İslâm’da Güzel Ahlâk (Kur’ânî Tâlimatlar 22)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Ekim, Sayı: 188

SEVİLENLE BERABERLİK

Rebîa bin Kâ‘b (Ebû Firâs) -radıyallâhu anh- adlı bir sahâbî anlatır:

“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yakınında geceler, ona abdest suyunu getirir ve diğer ihtiyaçlarını görürdüm. Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;

«–İste! (Vereyim.)» buyurdu.

Ben de;

«–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedim.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.

Bu sefer ben;

«–Dileğim ancak budur!» dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500)

Bu kıssada ne güzel ders ve hikmetler vardır:

  • Rasûlullah Efendimiz çok vefâlıdır. Kendisine hizmet eden sahâbîsine mukabelede bulunmak istemiş ve isteğini sormuştur.
  • Ashâb-ı kirâmın en büyük arzusu, Rasûlullah Efendimiz ile bu cihanda nasîb olan beraberliği âhirette de devam ettirebilmektir.
  • Rasûlullah Efendimiz, ashâbın bu isteğinin gerçekten büyük ve zor olduğunu ifade etmiştir.

Enbiyânın zirvesi olan Efendimiz ile beraberlik ne büyük bir nimettir! O büyük nimete nâil olabilmek için gönülden ve samimî bir gayret gerekir.

  • Secdeler, nâfile namazlar, bilhassa seher vakitlerinde Cenâb-ı Hakk’a teheccüdlerle ilticâ etmek; kulu Allâh’a yaklaştıracak ve Rasûlullah Efendimiz ile cennette beraber eyleyebilecek en kıymetli ibâdetlerdendir.

Sahâbe efendilerimizin Rasûlullah ile âhirette beraber olma arzusunun bir başka misâli de Sevbân -radıyallâhu anh-’dır:

Sevbân -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nü çok sever, O’ndan ayrı kalmaya sabredemezdi. Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına geldi, yüzü sararmış, sanki iyice zayıflamıştı. Üzüntüsü, sîmâsından okunuyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?” diye sordu.

Sevbân anlattı:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne bir hastalığım, ne bir acım var. Fakat Sen’i görmediğim zamanlar özlüyor ve Sen’in yanına gelinceye kadar şiddetli bir yalnızlık hissediyorum. Sen; bana kendimden, ailemden ve çocuklarımdan daha sevgilisin. Ben evdeyken Sen’i hatırlayınca sabredemiyorum, hemen gelip mübârek yüzüne bakıyorum. Bu dünyada hâl böyle de, acaba âhirette hâlim nice olacak?!. Âhireti hatırladıkça Sen’i orada hiç görememekten korkuyorum.

Çünkü biliyorum ki;

Sen, diğer peygamberlerle birlikte yüce mertebelere yükseleceksin.

Ben; cennete girsem bile herhâlde aşağılarda, Sen’in mertebenden daha aşağıda bir yerde olacağım. Şayet cennete giremezsem zaten bir daha Sen’i görmem ebediyyen mümkün olmayacak.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s. 168-170)

Peygamberimiz de, bu taleple kendisine gelen sahâbîlerine şu ölçüyü bildirdi:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Enes -radıyallâhu anh- der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi (ashâb-ı kirâmı) Allâh’ın Nebîsi’nin;

«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.” (Müslim, Birr, 163)

SEVGİ İSPAT İSTER

Ancak; “Kişi, (âhirette) sevdiğiyle beraberdir.” sözünü; “Bu beraberlik için sadece sevgi yeter!” şeklinde anlamamak gerekir. Yukarıdaki;

“Secdelerle bana yardım et!” emriyle beraber düşünmelidir. Yani;

Âhirette ve cennette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile beraber olmak isteyen;

  • Secdelerde O’nunla beraber olmalıdır.
  • İhlâs ve takvâda O’nunla beraber olmalıdır.
  • Merhamet ve cömertlikte, infak ve îsarda O’nunla beraber olmalıdır.
  • Allah yolunda hizmette, tebliğde, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in heyecan ve gayretinden nasîb almalıdır.
  • O’nun güzel ahlâkından nasîb almalıdır.

