Kâinâtı Okumak Her Şeyi Okuyabilmektir

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Temmuz Sayı: 05

OKU EMRİNİN MÂHİYETİ

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gelen ilk vahyin ilk  kelimesinin  “اِقْرَاْ = Oku!” olması münâsebetiyle bunu ehl-i hâl ve ehl-i kalp, şöyle tefsir etmiştir:

“Oku! Her şeyi oku! Allâh’ın kitabını oku! Allâh’ın âyetlerini oku! Kâinat kitabını oku! Dâimâ oku! Hidâyete ermek, dalâletten uzaklaşmak için oku! Îmânını kemâle erdirmek için oku! Allah adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir kan pıhtısından yaratan, fakat ona her şeyi okumak, aydınlatmak, idrâk ile anlamak ve anladığını yaşatmak imkânlarını veren yüce Rabbin adıyla oku! İnsana okumak nimetini ihsan ile en büyük lutfu gösteren Allâh’ın adıyla oku! Öğrenmek için oku! Rabbine yaklaşmak için oku! Sebeplere nazar ederek müsebbibi oku! Esere bakarak ilâhî müessiri oku! Sanata bakarak gerçek sanatkârı oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allâh’ın adıyla oku!”

Nitekim Mevlânâ Hazretleri, zâhirî kitap okuma devrine «hamdım»; kâinâtın esrârını okuma devrine «piştim»; ilâhî esrârın yakıcılığından kavrulma devresine de «yandım» ifadelerini kullanarak geçirdiği mânevî merhaleleri ifadelendirmiştir.

Âyetteki “Oku!” emri çok mühimdir. Ancak onun Allâh’ın adıyla olması da aynı derecede bir ehemmiyet taşımakta ve “Oku!” emrine ittibânın nasıl olacağını bildirmektedir.

KÂİNATTAKI SIR VE HİKMETLER

Esasen Kur’ân-ı Kerim birçok defa kâinattaki sır ve hikmetlere dikkat çekmektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

سَنُر۪ٖيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى الْاٰفَاقِ وَفٖ۪ى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ
اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ شَهٖ۪يدٌ

“İnsanlara, ufuklarda ve kendi iç dünyalarında âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi!” (Fussilet, 53)

Âyette «ufuklar» kelimesiyle insanı ihâta eden dış âleme, «kendi nefisleri» ifadesiyle de insanın biyolojik ve rûhî yapısındaki hikmet, ibret ve sırlara işaret edilmektedir. Bu gerçek, başka bir âyet-i kerîmede şöyle anlatılır:

“Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39)

«Evliyâullâh»ın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, birgün pek çok kimsenin telâş ve merak içerisinde bir yere doğru koşuşturduğunu gördü. Onlara;

“–Böyle telâş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Onlar da;

“–Falan yerden bir âlim gelmiş! Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğini bin bir delille îzah ediyormuş! Onun bu delil ve îzahlarından istifadeye gidiyoruz. İstersen sen de buyur!” dediler.

Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, hayretkâr ve buruk bir tebessümle onlara bakarak şöyle dedi:

“–Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalpler için kâinatta sayısız ilâhî şahâdet terennümleri ve deliller var. Bizzat Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi hakkında nice şahâdeti var. Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur.”

MÜSEBBİBE BAKMAK

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de sık sık;

«Akletmez misiniz?» buyurarak insanları tefekkür âlemine çağırır. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de;

«Bir saatlik tefekkür, altmış senelik ibâdetten efdaldir.» buyurarak aklı, mârifet ve hikmet deryasında kullanmanın ehemmiyetini beyân eyler. Zira akıl, vâsıl-ı ilâllah olma yolunda bir tercümandır.

Hazret-i Mevlânâ da bu hususta tefekkür ve hikmet kapılarını aralayarak gözleri ve gönülleri intibâha davet buyurur:

“Madem ki değirmen taşının hareketini görüyorsun. Daha dikkatli bak da onu harekete getiren derenin suyunu da gör!”

“Toprağı, tozu havada gördün. Onları havaya kaldıran rüzgâra da bak!”

“Fikir çömleğini kaynar görmedesin. Onu kaynatan ateşe de basîretle nazar eyle!”

“Şu köşkleri, sarayları ve nice hâneleri bir yapanın olması mı mâkuldür, yoksa olmaması mı, ey akılsız?!.”

“Şu gördüğün yazıyı yazan bir kâtibin olması mı mâkuldür, yoksa duvarları süsleyen ve sayfaları satır satır dolduran yazılar kâtipsiz midir ey oğul?!.”

“Ey kişi! Bu âlemden kendi kendine meydana gelen bir şey gösterebilir misin? Kendi kendine çimlenip büyüyen bir bitkiyi toprağından ayır da gör bakalım kendi kendine mi bitmiş?!.”

Şair ne güzel söyler:

Olduysa yok iken bu mekân, kendi kendine,

Ey usta, yükselirdi şu han, kendi kendine!..

Damlarda diktiğin bacalar söylüyor sana,

Nâr olmadan tüter mi duman, kendi kendine?

Devrâna dön diyen yüce fermânı görsene,

Hiç şaşmadan döner mi cihan, kendi kendine?

