sıkıldı. Beni öyle bir zâta götür ki; yanında huzur bulayım.” dedi.

O da halîfeyi Süfyan bin Uyeyne’nin tavsiyesiyle Fudayl bin İyaz’a götürdü. Fudayl’ın evine varıp kapıyı çaldılar. Fudayl, içeriden:

“–Kim o!” diye seslendi. Onlar da:

“–Emîru’l-Mü’minîn!” dediler. Fudayl:

“–Ümmet-i Muham­med’­in görülecek bunca işi varken Emîru’l-Mü’minîn’in benim yanımda ne işi var?” diye sordu. Hârun’un yakın dostu:

“–Ülû’l-emr’e itaat vâciptir. Şimdi söyle; içeriye senin vereceğin desturla mı, yoksa halîfenin emriyle mi girelim!..” dedi. Fudayl:

“–Destur yoktur, eğer emirle girerseniz, onu da siz bilirsiniz!..” dedi.

Hârun içeri girdi ve Fudayl bin İyaz’dan öğüt istedi. Fudayl dedi ki:

“–Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in amcası olan deden, «Beni bir kavme emir yap!» diye O’ndan ricâ etmişti. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

«–Amcacığım! Bir an, seni sana emir yaptım.» dedi. Yani, «Bir nefes Allâh’ın tâatinde bulunman, binlerce yıl halkına bîgâne ve gâfil bir hükümdar olmandan hayırlıdır…» demek istedi.”

Hârun Reşid:

“–Biraz daha öğüt vermez misin?” deyince de şunu anlattı:

“–Ömer bin Abdülaziz, hilâfet makamına geçirildiği zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Kâ‘b’ı dâvet ederek:

«–Bana çok ağır bir vazife verildi, benim âhiret selâmetim için bana tavsiyeniz nedir?» diye sormuştu da onlardan biri:

«–Eğer yarın, kıyâmet günü azaptan kurtulmak istersen; müslüman­ların yaşlılarını baban, gençlerini kardeşin, çocuklarını evlâdın, kadınlarını da annen ve bacın bil!..» demişti.” Hârun:

“–Biraz daha öğüt ver.” deyince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:

“–İslâm diyârı senin evin, bu diyardaki halk da âile efrâdın mesâbesindedir. Babana, kardeşlerine ve yavrularına nasıl muâmele ediyorsan, tebaana da o şekilde davran. Baban yerinde olan yaşlıları ziyaret et, kardeşlerin yerinde olan gençlere iyilik yap, evlâtların yerinde olan çocuklara da ikramda bulun.” Sonra ilâve etti:

“–Ey Halîfe! Şu güzel yüzünün, cehennem ateşinde yanıp çirkinleşmesinden korkarım! Nice pırıl pırıl çehreler vardır ki, cehennemde feryâd ü figân etmekteler! Burada emîr olan niceleri orada esirdir!”

Hârun Reşid, biraz daha öğüt vermesini ricâ edince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:

“–Allah Teâlâ’dan kork!.. Çünkü O, kıyâmet günü müslü­manları senden tek tek soracak ve her birinin hakkını ödemeni sana emredecek. Eğer bir gece, bir ihtiyar kadın, evinde aç olarak uyumuşsa, (hidâyet bekleyen bir insana îkaz ve tebliğde bulunmaktan bîgâne kalmışsan), yarın kıyâmet günü onlar da yakana yapışacak ve orada senden dâvâcı olacak!”

Gözü yaşlı bir hâlde daha nice nasihatler dinleyen Hârun Reşid, oradan ayrılmadan önce Fudayl bin İyaz’a:

“–Borcun var mı?” diye sordu. Fudayl:

“–Evet var! Rabbimin bu kadar ikram ve ihsânına mukābil, hamd, şükür ve zikir borcum var. O, lûtfedip bana hidâyeti ihsân etti. Benim vazifem de, bunun şükür borcunu Rabbime ödememdir. Eğer O, bu borcumu îfâdaki noksanlığım sebebiyle beni yakalarsa, vay hâlime!” dedi. Hârun:

“–Ben Hakk’a değil, halka borcunu soruyorum.” dedi. Fudayl:

“–Elhamdülillah! Hakk’­ın nîmetleri içinde yü­zü­yo­rum. Halktan hiçbir ta­le­bim yok.” dedi.