Eğer bu gayret ve fedâkârlıklar olmazsa, sevgi iddiası kuru ve boş bir dâvâ olarak kalır. Çünkü gerçekten seven; sevdiğine benzemeye çalışır, imtisâl eder, hayatı O’nun Sünnet-i Seniyye ölçüsüyle yaşar.

Zira Cenâb-ı Hak buyurmuştur:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًا

“Andolsun ki, Rasûlullah; sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sadece bize değil, herkese rahmettir. Kâinâtın Fahr-i Ebedîsidir. Âlemlere rahmettir:

وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolu, sünneti ve güzel ahlâkı; karanlıkları aydınlatır, gönülleri ve hayatları pür nûr eder:

وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجًا مُن۪يرًا

(Sen’i ey Habîbim) Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (el-Ahzâb, 46)

O’nun ahlâkı, Cenâb-ı Hakk’ın tavsif ve tarifiyle muhteşemdir:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

(Ey Rasûlüm) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4)

Güzel bir kulluğun özü muhabbettir.

Kalpte öyle bir muhabbet olacak ki; kişinin hayata bakışını, bütün davranışlarını, amellerini, muâmelâtını ve ahlâkını tesiri altına alacak ve Mahbûb’un yani Allah ve Rasûlü’nün istediği vasıflara döndürecek.

Sakarya’nın Karadeniz’e döküldüğü anda, kendi vasfından geçip, Karadeniz’den ayırt edilemez bir hâl alması gibi, kişi sevdiğiyle aynîleşecek… Mâsivâdan, başka renk ve sıfatlardan sıyrılacak, Hak rengine boyanacak.

Cenâb-ı Hak bizim «mârifetullah»tan nasîb almamızı istemektedir. Zihnî bilgilerle bu mümkün değildir. Bilgiler sadece kuru bir zihin arşivi gibi olmamalıdır. Çünkü zihnî bilgiler, tek başına faydalı değildir. Hattâ zarar bile getirebilir. Meselâ, Allâh’ın âyetlerini ثَمَنًا قَل۪يلًا / az bir bedel karşılığında satan Benî İsrâil âlimleri işte böyle kuru bilgi sahibi idiler.

Bilgilerin kalbî bir mâhiyet kazanması, yani takvâ üzere yaşanması gerekir. Tâ ki, «Hakk’ın, o kişinin gören gözü, tutan eli olması» mesâbesinde bir kıvam kazanılabilsin. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

Hazret-i Mevlânâ, sırf zihnî bilgilere sahip olduğu devreye «hamdım» der. O bilgileri kalbî bir mâhiyete büründürerek bağrını muhabbet ateşiyle tutuşturduğu devresine de «piştim» der. Bunun hemen akabinde sır ve hikmetlerle yoğrularak fânîlikten sıyrıldığı devresine de «yandım» der. Bu da, onun hiçlik hâlinde nasîb olan ve satırlarda bulunmayan nice sırlara ulaşmasının bir ifadesidir.

Bu gerçek;

Kuru bilgilerle ve zihinle bulunamayan ve erişilemeyen hakikatlere ancak olgun bir kalp ile ulaşılabileceğinin bir beyânıdır.

Bu gerçeğin malzemesi ise, lekesiz bir muhabbettir ve neticesi de âdâbdır, yani ille edep, ille edep…

Hâsılı; kişide şu âyet-i kerîme tecellî edecek:

(Habîbim!) De ki:

«–Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.»” (Âl-i İmrân, 31)

Rasûlullah Efendimiz de bu vefâlı muhabbeti şöyle tarif eder:

“Allah Teâlâ’yı, sizi nimetleriyle perverde kıldığı için sevin.

  • Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin.
  • Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkı, Kur’ân idi. Kur’ân nasıl sonsuz bir mânâ ve hakikat okyanusu ise, Efendimiz’in de ahlâkı öyle muazzam bir deryâdır. O’nu ciltlerle kitap, satırlara dökemez. O ancak gönül kıvâmı nisbetinde, sadırlarda tanınır.

Lâkin O’nun güzel ahlâkından gönle ferahlık olması arzusuyla misaller tâdâd edelim:

DÜŞMANININ DAHÎ TASDİK ETTİĞİ AHLÂK

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hiçbir zaman hak olmayan bir söz söylememiş, hattâ şaka yaparken dahî sadâkatten ve doğru sözlülükten ayrılmamıştır.

«el-Emîn» sıfatı, Peygamber Efendimiz’in âdetâ ikinci bir ismi olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 25 yaşına geldiğinde, Mekke’de sadece el-Emîn (emniyetli kişi) ismiyle çağrılıyordu.

Efendimiz hakkında kullanılan Muhammedü’l-Emîn tabiri, müşriklerin de dillerinden düşmez ve onlar emânetlerini kendi yandaşlarına değil, Rasûlullah Efendimiz’e teslim ederlerdi. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hicret edeceği zaman dahî, üzerinde müşriklerin birtakım emânetleri vardı ve ölüm tehlikesine rağmen Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sahiplerine teslim ettirmişti.

EŞSİZ VEFÂ

Rasûlullah Efendimiz Bir Vefâ Âbidesiydi

Nitekim O’nun eşsiz vefâ misallerinden birini de Hazret-i Âişe şöyle anlatıyor:

Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi. Aralarında çok samimî bir sohbet geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok alâka gösterdiniz. Kim olduğunu merak ettim.” dedim.

Efendimiz buyurdu ki:

“–Hatice -radıyallâhu anhâ- hayattayken bize gelip giderdi…” (Hâkim, I, 62/40)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, süt akrabalarına karşı da ömür boyu vefâkâr davranmıştır. Sütannesi Halîme Hâtun’u her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa‘d, I, 113, 114)

Halîme Hâtun, bir gün Peygamber Efendimiz’i görmek için Mekke’ye gelmişti. Efendimiz o vakit, Hazret-i Hatice ile evli idi. Halîme Hâtun’u misafir ettiler ve güzelce ağırladılar. Hazret-i Halîme; yurtlarında hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan, hayvanlarının kırıldığından dert yandı. Fahr-i Kâinât Efendimiz; Hazret-i Hatice’ye sütannesinin vaziyetini anlatınca, Hatîce Vâlidemiz ona kırk koyun ile binmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve hediye etti. Böylece Hatice Vâlidemiz de Efendimiz’e olan vefâsını gösterdi. (İbn-i Sa‘d, I, 114)

Efendimiz’in ahde vefâsına dair bir hâdiseyi Abdullah bin Ebi’l-Hamsâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Bi’setten önce Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va‘dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuşum.

Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, O’nu aynı yerde beklerken buldum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaptığım kusur karşısında beni azarlamayıp sadece;

«–Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996)

HİZMET EDENE VEFÂ

Mü’mine siyâhî bir kadın, Ravza’yı temizlerdi. Bir gün onu Ravza’da göremeyince;

“–Nerede bu kardeşiniz?” diye sordu.

“–O vefât etti.” dediler.

“–Niye bana haber vermediniz?” buyurdu. Kabrini sordu, kabrine gitti, orada duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)

MÜSTESNÂ ZARÂFET

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’deki nezâket, zarâfet bambaşka bir güzellik arz ederdi.

Meselâ muhataplarında gördüğü hata ve kusurları yüzlerine vurmaz da âdetâ kendisine galat-ı ru’yet (yanlış görmek) izâfe ederek şöyle derdi:

“Bana ne oluyor ki ben şöyle şöyle görüyorum?” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)

Yine bir defasında bir mecliste deve eti yenmiş ve birisinden gayr-i ihtiyârî uygun olmayan bir ses çıkmıştı. Efendimiz o kimsenin rencide olmaması, utanıp üzülmemesi için;

“Deve eti yiyenler yeniden abdest alsın.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXII, 373 [12878])

Bu ne muhteşem incelik ki;

Bir kişiyi utandırmamak için deve eti yiyen herkese abdest aldırmış oldu.