Bir kez bıraksa öylece bir bâğı bahçıvan,

Buğdaydan ayrılır mı saman, kendi kendine? (Seyrî)

KÂİNAT GÖNÜL GÖZÜYLE OKUNUR

Kâinâtı, ondaki esrâr-ı ilâhîyi sezerek okumak; ancak kalp ile, yani gönül basîreti ile mümkündür. Bu bakımdan en kötü şey; gözün âmâlığı değil, kalbin âmâlığıdır. Zira bu dünyada âmâ kalp, kıyâmette de âmâdır. Onun için Cenâb-ı Hak, kullarının gafletini izâle ederek onları intibaha getirmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

(Ey Habîbim! Sana karşı gelenler) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hacc, 46)

Bu gerçekten hareketle Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini ve Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şeriflerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara…”

“Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş (yani nefsini ve benliğini yok etmiş), böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar…”

OKUMANIN SIRRI: KENDİNİ BİLMEK

Yûnus Emre Hazretleri de, bu hakikati şöyle dillendirir:

İlim, ilim bilmektir,

İlim, kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumaktır?!.

İnsanın kendini bilmesi, neticede Allâh’ı bilmesidir. Bu bakımdan kul, Allâh’a yaklaşarak önce hiçliğini idrâk etmelidir. Hiçlikten sonra âriflik başlar; artık her şey, kâinâtın ve kendisinin sırları gönle ve idrâke perde perde açılır. Bu sebeple ârif, kâinâta ve ondaki bütün varlıklara başka bir gözle bakar. Tâzim li-emrillâh (Allâh’ın emirlerine hürmetle riâyet) ve şefkat li-halkillâh (bütün mahlûkāta merhamet) sırlarıyla yaşar.

KARINCAYI BİLE İNCİTMEK YOK

Abdurrahman İbn-i Abdullah-radıyallâhu anhumâ- , babasının şöyle dediğini rivâyet eder:

“Biz bir seferde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile beraber idik. Allah Rasûlü bir ara bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada hummara denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. (Kuş kaçtı) yavrularını aldık. Kuşcağız etrafımıza yaklaşıp çırpınmaya, kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz gelince;

«–Kim bu zavallının yavrusunu alıp onu ıstıraba attı? Yavrusunu geri verin!» diye emretti.

Bir ara, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü. (Bu hâli kabullenemedi; karıncaların yanık yuvası, ona muammâ oldu ve büyük bir teessürle);

«–Kim yaktı bunu?» diye sordu.

«–Biz!» dedik.

«–Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.» buyurdu.[Ebû Dâvûd, Cihâd 122, (2675), Edeb, 176, (5268)]

Bu hassâsiyetle olsa gerek Kanunî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istedi:

Dırahta ger ziyân etse karınca

Zarârı var mıdır ânı kırınca?

Padişahın bu fetvâ talebi üzerine, Ebussuûd Efendi de, daha derin bir hassâsiyetle cevap verdi:

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca;

Süleyman’dan hakkın alur karınca!.

Bu hassâsiyetin diğer bir misâli;

HER VARLIK ALLÂH’I ZİKREDİYOR

Bir gün Üftâde Hazretleri, müridleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neşeyle elindekileri hocalarına takdiminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.

Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:

“–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?..”

Kadı Mahmud, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:

“–Efendim! Size ne takdim etsem, azdır! Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbih eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbihine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..”

Bu güzel ve mânâ dolu cevaba son derece memnun olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda;

“–Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin…” ifadeleri döküldü.

Böylece Kadı Mahmud, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdetâ kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti.

Bundan böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmud Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten, ismine «Azîz» sıfatı da ilâve edilerek Aziz Mahmud Hüdâyî diye yâd olundu.

KÂİNÂT, İNSANI ANLATIR

Kısacası kâinâttaki cevheri fark eden, aslında kendindeki cevheri fark etmiş olur. Zira insan kâinâtın özüdür. Şeyh Gālib ne güzel söyler:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

“Ey insan, kendi varlığına hoşça bak ki, sen, kâinâtın özüsün; varlıkların gözbebeği olan âdemsin…”

Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:

“Aziz dost! Sen, tek bir kişi değilsin; sen, bir âlemsin! Sen derin ve çok büyük bir denizsin!”

“Ey insân-ı kâmil! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem, o denizde garkolup gitmiştir.”

Ârifler sultanı Hazret-i Mevlânâ; insanı, Şems’in hakikatinde görmüş ve hayatı boyunca da Şems’i ya da onun gibi bir insanı aramıştır. Onun için ömrünün sonunda;

“Aradığım insana hasret olarak gidiyorum.” demiştir.

Ayrıca Hazret-i Mevlânâ, bu fanî âlemdeki insân-ı kâmil azlığını şöyle bir hikâye ile anlatmaktadır:

“Bir gece vakti evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam;

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.

Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine, yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de aramaktan zevk alıyorum.»”

Bu cevap, sonsuz ideale susamış insanın arayışıdır.

Hâsılı insan; beşerî idrâkin ancak sebepten müsebbibe, eserden müessire, sanattan sanatkâra intikal yoluyla kavramaya çalıştığı yüce Rabbinin ihtişamlı hakikatlerinden bu fânî âleme tenezzül etmiş bir tecellî zübdesidir. Bu mazhariyetiyle insan, değişik tecellîde bir kâinattır ve canlı bir Kur’ân olmaya yegâne namzettir.

Allâh’ım!

Bizlere kâinat sayfalarını okuyacak gönül gözleri ver! İç gözlerimizi kapatma! Kâinat kitabındaki sırlar ile içimizdeki sırların penceresinden cemâlinin sonsuz nûrunu seyredebilmeyi nasîb eyle!

Âmîn!..