Hidâyet ve Rahmet Üslûbu

2001 – Nisan, Sayı: 182, Sayfa: 028

Ramazan-ı Şerîfte va’z u nasîhat için Erzurum’un bir köyüne davet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri’ni alıp köye getirmek üzere bu işleri yapan Ermeni bir hizmetçi ile bir at gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Ömer -radıyallâhu anh-‘ın Kudüs’e giderken kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi hususundaki ahlâk-ı hamîdeyi tatbik etti. Ermeni hizmetçi buna her ne kadar:

“-Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!” diye itiraz etti ise de, Hazret:

“-Evladım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişelisin, ben ise Allâh huzurunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!..” buyurup ata binme işini sıraya koydu.

Hikmet-i ilâhî tam köye girecekleri esnada aynen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-‘in misâlinde olduğu gibi sıra Ermeni hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından feragat ettiğini, ata Hazret’in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:

“-Sıra senindir!” dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.

Halk bu hâli görünce, hemen Ermeni hizmetçinin etrafını sardı ve:

“-Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, ak sakallı şu ihtiyar üstadı yürütmektesin ha! Bu mu senin sadakatin? Biz böyle mi tembih ettik sana?!.” şeklinde muhtelif ifadelerle azarlamaya başladı.

Durum bu minvâldeyken İbrahim Hakkı Hazretlerinin mes’eleyi îzâh etmesi üzerine azardan vazgeçtiler. Bu esnada uyanık köylülerden biri Ermeni hizmetçiye seslendi:

“-Be adam! Bu kadar fazileti gördün ve yaşadın! Bari müslüman ol!” dedi.

Ermeni hizmetçi, birkaç dakikalık sükuttan sonra oradakilere şu ibretli cümleyi söyledi:

“-Eğer sizin dîninize davet ediyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îmân ettim bile!..”

Gönlü engin bir Hakk dostu tarafından sergilenen bu misâl, bir hidâyet ve rahmet üslûbudur. İnsana, daha ziyade onun özüne bakarak davranmak, bir mânâda yaratılana, Yaratanın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki “halîfe”si olma şerefi bahş edilmiş bulunduğunu ve ona âyetteki ifadesiyle Rabbin: “Kendi kudretinden bir sır üflemiş” olduğunu düşünürler ve kul, günahlarla ne kadar kirlenmiş bulunursa bulunsun, özündeki mükemmelliğe bakarak ona sırtlarını dönmezler. İnsandan kolay kolay ümîd kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar. Bu, gerçekten inkâr olunamayacak aklî ve hissî bir sebeptir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de bize en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını telkîn etmiş ve “er-Rahmân” (kâfir-mü’min bütün insanlara merhamet edici) isimli bir sûre inzal buyurarak ilk âyetini de “er-Rahmân” diye başlatmıştır.

Bu bakımdan insana bu gönül penceresinden, yâni hidâyet ve rahmet üslûbu noktainazarından yaklaşmak, ilâhî rızâya en muvafık ve netice bakımından da son derece bereketli ve insanda meknuz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir hususiyet ihtiva eder. Çünkü bu üslûp, hem tatbik edene, hem tatbik edilene, yâni her iki tarafa da ayrı bir letâfet, olgunluk, muhabbet ve Hakk’a rağbet hasletleri kazandırıcı bir vasıftadır. Bu üslûp, Yûnusları Yûnus, Mevlânâları Mevlânâ yapan bir iksîr ve mânen ölmekte olan nice hasta rûhlara da bir âb-ı hayât gibidir.

Onun için tasavvufun gerek muhtevâsı ve gerekse de İslâmî teblîğde ona âid üslûbun kullanılması, her zaman büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Târihî bir gerçektir ki, Anadolu’nun ictimâî nizâmının Moğol istilâlarıyla sarsıldığı devirde yetişen Mevlânâ ve Yûnus Emre Hazretleri gibi büyük mutasavvıflar, âdeta birer sulh, sükûn ve huzûr pınarları olmuş, bunalan kitlelere, kanayan yaralara ve yorgun gönüllere şifâ ve tesellî sunmuşlardır. Onlar, nice gafilleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta olarak telakkî etmişler ve muâmelelerinde “kin ve nefret”ten daima uzak yaşamışlardır. Yûnus ne güzel söyler: Ben gelmedim dâvî için
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim… Bu büyük şahsiyetler gönül yapmaya geldiklerinden insanlara bakışları hep gönül penceresinden olmuş, etraflarına daima muhabbet ve şefkat tevziinde bulunarak nicelerinin hidayetine vesile olmuşlardır. Eğer onlar, bu güzel ve firasetli davranışların aksine hareket etselerdi, netice, arada uçurum bulunan insanlarla olan irtibâtın tamamen koparılması ve nihayet bu gibi kimselere Hakk’ı tebliğ etme imkânının zâyî olması şeklinde gerçekleşirdi. Bu da, ilâhî murada ters düşerdi. Zîrâ Cenab-ı Hakk, kullarının içine düştüğü bataklıktan kurtulmasını istemektedir. Ki, bunun için insanlık tarihi boyunca binlerce peygamber ve veli göndermiş, onların, en güzel üslûplarla gönülleri tezkiye etmelerini emir buyurmuştur. Böylece nice dikenleşmiş ruhlar güle dönmüş ve zindan gibi sîneler nûra gark olmuştur. Bu hakîkate işaretle Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gerek inançsız, gerek günahkâr olsun insanları doğru yola istikametlendirmenin lüzum ve ehemmiyetini ve bu husustaki üslûbu şöyle telkin buyurur:

“Demir; kapkara ve nûrsuz olmakla beraber, silinip cilâlandığı zaman ondaki pas gider! Bir ayna, demirden de olsa, cilâlanınca, yüzü parlar ve güzelleşir; orada şekiller, sûretler görülür.”

“Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, orada ay ve yıldızları dolaşır halde göresin! Çünkü insanlar, ırmağın suyuna benzerler; su bulanınca, dibini göremezsin! Irmağın dibini ara; dibi mücevherlerle, incilerle dolu!”

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi insanın rûhu, berrak bir su gibidir. Fakat kötü işler ve günahlarla bulanınca hiçbir şey görünmez olur. Bu durumda maneviyat incilerini ve hakîkat nûrlarını görebilmek için o suyu durultmak lâzımdır. Dolayısıyla tasavvufun gâyesi, bencil ve nefsânî duyguları terbiye edip, fertleri ve netîcede toplumları sulh, sükûn ve huzûra kavuşturmaktır. Zira Cenâb-ı Hak insanı, incelik, zerâfet ve ulvî derinliklerle tezyîn etmiştir. İnsanın asıl kıymeti de bu meziyetleri kalb âleminde yeşertip geliştirdiği nisbettedir. Rûhâniyet dolu kalpler, güzel ahlâk, amel-i sâlih ve mânevî hâllerin tezâhürüne mazhardır. Bu şekilde kul, en güzel sûrette, yani “ahsen-i takvîm” olarak yaratılmış olmanın îcâbını gerçekleştirmiş olur.

Bu itibarla küfür, şirk ve günahta ne kadar ileri gitmiş olursa olsun hiçbir “insan” hidâyet dâvetine muhâtab olmaktan mahrûm bırakılamaz. Bunun asr-ı seâdetteki sayısız misâlinden biri de şöyledir. Allâh Rasûlü, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd ederek kendisini derîn bir teessüre gark eden Vahşî’yi, İslâm’a dâvet etmesi için ashâbından birini gönderdi. Vahşî ise Rasûlullâh’a cevâben:

“-Yâ Muhammed! Sen, diye Allâh’ın hükmünü beyân etmiş iken beni nasıl İslâm’a dâvet ediyorsun? Ben ki bu çirkinliklerin hepsini yaptım. Benim için nerede bir kurtuluş yolu olacak ki?” dedi.

Allâh Teâlâ:

“De ki: Ey nefislerine zulüm etmekte ileri giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allâh bütün günahları afv eder. Muhakkak o Gafûr ve Rahîm’dir.” (ez-Zümer, 53) âyetini inzâl etti.

Nihâyet Vahşî âyet-i kerîmedeki müjde ile ferahladı ve:

“-Rahmetin ne kadar da büyük ey Rabbim!” diyerek ve tevbe-i nasûhta bulunarak arkadaşlarıyla birlikte müslüman oldu.

Hazret-i Hamza’yı Uhud’da şehîd eden Vahşî, artık Hazret-i Vahşî -radıyallâhu anh- idi. Ve bu hidâyet ve mağfiretin mânevî hazzı içinde kendisini afvettirebilmek ümîdiyle Hazret-i Hamza’ya diyet olarak, peygamberlik iddiâsındaki yalancılardan Müseylemetü’l-Kezzâb’ı bütün tehlikesini göze alıp katletti ve bir fitneye son verdi.

Rasûl-i Ekrem’in yanındaki sahâbîler:

“-Yâ Rasûlallâh! Bu afv ve merhamet sâdece Vahşî’ye mi mahsûsdur, yoksa bütün müslümanlara mı? diye suâl ettiklerinde Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Bütün müslümanlar içindir.” buyurdular. (Rûhu’l-Beyân, c. 8, sf. 124)

Tevbe-i nasûha yönelen gönüller, bu rivayette de görüldüğü gibi gerçek ve kâmil mânâdaki merhamet ve muhabbetin en tesirli nağmelerini Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den duymuştur. Ezcümle bütün insanlık âlemi, tesellî, şifâ ve ferahlık veren terennümleri O’nun mübârek dudaklarından işitmiştir. Uçsuz bucaksız afv ü kerem denizini ve onun ümit sâhilini yine “Varlık Nûru”nun keremiyle görmüştür. Bütün günahlara rağmen “Ey benim kullarım!” şeklindeki müşfikâne hitâb-ı ilâhîye de yine o Fahr-i Kâinât’ın yüzü suyu hürmetine nâil olmuştur.