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna, bey‘at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana şöyle dediler:

«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)

Efendimiz; o müstesnâ zarâfetini sadece, zarif insanlara mukabele ederken değil, en kaba saba insanlarla muhatap olurken de en güzel şekilde sergilemeye devam ediyordu. Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Görgüsüz bir bedevî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sebepsiz yere üç kere seslenmişti. Onun bu gönül sıkıcı tavrına rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevînin her seslenişinde; «Buyur!» diye mukabelede bulunarak muhatabının kabalığına karşı dâimâ nezâketle davrandı.” (Heysemî, IX, 20)

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Ravza’ya girdi. Mihrâbın yanına kadar gidince orada bir tükürük gördü. Gül cemâli birdenbire değişiverdi. Sahâbe hemen anladı, tükürüğü kapattı, ondan sonra Efendimiz’in rengi yerine geldi. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)

Görmekteyiz ki;

Ashâb-ı kiram; Peygamber Efendimiz’in bakışlarını bile takip ediyor, O’nun bir şeyden mahzun ve muzdarip olduğunu yüzünün ifadesinden anlamaya ve O’nun gönlünü hoşnut etmeye gayret ediyor.

HAKKI TEVZÎ EDERKEN

Rasûlullah Efendimiz, risâlet vazifesini yerine getirmek için hiçbir zorluktan imtinâ etmedi.

Cihâd emri geldiğinde, hakkı müdafaa için cesaret ve şecaatle en önde O vardı.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; savaşların en zor ve korkulu anlarında ileri atılır, herkes O’nun arkasına sığınırdı.

Sefer dönüşlerinde ve yolculuklarda ise en arkadan yürür, geride kalan zayıflara ve muhtaçlara yardım ederdi. Yani O’nun her hâli, Allâh’ın kullarına hizmet ve yardım mâhiyetinde idi.

Beşeriyet; gerçek hak, adâlet ve hukukun ne olduğunu Rasûlullah Efendimiz’den tahsil etti.

Her zaman, ne öğretirse kendisi üzerinden öğretti. Kendisi bizzat amel ederek, tatbik ettirdi.

Hakkı tevzî etmeyi ve helâlleşmeyi de şöyle tâlim buyurdu:

“Nihayet ben de bir insanım sizin gibi. Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin sırtına vurmuşsam; işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını bilmeden almışsam; işte malım, gelsin alsın.” (Ahmed, III, 400)

Sahâbesi arasında çok sevdiği Üsâme -radıyallâhu anh-, şöhretli bir ailenin hırsızlık yapan kızı için aracılık ederek cezanın uygulanmamasını talep etmişti. Bu teklif üzerine, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzü üzüntüden dolayı sapsarı oldu ve sert bir şekilde;

“–Bu hırsızlığı kızım Fâtıma dahî yapsaydı, onun da elini keserdim!..” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 12)

Rasûlullah Efendimiz’in; kendine yapılan her haksızlığı affeden yüreği, bir haksızlık karşısında adâletin tesisi için müthiş bir îman salâbeti gösterirdi. Mübârek kaşlarının üzerinde bir damar kızarır, ashab O’nun bu hâlinden heybet duyardı.

Adâlet husûsunda Hazret-i Ali’ye şu tavsiyede bulunmuşlardı:

“Sana iki hasım geldiğinde her iki tarafı dinlemeden karar verme! Doğru kararı ancak her iki tarafı dinledikten sonra verebilirsin!” (Ahmed, I, 90)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «Köleler ve Efendiler» şeklinde toplumu parçalayan «sınıf farkı»nı tamamen ortadan kaldırdı.

