Hayatı En Güzel Şekilde Değerlendirmek

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Ağustos Sayı: 06

ÖLÜNCEYE KADAR…

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- sık sık;

“Allâh’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma! Her hâlimi ıslah eyle! Şüphesiz Senden başka ilâh yoktur…” (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101) şeklinde Hakk’a ilticâda bulunurdu.

O gönüller sultanı, kâbına varılmaz kulluk tezâhürlerine rağmen, gündüzlerini en verimli şekilde değerlendirmenin yanında; gecenin belli vaktini de ayakları şişinceye kadar namaz kılarak değerlendirirdi. O’nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe’ye verdiği cevap pek mânidardır:

“–Yâ Âişe, şükreden bir kul olmayayım mı?” (Müslim, Münâfikûn, 79)

Bu demektir ki, Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın, hiçbir zaman kulluk mes’ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muâfiyet ihdâs edemez. Yani farzlar, vâcibler, sünnetler, haramlar, helâller, mübahlar, müstehablar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler, kulluk yolundaki herkesin omuzlarına konmuş olup son nefese kadar da alınmayacaktır. Onun için ârifler, bütün ömürlerini;

“Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et.” (el-Hicr, 98-99) emrine tâbî olarak yaşayabilme gayreti içinde olurlar ve nefeslerini birer ömür tesbihi hâline getirirler.

HAYATIN VERİLİŞ SEBEBİ

İnsana verilen hayat nimetinin temel sebebi kulluktur.

Bu itibarla bütün gayelerimizin ve ideallerimizin özünde; bu muvakkat, yani geçici bir zaman dilimiyle sınırlı olan hayatı, en yüksek duygularla ve ârifâne şekilde değerlendirebilmek olmalıdır. Yani hayat bize verilmiş bir ham madde gibidir. Onu, yani hayatı; güzellikler ve hayırlarla işlediğimiz ölçüde güzel, kötülükler ve şerlerle işlediğimiz ölçüde kötü, boş verdiğimiz ölçüde de âtıl bir hâl içinde oluruz. Yani bir marangoz; elindeki ceviz kütüğünü değerlendirmezse, bir müddet sonra o kütük sadece yanması gereken bir odun parçasına dönüşür; eğer değerlendirirse, yaptığı mobilyalar evlerin, köşklerin ve sarayların nâdide yerlerinde mekân tutar. İşte insan bu marangozdan, hayat da bu ceviz ağacından farklı değildir.

O hâlde insan, hayatını değerlendirmek için önce yapacağı işi güzelce öğrenecek ve ondan sonra vazifesini icrâ edecektir. Fakat bu da yetmez. Çünkü iki türlü ustalık vardır. Biri rastgele üretim yapar, diğeri sanat icrâ eder. Burada mühim olan, hayat malzemesini âdetâ en ince sanat ölçüleri içerisinde ve en güzel şekilde işleyebilmek. Hiçbir arı, bal yaparken sanatının inceliklerini ve titiz çalışmayı ihmâl eder mi? Asla! Eğer etse, verdiği bal bize şifâ değil, zehir olurdu.

Öyleyse bir arıdan çok daha şerefli yaratılan insanın arıdaki hassâsiyetten daha güzel ve mükemmel bir güzellik ortaya koyması, hayatını değerlendirmesi, yani îman ve irfânını, ihlâs ve takvâsını, dünya ve âhiretini, kısacası şahsiyet ve ahlâkını baldan daha tatlı hâle getirmesi gerekmez mi?

Bunun için ne yapmalı?

KİTABINI OKU!

Öncelikle hayat: «Oku!» emri yerine geldiği an başlar. Okumayan kul, yaşamayan kuru bir ağaçtır. Okumak deyince de sadece kitap sayfalarındaki sınırlı bilgileri okumak anlaşılmamalıdır. Satırları okumak zihni doyurur. Sadırlarımızı/gönüllerimizi doyuracak okuyuşlara da ihtiyaç vardır. Bunun için bütün bir kâinâtı okumalıdır; dağları, taşları, çiçeği, yedi kat gökleri ve en mühimi de kendini okumalıdır. Hattâ kendimizi nasıl okuduğumuzu da okumamız lâzım. Mahşerde bize bu gösterilecek. Elimize hayatımızın amel defteri verilecek ve bize;

“Kitabını oku!” denilecek.

O kitaba, yani amel defterimize dünya hayatında hangi hissiyatla neler yazdıysak, âhirette onları okuyabileceğiz. Kendimizi asıl orada tanıyacağız. Bu dünyada ne kadar sığ bir su birikintisinde boğulduğumuzu orada göreceğiz. Nefsin küçücük tümseklerinde bile nasıl devrildiğimizi orada fark edeceğiz. Onun için hayat defterimizi, orada yüzümüzü ağartacak yazılarla; en güzel davranışlar ve özelliklerle doldurmak mecburiyetindeyiz.