Bu sözüyle Fudayl âdeta; “Hakk’ın tak­dî­rin­den memnun ve mes­rû­rum. O’ndan gelen her şey be­nim için en hayırlısıdır. Allâh’ın bana takdîr ettiğini, O’nun kullarına şikâyet etmekten hayâ ederim.” demek istemişti.

Sonra Hârun, içinde bin altın bulunan keseyi onun önüne koydu ve:

“–Bu, annemden miras kalmış helâl bir paradır.” dedi. Bunu gören Fudayl dedi ki:

“–Bak Hârun! (Ben, sana ne anlatıyorum, sen ise ne yapıyorsun?!) Ben senin kurtuluşunu istiyorum, sen ise bana böylesine ağır bir yük yüklüyorsun! Ben sana; mâlik olduğun her şeyi hak sahiplerine iâde et! (Tebaandaki yaşlılar baban, gençler kardeşlerin, kadınlar annen ve bacın, çocuklar da evlâtlarındır; senin üzerinde benden evvel onlar içindeki yoksul, aç, kimsesiz ve gariplerin hakkı var. Sen benden evvel onları düşün, onları gözet ve bu hakkı onlara tevzî et!) diyorum; sen ise tebaandaki muhtaçların hakkını bana vermeye kalkışıyorsun!..”

Fudayl bin İyaz bunları söyledikten sonra Hârun Reşid’in yanından kalkıp dışarı çıktı. Onun ardından nemli gözlerle bakan Hârun şöyle dedi:

“–Fudayl gerçek bir âhiret sultânıdır!”1

İşte Cenâb-ı Hak, dünyayı ardına atarak yüzünü tamamen Allâh’a ve âhirete dönmüş nice kullarının gönlüne hikmet nûrunu bahşederek hakîkî saltanatı lûtfetmiş, cihan sultanlarını onların ardınca yürütmüştür.

Şanlı ecdâdımız da hikmet ehli âlim ve ârifleri baş tâcı etmiş, onların duâ, himmet ve öğütlerinden istifâde ettikleri müddetçe ilerleyip yükselmişlerdir. Osman Gâzi’nin etrafında bir Şeyh Edebali Hazretleri, Yıldırım Hân’ın yanında Emir Sultan, Fâtih Sultan Mehmed’in yanında Akşemseddin Hazretleri, Sultan Ahmed’in yanında Hüdâyî Hazretleri ve daha niceleri; madde ile mânâ, dünyâ ile ukbâ arasında muhteşem bir denge unsuru olmuş, onların kalplerine âdeta bir istikâmet aşısı yapmışlardır.

Şu hâdise, bu hakîkatin tipik bir misâlidir:

Yavuz Sultan Selim, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere tahammülü olmayan, celâlli bir pâdişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi ilâhî ölçüler dâiresi içinde şekillenmişti. Bir seferinde ihmallerinden dolayı hazinede meydana gelen hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Bunu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden engel olabilmek için, destur bile almadan alelacele Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinlemek istedi. Yavuz:

“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur!..” şeklinde sert bir cevap verdi.

Bunun üzerine Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle:

“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zira bizim vazifemiz sizin âhiretinizi korumaktır!..” diyerek verilmesi gereken kararın doğrusunu izah etti.

Bu sözleriyle Zenbilli Ali Efendi, kendi âhiret selâmeti için de zarûrî olan îkaz ve irşad vazifesini îfâ etmiş oluyordu. Zira bunu yapmadığı takdirde kendisinin de vebâl altında kalacağının idrâki içindeydi. Bu sebeple, gazaplandığında zaptedilmez bir cengâver olan Yavuz’un huzuruna, âdeta kellesini koltuğuna alarak çıkmış, hakîkatleri cesaretle dile getirmişti.

Koca orduları dize getiren Yavuz Sultan Selim Han ise, hiç kimseden görmediği bu sert tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, ilâhî hakîkatlerin kıldan ince, kılıçtan keskince ölçüleri karşısında başını önüne eğdi, hakîkati anladı ve şeyhülislâmın îkâzını kabûl edip ona göre hareket etti. Üstelik Zenbilli Ali Efendi’den de özür dileyip gönlünü aldı.

Devlet ve memleket işlerinde hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyen bir cihangirin, ilim, irfan ve hikmet ehli zâtlara gösterdiği itaat, teslîmiyet ve hürmetin şâheser misâllerinden bir diğeri de şudur:

Yavuz Selim Han ve ordusu, Adana civârında şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selim Han, devrin büyük âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yan yana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un kaftanını baştan başa boyadı.