TAKVÂDAN GAYRI ÜSTÜNLÜK YOK!

Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birisine uğramıştı. Çarşıda siyâhî bir köle müzâyede ile satılıyordu.

Köle;

“–Beni alacak olana bir şartım var.” diyordu.

Alıcılardan birisi;

“–Nedir o şart?” diye sordu.

Köle;

“–Hizmetinde olacağım kişi, Rasûlullâh’ın arkasında farz namazlarımı kılmama mâni olmayacak.” dedi ve o adam bu şartı kabul ederek o köleyi satın aldı.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o köleyi hep farz namazlarda görürdü. Bir gün yine bakındı fakat o köleyi göremedi. Sahibine;

“–Kölen nerede?” diye sordu.

Adam;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, o hummaya yakalandı.” dedi. Rasûl-i Ekrem ashâbına;

“–Kalkın onu ziyarete gidelim.” buyurdular.

Birlikte kalktılar ve gidip geçmiş olsun ziyaretinde bulundular. Birkaç gün sonra o kölenin sahibine;

“–Kölenin hâli nicedir?” diye sordular. Adam;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır.” deyince Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkıp kölenin yanına gittiler ve o ölüm hâlindeyken yanında bulundular. Köle o sırada vefât edince onun teçhiz ve tekfinini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üstlendi ve götürüp defnetti.

Ashâbı bu durumu garipsediler.

Bir köleye böyle bir yakınlık ve alâka gösterilmesi, görülmüş bir şey değildi.

Muhâcirler;

“–Biz, vatanımızı mallarımızı, ailemizi terk edip buraya geldik; hiçbirimiz Rasûlullah’tan şu kölenin gördüğü muâmeleyi hayatında, hastalığında ve ölümünde görmedi.” dediler.

Ensar da;

“–O’nu barındırdık, yardım ettik ve mallarımızla O’nu destekledik ama Habeşli bir köleyi bize tercih etti.” dediler.

[Sahâbîler daha evvel bir köleye böyle bir yakınlığın gösterilmesine şâhit olmamışlardı.]

İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” ([el-Hucurât, 13] [Vâhidî, s. 411-412])

Rasûlullah Efendimiz; toplumdaki «kast sistemi»ni yani sınıf farkını reddetmiş, bunu da göstermek için, ümmetinden takvâlı ve muhabbetli bir ferde, köle olmasına bakmadan en şerefli bir muâmele göstermişti.

Bilâl-i Habeşî de önceden siyâhî bir köleydi. Sonrasında Kâbe’nin üzerinde ezan okuyan bir Peygamber müezzini oldu. Yine Peygamberimiz, âzadlı kölesi Zeyd’in oğlu Üsâme’yi, 20 yaşında olmasına rağmen, ordu kumandanı olarak vazifelendirdi.

Yine Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı Efendimiz çok severdi. Bir gün gafleten kölesine sert davrandığına şâhit oldu. Efendimiz çok üzüldü.

“–Yâ Ebâ Zer, sen hâlâ câhiliyye âdeti üzerinde misin?” diye sordu. Devamla;

“Allâh’ın yarattığına zarar verme! Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et; fazla yük yükleme; yüklediğinde ise ona yardımcı ol!” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)

Rasûlullah Efendimiz’in kölelerle alâkalı bu îkazları neticesinde, birçok sahâbî köle sahibi olmanın büyük bir vebal olduğu düşüncesiyle, onları âzâd ettiler. Diğerleri de onları evlâtları gibi terbiye ederek topluma kazandırdılar.

Rasûlullah Efendimiz; sadece kölelere değil, «âlemlere rahmet» idi. O’na yıllarca düşmanlık edenler dahî, O rahmetten istifâde ettiler.

HARPTE DAHÎ RAHMET

Bedir Harbi yaklaşıyordu.

Bir gün sonra mü’minlerle kılıç kılıca savaşacak olan müşrikler, harp başlamadan bir gün önce gelip müslümanların hâkimiyetindeki kuyudan su istediler.