MUHASEBE

Bu pencereden bakıldığında asıl ve verimli hayat, hakikati yaşamaktan ibarettir. Hazret-i Peygamber bize böyle bir yaşayışı tavsiye eder. Bunun kontrolünü burada yapmamıza işaretle Hazret-i Ömer der ki:

“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi muhasebe ediniz!…”

Çünkü insan, nasıl yaşarsa öyle vefât ediyor. Hiç şüphesiz nasıl vefât ederse de öyle haşr olunacaktır.

Heysem bin Rebî anlatır:

“Vefât eden birinin yanındaydım. Kelime-i tevhîdi telkin ettim. Adamcağız beni duymuyordu. Hak sözü işittiremedim. Çünkü sadece para sayıyordu…”

Bu, ebediyet kazancı bakımından boş ve hüsranla yaşanan bir hayatın fâciasıdır. Ağustos böceği misâli âhiret kışına hazırlık yapmadan gidiştir. Paranın putperestliği içinde perişan oluştur. Dolayısıyla bir karınca gibi âhiret kışına hazırlık gayretiyle dolu bir hayat yaşamak şarttır. Buna göre de insan hayatı için mola ve tatil, ölümden sonrasıdır. Çünkü kabirde belki de asırlarca uyuyacağız.

Bu dünya, âhirette noktalanacak bir yolculuktur. Zihnin ve kalbin gücünü artırmak mecburîdir. Yani hayatı en güzel şekilde değerlendirmek şarttır.

İmam Şâfiî Hazretleri buyurur:

“Kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni meşgul eder.”

Bu gerçeğe göre yaşamayanların hâlini Sâdî-i Şîrâzî şöyle açıklar:

“Sefâhat âlemindeki insanın rûhu kendinden iğrenir…”

Hacı Bayrâm-ı Velî -kuddise sirruh- da hayatı yanlış değerlendirmenin mantıksızlığına dikkat çeker:

“Kibir ve emsâli kötü huylar, bele bağlı birer taş gibidir. Onunla ne yüzülür, ne de uçulur…”

Bu yönde en mühim husus, insanın kendi kusur ve noksanlıklarını iyi tespit edip onları izâleye çalışmasıdır. Yani;

“Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz!”

TEHLİKELER

Bilmelidir ki; nefsânî menfaat ve arzular, rûhumuza serpilen zehirlerdir. Her biri rûhânî hayatımıza vurulan zincirler mesâbesindedir. Menfaatperest bir gönülle de asla Allâh’a gidilemez. Hele gayr-i müslimlerin düşünce tarzına yaklaşmak, bir âfettir. Çünkü bu yaklaşma, zihnî bir akrabalık meydana getirir. Bu hâl, zaman içinde kalbî akrabalığa döner ve mü’mini helâk eder. Bunun için hayatı değerlendirmek, aklı ve kalbi korumak şartına bağlı olarak gerçekleşmelidir.

Hayatı nelerle ve nasıl değerlendirirsek, en güzel şekilde değerlendirmiş oluruz?

HAYATI DEĞERLENDİRMENİN TEMELLERİ

Bu; bedenî, malî ve kalbî olmak üzere üç temel unsur etrafında gerçekleşecek bir keyfiyettir. Yani bedeni helâl ile besleyerek hak istikamette değerlendirmek, malı ve parayı Hakk’a âmâde kılabilmek, kalbi de en güzel ve ulvî hasletler ile tezyîn etmek; insanı, ahsen-i takvim/varlıkların en şereflisi mevkiinde tutacak yegâne basamaklardır. Bunlar da şu özelliklere sahip olmaktan geçer:

-Zâhir ve bâtın ilim tahsili,

-Güzel ahlâk; Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâkı ile ahlâklanmak,

-Kötü ahlâklardan temizlenmek,

-Asr-ı saâdeti örnek almak,

-Kur’ân ile duygulanmak,

-İstikamet sahibi olmak,

-Doğru söze ve ahde riâyet,

-İbâdetlere bağlılık,

-Ölümü düşünmek ve gece ibâdeti,

-Sâlihlerle beraberlik,

-Din kardeşlerine muhabbet beslemek, gıybetten kaçınmak,

-Malı güzel kullanmak; israf ve cimrilikten sakınmak, infâk etmek,

-Kanaat zenginliğine kavuşabilmek,

-Merhamet ve şefkat sahibi olmak,

-Kul hakkına riâyet,

-Helâl gıdaya dikkat,

-Gayret ehli olmak,

-Allah yolunda hizmet,

-İhlâs ve takvâ ölçüleri ile yaşamak,

-Olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak.