Kemâl Paşazâde çok üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile:

“–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu.

Büyük fetihler sultânı Yavuz Han, cihan çapındaki zaferleriyle mağrur olmamış, dâimâ nefsine galebe çalarak hakîkî zaferin, ancak ilim, irfan ve hikmet ehli zâtların irşâdıyla gönül âleminde vukû bulacağını idrâk etmiş bir pâdişah idi. Onun şu mısrâları, bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!..

İşte Yavuz Selim Han da, pek çok Osmanlı pâdişâhı gibi, kendisini hak­ka ve hayra isti­kâ­met­lendirecek bir velîyi, bütün dün­yevî kıymetlerin üzerinde görerek onların himmetlerini dünya saltanatına tercih etmekteydi.

Hazret-i Mev­lâ­nâ buyurur ki:

“Hak dostu bir velînin kölesi olmak, pâdişahların başlarına taç olmaktan çok daha iyidir.”

Zira pâdi­şah­la­rın başındaki taç, bir müddet ih­tişam içinde sal­ta­nat sürse de ne­ticede fânîliğe mah­kûm­dur. Fakat bir Hak dos­tuna yâr olanların, hikmet dolu îkaz ve irşadlarla nâil olacakları saâ­det ve saltanat ise ebe­dîdir.

İşte bu şuur ve idrâk içinde olan Osmanlı sultanları da, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar, maaşlı askerlerine her Cuma selâmlığına gidip gelirken yüksek sesle:

“Mağrûr olma pâdişâhım, senden büyük Allah var!..” diye söyleterek, kendilerine yapılan mânevî îkazların bu şeklini resmîleştirme yoluna bile gitmişlerdir.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Âlimlerin (ve âriflerin) meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah Teâlâ, yağdırdığı bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbi de hikmet nûruyla diriltir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 125)

[Her insan, kendisini hakka ve hayra ulaştıracak bir firâset ve basiret nûruna muhtaçtır. Bu nûra yeterince sahip olamayanlar ise, sahip olanların rehberliklerine tâbî olarak doğru yolu bulabilirler.

Bilhassa günümüzün materyalist/maddeci dünyasında, nefsânî câzibeler tahrik edilmekte, nice insanlar mânevî tehlikelere karşı kendilerini îkaz ve irşâd edecek bir rehberden mahrum oldukları için, selde sürüklenen kütükler misâli istikâmetini kaybetmektedir. Nice menbâ suyu sâfiyetindeki gönüller, ilâhî hikmet ve hakîkatlerle yön­len­dirilmediği için, bataklıklara akarak zâyî olmaktadır. Dünyevî ve nefsânî câzibelere aldanarak gaflet ve dalâlete sürüklenenlerin hazin hâlini, Mevlânâ Hazretleri şöyle tasvîr eder:

“Allâh’ın imtihan tuzağı, dünya malı (ve saltanatı)dır. Dünya gâfili sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönlünü kaptıranların kalp gözü âmâlaşır. Çünkü onlar (gafletlerinden dolayı menbâ suları dururken) balçıktaki acı ve tuzlu suyu içerler.”

Yanlış mecrâlara kayan, yorulan ve bunalan ruhların tedâvisi, hakkı ve hayrı görecek olan gönül gözlerinin açılması ve kalplerin ihyâ olması ise; ilâhî hikmet ve hakîkatlerle müzeyyen, diri bir gönül âlemine sahip olan Allah dostlarının izini tâkip etmekle mümkündür. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati de şöyle ifâde eder:

“Allah ile beraber olmak isteyen kişi, velîlerin huzûrunda bulunsun. Velîlerin huzûrundan uzakta kalırsan, helâk oldun gittin demektir.”

“Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.”

İşte gönüllere mânevî bir diriliş vesîlesi olan hikmet ise, içinde yaşadığımız bu sebepler âleminin her varlığında ve vukū bulan her hâdisedeki sebeplerin kendisine bağlı bulunduğu aslî ve sırrî sebebi fark edebilmek; böylece eserden müessire, sanattan sanatkâra intikal edebilmektir. Her şeyde mevcut olan ilâhî mesajları alabilmek, böylece ilâhî imtihanın şifrelerini gönül âleminde çözebilmektir. Müsebbibü’l-esbâb, yani bütün sebepleri halk eden Cenâb-ı Hakk’a varamayan her idrak hamdır, her anlayış noksandır. İdrâkin olgunluğu da, her varlık ve hâdisedeki murâd-ı ilâhîye dikkat kesilmeye bağlıdır.