Sahâbe vermek istemedi. Lâkin Fahr-i Kâinât Efendimiz müsaade etti.

Harp zaferle neticelendi. Esirler alındı. Peygamber Efendimiz; esirlere güzel muâmele edilmesini emrettiği için, Medine’ye götürülürken, zaman zaman sahâbe efendilerimiz indiler ve esirleri bineklere bindirdiler.

Bir gün kendisinden, müşriklere lânet etmesi istendi. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise şöyle buyurdu:

“Ben lânetçi olarak gönderilmedim, âlemlere rahmet olarak geldim.” (Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)

İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gittiği zaman, Tâif halkı kendisini taşlamışlardı. Allah Rasûlü geri dönmüş, derin kederler içinde yürürken Cenâb-ı Hak Cebrâil ile «Dağlar Meleği»ni gönderdi.

Melek;

“‒Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitmektedir. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun?

Eğer dilersen şu iki dağı (Mekke’deki Ebû Kubeys ile Kuaykıân dağlarını) onların başına geçireyim.” dedi.

O zaman Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:

“‒Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sadece Allâh’a ibâdet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler getirmesini dilerim.” dedi. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Rasûlullah Efendimiz’in mübârek gönülleri, muazzam bir «Af Okyanusu»ydu.

Hakikî af, cezalandırmaya muktedir iken belli olur. Rasûlullah Efendimiz, ceza vermeye muktedir hem de gayetle hak sahibi olduğu hâlde defalarca affetti. Hem de en ağır mücrimleri bile affetti.

Mekke Fethi’nde kendisine yirmi küsur sene zulmedenlere karşı af îlân etti. Tam kısas yapılacak zamandı. Hattâ kızı Zeyneb’i şehîd eden Hebbâr bin Esved geldi. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah!” dedi.

Bir kişinin daha cehennemden kurtulmasına, her şeyden çok sevinen Fahr-i Kâinât Efendimiz onu da affetti ve;

“–Bu zulmü kızıma niçin yaptın?” diye dahî sormadı. (Vâkıdî, II, 857-858)

Diğer taraftan merhamet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra ne yapacağını merakla bekleyen Mekke halkına;

“‒Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler;

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Ben de Hazreti Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!» diyo­rum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

Bir diğer hitâbında da;

“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendirip üstün kılacağı bir gündür.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)

Ebû Cehil’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Zevcesi, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına getirdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İkrime’yi memnuniyetle karşılayarak;

“Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affetti. (Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine sihir yaparak hastalanmasına ve ızdırap çekmesine sebep olan münafık Lebîd’i ve onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lâkin Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı. Hayatına kastetmiş bulunan Lebîd’i ve onun mensup olduğu Benî Zurayk kabîlesinden hiç kimseyi de cezalandırmadı.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz;

“–Yâ Rasûlâllah! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen olmaz mı?” dediğinde ise Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu muhteşem cevabı verdi:

“–Allah Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve onlara kötülük etmek istemem.” (Buhârî, Edeb, 56)

Ezcümle;

Mahşer gününde ve sonsuz ebedî hayatta;

  • Rasûlullah Efendimiz ile beraber bulunmak,
  • O’nun şefaatinden istifâde etmek,
  • O’nun «Havz-ı Kevser»inin başından uzaklaştırılmadan «Hamd Sancağı»nın altına kabul edilmek istiyorsak;

Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkını yaşamak ve sünnet-i seniyyesini tatbik etmek yolunda gayret etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak; Habîb-i Ekrem’inin ahlâkıyla ahlâklanmamızı, bu yüce gayenin hiç değilse eşiğine varabilmemizi nasip ve müyesser buyursun.

Bizleri dünyada kalben ve amelen, âhirette de bizzat Rasûlullah Efendimiz ile beraber olabilen ümmetinin bahtiyarlarından eylesin!..

Âmîn!..