Bu bakımdan hayat ve kâinâtı Allâh’ın rahmet ve merhametini ön plana çıkararak ümit verici bir üslûp ile telkîn etmek, zamanımızda -menfî materyalist tesirlerle- batıdakine benzer bir mânevî buhrân içinde kalan cemiyetimiz için fevkalâde ehemmiyetlidir. İnsanları akıl kavgalarına sürüklemek değil, hissen kazanmak, daha gerçekçi bir yoldur. Zîrâ birçokları, aklen yanlış bir şekilde şartlandırılmış olabilirler. Onun için “cedel ve münâkaşa” ile iknâ edilip kazanılmaları çoğunlukla imkân dâhilinde olmaz. Çünkü menfî şartlanmalar, aklî delilleri kabul etmez. Kalblerin hakîkatle ülfet edebilmesi için evvelâ müsâmaha ile yaklaşılıp içlerdeki yüce temâyüllerin yeşermesine çalışmak, daha randıman verecek bir metoddur.

Hatâ, isyân ve günahlara batmış bir insan, tenkit, târiz veyâ tekliflere muhatap kılınmadan evvel, öncelikle onun kalbi kazanılmalıdır. Bunun için şahsî yakınlık ve telkînin tesir zemînini oluşturacak muhabbetli bir alâka tesisine çalışılmalıdır. Muhâtabın kalbi böylece hazır bir hâle getirildikten sonra hatâlar yavaş yavaş düzeltilebilir. Ayrıca, maddî ve mânevî ikrâm ve iltifatların muhatapta uyandıracağı rûhî alâkanın bereketli semeresini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu hususta Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in günah dumanlarıyla boğulmuş gönüllere semâvî bir pencere açıp da taze nefesler sunucu bir ikrâm sadedinde buyurduğu:

“Ümmetimden büyük günah işlemiş olanlar için de şefaatim vardır.” beyanındaki inceliği kavramak lâzımdır.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in günahkârlara karşı bu tavır ve ifadesini Hazret-i Mevlânâ ne güzel îzâh eder:

“İlaç, iyileştirmek için, hasta ve yaralı kimseler arar. Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Nerede alçak ve çukur yer varsa, su oraya akar.”

“Sana rahmet ve merhamet suyu gerekse, sen de böyle yap!”

Ancak elbette ki ilâcın tesiri için hasta veya yaraların önce mikroplardan kurtulması icap eder. Bu da, hasta gönüllerin günah mikrobundan temizlenmesi, yâni tevbe suyuyla yıkanması demektir. İlaç, yâni şefâat, bundan sonra gerçekleşir. Nitekim diğer bir hadîs-i şerîfteki:

“Günahlarına (nedâmetle) tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur!” beyanı, bir taraftan müjde, diğer taraftan da bu müjdenin şartını ifade edici bir mahiyette bir merhamet tezâhürüdür…

Bu ölçü çerçevesinde hidâyet ve rahmet üslûbundaki ulvî inceliğe bütün peygamberler riayet ettiği gibi onların izinden giden evliyâullâh da hassasiyetle riayet etmiştir. Buna binâen îmânın ilk meyvesi merhamet olarak telakkî edilmiş ve kulluk kısaca şu iki ölçü çerçevesinde tarif buyurulmuştur:

a- Tâzim li-emrillâh, yâni Allâh’ın emirlerini ihtiram ile yerine getirmek.

b- Şefkat li-halkillâh, yâni Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek.

Allâh dostlarından Fudayl bin Iyâd’ın hâli, bu ölçülerle yaşayan mü’min gönlüne ne güzel bir misâldir:

Kendisini ağlarken gördüler:

“-Niçin ağlıyorsun?” dediler.

O da:

“-Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğümden ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyamette rezil olmasındandır…” buyurdu.

Bu kâmil insanları, böylesi bir rahmet ve merhamete sevkeden hususu îzâh sadedinde Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Rahmet denizleri coşunca, taşlar bile âb-ı hayat içer. Yüz yıllık ölü mezarından çıkar, şeytan ruhlu kara sîmâlar, hurilerin bile kıskanacakları güzel bir melek olur.”

Nakledildiğine göre İbrahim bin Ethem Hazretleri, bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da:

“-Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bırakırsam, hürmetsizlik olur…” demişti.

Adam ayıldığında ona:

“-Horasan zâhidi İbrahim bin Ethem ağzını yıkadı…” dediler.

Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve:

“-Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi.

Böyle bir hâle vesîle olan İbrahim bin Ethem Hazretlerine rü’yâsında Hakk katından şöyle buyuruldu:

“-Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

Cenâb-ı Hakk, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e ve onun şahsında bütün ümmete buyurur:

“Sen (daima) afv yolunu tut, iyiliği emret…” (el-A’raf, 199)

Bu emri tatbik hususunda hiç şüphesiz ki Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bizler için en güzel ve mükemmel bir örnektir ve O’nun serdettiği güzel ahlâk, merhamet ve afv tezahürleri âdeta melekleri dahî imrendirecek bir yücelik ve erişilmezliktedir. İşte bunlardan bir tanesi:

Mekke’nin fethi günü Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, umûmî bir afv ve eman ilân etmişti. Yıllardır zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şahid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir afv bayramıyla tarifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîleri yaşıyordu. Ancak Mekkelilerden Fudala isimli bir şahıs bu güzelliğe gölge düşürmek istercesine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i öldürmek kastıyla mübarek yanlarına sokuldu. Onu ve niyetini farkeden Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip yine şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fudala’ya sükûnetle:

“-Sen Fudala mısın?” diye sordu.

Fudala:

“-Evet!” dedi.

Ardından O Rahmeten li’l-âlemîn:

“-Ey Fudala! Zihninde kurduğun şeyden tevbe ve istiğfar et!” buyurdu ve mübarek ellerini Fudala’nın göğsüne koydu.

Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi giden Fudala’nın kalbi îmân nuru ile doldu ve Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir anda kendisi için yaratılanların en sevgilisi hâline geldi.

Hiç şüphesiz ki bu hâl, “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” şeklinde ifade edilen çok üstün bir davranış ve olgunluktur ki, İslâm tarihi, bunun kâ’bına varılmaz sayısız misâlleriyle doludur. Nitekim başta Hazret-i Ömer ve daha niceleri hep bu güzel üslûbun kıymetli birer meyveleri olmuşlardır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Allâh’ın rahmetinin kemâli ve kerem deryasının dalgalanması neticesinde her çorak yere yağmur yağıyor, her susuz yer su buluyor!”

“Ey hidâyete çağıran! Bilesin ki, kem gözün ilacı, iyi gözdür! İyi göz ve güzel bakış, kem gözü ayağı altında ezip yok eder. İyi göz ve temiz nazar; Allah’ın rahmetinin, kahrından daha üstün oluşundandır. Rahmettendir. Kem göz ise, kahırdan, yâni lanetten ileri gelir. Dolayısıyla güzel bakış Hakk’ın rahmetinden olduğu için, kem göze galip olur. Bu hâl, hadîs-i kudsîdeki: beyanının bir tecellîsidir. Hem bilesin ki, Allah’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, zıttı bulunan düşmanlarına üstün gelmiştir. Çünkü o, rahmetin neticesidir. Zıttı olan çirkin suratlı ise, kahrın neticesidir.”

“Öyleyse belayı gidermenin çaresi, sitem etmek, zulüm etmek değildir. Onun çaresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. ikazı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedavi usûlünü iyi anla!..”

“Ancak şunu da unutma ki, zalimleri affetmek, mazlumlara zulmetmektir! Hırsızlara ve her türlü kötü insanlara acımak; zayıf insanları dövmek, onlara merhamet etmemektir! (Bu dengeyi güzel ayarla!.. Bil ki, Allâh, ğafûru’r-rahîm, yâni çok bağışlayıcı bir merhamet sahibi olmakla birlikte, azîzün zü’n-tikâm, yâni zulüm ve haksızlık zebûnu hâlinde insanlara ve hakka mütecâviz olanlara karşı da intikam alıcı bir izzet sahibidir.)”

Onun için Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:

“-Kavga eden iki kardeşinizi gördüğünüz zaman zâlime de mazlûma da yardım ediniz.” buyurmuşlar ve sahâbenin:

“-Yâ Rasûlallâh! Mazlûmu anladık da zâlime nasıl yardım edeceğiz?” suâline mukâbil:

“-Onun da zulmüne mani olarak…” cevabını vermişlerdir.

Hâsılı söylemek istediğimiz şudur ki, bugün dünyâ ile birlikte ülkemiz insanları da îmânî ve İslâmî bakımdan birer yaralı kuş gibidirler. Dikkatli ve hassas bir şekilde onların yaralarını sarmak, bunun için de merhamet ve muhabbetle yaklaşmak zarûrîdir. Bu da, elbette ki yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız üslûp ve muhtevâ içerisinde gerçekleşebilecek bir keyfiyettir.

Rabbimiz, bizleri sırrı çerçevesinde hareket ile daima afv yolunu tutarak hidayet rehberi olan sâlihler zümresine ilhak eylesin!

Âmîn