Bunun için, hikmetli söz ve davranışlarla tefekkürde derinleşerek iç âlemi ihyâ etmek zarûrîdir. Mü’min, bu sâyede kulluk şuurunu canlı tutabilir. Yine bundan dolayıdır ki peygamberlerin tebliğ ve tezkiye ile birlikte en mühim vazifelerinden biri de, Kitap ve “Hikmet”i tâlim etmektir.

Hikmetin mutlak menbaı, Hakîm olan Cenâb-ı Hak’­tır. Hikmetlerin gönle ilhâm olunup ifâdeye dö­kül­mesinin yolu ise, takvâ tezâhürü sâlih amellerle, kalben Cenâb-ı Hakk’a yakın olmaktır. Zira bir hadîs-i kudsîde Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirir:

“…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır. Nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum…” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

Yine bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Kırk sabah ihlâsla Rabbine yönelen kimsenin kalbinden diline hikmet pınarları akar!” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 137/8361)

Dolayısıyla Hakk’a yakınlıkta yüksek bir seviye kazanmış, takvâ ehli sâlih zâtların gönül âlemleri, ilâhî hikmet ve hakîkat nurlarının aksettiği, mücellâ ve musaffâ bir ayna hâlindedir. Bu Hak dostları, varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla baktıklarından, diğer insanlardaki, kâinat hârikalarını alelâde görme gafleti, onlarda bulunmaz. Gerçekten sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklid ederek yaptığı tabloları takdirle temâşâ ederken, kâinat ve onun Hâlık’ı karşısında aynı takdir hissini duyamaz. Bütün hârikaları sıradan tabiat hâdiseleri olarak telâkkî eder. Hikmet ehli Hak dostları ise, bir ressamın sırf şöhretini sürdürmek için yaptığı tablolar yerine, asıl sanatkâr olan Cenâb-ı Hakk’ın kudret hârikası eserleri karşısında hayret, dehşet ve heyecan duyarak, ilâhî sanatın zevkine ererler.

Sermâyesi aynı toprak terkibi olan milyonlarca çeşitteki bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine; ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki muhteşem desenlere; bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmelerine; kumrulardan yayılan “hû hû”lara; insanın yaratılışındaki fevkalâde inceliklere; gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler.

Bu Hak dostları için bütün bir kâinat, artık okunacak ilâhî bir kitaptır. Onlar, satırdaki ilimleri aşmış, sadırdaki ilme ulaşmışlardır. Dolayısıyla onların hikmetli sözlerini dinlemek, ibret dolu davranışlarını dikkatle tâkip etmek, kula müstesnâ bir mânevî dirilik kazandırır.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Yavrucuğum! Taş da taşıdım demir de! Ancak kötü komşudan daha ağır bir şey görmedim!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 86, no: 533)

[İnsanın gerçek yüzü, zorluklarla denendiği, nefsinin damarına basıldığı zaman ortaya çıkar. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, yanında bir kimse medhedildiği zaman, medhedene şu üç şeyi sormuştu:

“–Sen onunla hiç komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?”

Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:

“–Zannedersem, sen sadece onun câmide Kur’ân okunurken başını salladığını gördün!” dedi. Adam:

“–Evet, yâ Ömer! Benim gördüğüm öyle idi.” karşılığını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–O zaman fazla medihte bulunma! Zira ihlâs, kulun boynunda yazılı değildir.” buyurdu.

Burada Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın verdiği ölçü, zâhire aldanmamaktır. Bir kimse hakkında doğru bir kanaat sahibi olmak için, onun fiillerine, beşerî münâ­se­bet­lerine ve muâ­me­lâtına da bakmak gerektiğidir. Menfaatinden imtihan verip geçer not almamış bir şahsın sâlih biri olduğuna şâhitlik etmenin, yanlış bir davranış olduğudur.

Komşuluk da insanın gerçek hüviyetini ortaya çıkaran bir hâdisedir. İnsan, kötülüğünü gördüğü bir kişiden uzaklaşıp ondan kurtulabilir. Fakat kötü bir komşudan kurtulabilmek, bu kadar kolay değildir. Bu sebeple komşuyu iyi seçmek gerekir. Hattâ bu hususta; “Ev alma, komşu al!” sözü meşhur olmuştur.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de:

“Devamlı ikâmet ettiğiniz yerde kötü komşudan Allâh’a sığınınız! Göçebe olduğunuz yerdeki komşu nasıl olsa bir müddet sonra sizden ayrılır.” buyurmuştur. (Nesâî, İstiâze, 44)

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da:

“Komşunla kavga etme, misâfir gider, o kalır.” buyurmuştur.

Bütün insanların, güzel komşularla yaşamak istediğini düşünerek, evvelâ kendimiz güzel bir komşu olmalı, daha sonra da sâlih komşular arasında oturmaya gayret etmeliyiz. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şu beyânı, komşu haklarına riâyetin ehemmiyetini açıkça ortaya koymaktadır:

“Cebrâîl bana, dâimâ komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mîrasçı kılacak zannetmiştim!” (Buhârî, Edeb, 28)

Diğer taraftan komşulara huzursuzluk vermek, büyük bir îman zaafıdır. Komşular, öncelikle birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar. Zira Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ardı ardına üç defa:

–Vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurmuştu. Sahâbîler:

“–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73)

Komşuluk o kadar mühimdir ki, sadece bu dünya ile de sınırlı kalmamaktadır. Ha­yat­ta iken sâ­lih­ler­le be­ra­ber­lik zarûrî ol­du­ğu gi­bi, ka­bir­de de on­la­ra kom­şu olabilmek çok ehemmiyetlidir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Ölü­le­ri­ni­zi sâ­lih in­san­la­rın ara­sı­na def­ne­di­niz.” buyrulmuştur. (Dey­le­mî, I, 102)

Bu nebevî tâlimâta riâyet eden ecdâdımız da, Eyüp Sultan, Karacaahmed gibi sâlih zâtların yakınına defnedilme arzusuyla, bu gibi kabristanları, âdeta birer şehir hacmine ulaştırmışlardır.

Velhâsıl, müslüman, komşusundan mes’ûldür. Bu sebeple her şeyden evvel, komşusunu rahatsız edecek davranışlardan sakınmalı, onun ufak tefek hatâ ve sıkıntılarına katlanmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kişilerden birinin de, komşusunun eziyetlerine Allah rızâsı için katlanan kim­seler olduğunu unutmamalıdır.2 “İnsan, ih­sâna mağluptur.” ha­kî­­kati mûcibince de; kom­şu­suna iyilik etmeli, böy­lece komşusu kendi­sine düşmansa, onun düşmanlığını hafifletmeli, ne dost ne düşman ise onu dostluğa yaklaştırmalı, dost ise de muhabbetini artırmalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34)

Ayrıca kötü komşusunu ıslah edemeyen kimse, kusuru biraz da kendinde aramalıdır. Tıpkı Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri’nin şu nefis muhâsebesi misâlinde olduğu gibi:

O büyük Allah dostu, huysuz biriyle yolculuk yapmıştı. Seyahat sona erip ayrıldıklarında, Hazret ağlamaya başladı. Dostları, niçin ağladığını sordular. O ince ruhlu Hak dostu, derin bir iç çekerek dedi ki:

“–O ka­dar yol­cu­lu­ğa rağ­men be­ra­be­rim­de bu­lu­nan ar­ka­da­şı­mın kö­tü hâl­le­ri­ni dü­zel­te­me­dim. O bî­çâ­re­nin ah­lâ­kı­nı gü­zel­leş­ti­re­me­dim. Dü­şü­nü­yo­rum ki; aca­bâ be­nim bir nok­san­lı­ğım­dan ötü­rü mü ona fay­da­lı ola­ma­dım? Şâyet o, ben­im ha­tâ ve kusurlarım­dan do­la­yı is­ti­kâ­me­te gel­mediy­se, ya­rın (ilâhî hesap gününde) hâ­lim ni­ce olur!..”]

Cenâb-ı Hak, bu hikmet ve hakîkatlerin tefekküründe derinleşerek, zarif, rakik ve ince ruhlu bir mü’min olabilmeyi cümlemize nasîb ve müyesser eylesin.

Âmîn!

Dipnotlar: 1.  Bkz. Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, İlim ve Kültür Yayınları, s. 131-133; Erkam Yayınları, s. 230-233. 2.  Bkz. Ahmed, V, 176.