GÜLLER ŞÂHINA ŞEBNEM OLMAK

Yukarıdaki bütün güzel özellikler; zarif, ince ruhlu, hassas, güzel bir insan olabilmenin yegâne düsturlarıdır. Bu düsturlara sahip gönüller, huzurlu bir dergâh hâline gelirler. Gül bahçesi misâli bin bir güzellik onlarda hayat bulur…

Gül ki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sembolüdür. Yani güllerin şâhı Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir. Bizler de davranışlarımızda o gülün bir şebnemi olabilirsek ne mutlu!

Şeyh Sâdî, «Gülistan» adlı eserinde şöyle bir hikâye anlatır:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyihâ yayılır. Adam kile sorar:

«–A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, amber misin?»

Kil ona cevaben şöyle der:

«–Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz gönüllere ferahlık veren bu râyihâ, o güllere aittir.»”

GÜZELLİĞİN ÇEVREYE YANSIMASI

Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsız ise, hayatı en güzel şekilde ve en güzel özelliklerle değerlendirebilen kuvvetli ruhlar için de kendilerine ve mahlûkāta faydalı olmamak ve etraflarına güzellikler saçmamak öyle imkânsızdır.

Yani her insanın; hayatı en güzel şekilde değerlendirerek kendisini inşa etmesi; hâliyle, kāliyle ve fikriyle güzellikler meşheri olması, toplumları insan israfından muhafaza edecek en mühim şarttır…

Hayatı değerlendirenler, kendilerini kurtarmanın yanında başkalarını da kurtarabilmenin endişesi içinde olurlar. Onlar, kendini bütün menfîliklerden sorumlu kabul ederler. Bu Hazret-i Ömer meşrebidir. O diyordu ki:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî, sorar Ömer’den onu…

Şüphesiz bu yüce bir olgunluk ve yüksek bir kalbî kıvamdır.

KENDİMİZE KARŞI ZAFER KAZANMAK

Tasavvuftaki nefsi terbiye ve tezkiyenin gayesi, gönlün böyle bir olgunluk ve kıvâma ulaşması içindir. Tabiî ki bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî iradeye râm olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mü’min; kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve câhilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdîrde, -Kur’ânî tâbirle- «kötülüğü şiddetle emreden» (Bkz. Yûsuf Sûresi, 53. âyet) nefs, mezmûm sıfatlardan arınıp makbûl bir hâle gelir.

Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen «cihâd-ı ekber» kabul edilmiştir.

Nitekim bu tâbiri Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönüşlerinde bizzat ifade ederek ashâbına;

“–Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuşlardır.

Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin evvelinden nihayetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsait değildi. Meyvelerin toplanacağı hasat mevsimi de gelip çatmıştı.

Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medine’ye yaklaşırken âdetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti.

Hâl böyleyken Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in söylediği bu sözün hikmetini merak eden bazı sahâbîler, hayretler içinde;

“–Yâ Rasûlâllah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihad olur mu?” dediklerinde Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“–Evet! Şimdi küçük cihaddan en büyük cihada; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!”[1] buyurdular.

Çünkü Cenâb-ı Hak;

(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü?” (el-Furkān, 43) buyurarak iç mücadelesinde mağlûp olan kimsenin nefsini ilâhlaştıracak derecede gaflet ve dalâlet bataklığına saplanacağına işaret etmektedir. Bu itibarla kelime-i tevhîdin özü, önce kalpten bütün ilâhları söküp atmak, sonra da Cenâb-ı Hakk’ın birliğini temiz ve pürüzsüz bir gönülle ikrar etmektir. Yani bütünüyle Allâh’a yönelmektir. Ondan râzı olmaktır.

Kulun Hak’tan râzı olması, dünya iptilâlarına sabredebilmesi, âhiret hazırlığını ömür boyu bıkmadan ve yorulmadan devam ettirmesi, hakikatte kendisine karşı kazanacağı zafere bağlıdır.

Çünkü zaman gelir;

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yâhud diken!

Ya hil’at ü yâhud kefen

Kahrın da hoş, lutfun da hoş!

demek îcâb eder.

Zaman gelir Hazret-i Yâkub gibi;

“Bana düşen, ancak sabr-ı cemîldir.” demek gerekir.

Yine zaman gelir Hazret-i İbrahim gibi, ateşe atılırken gelen meleklere bile;

“Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” diyebilmek gerekir.

NETİCE

Yani bütün mesele; öyle bir hayat yaşamaktır ki, neticesinde;

اِرْجِع۪ٖى اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

“Sen O’ndan, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (el-Fecr, 28) âyetiyle müjdelenen sonsuz vuslata mazhar olabilelim.

Allâh’ım! Bizleri böyle bir mazhariyete nâil eyle! Şu fânî hayatımızı sonsuzluk bereketi içinde en güzel şekilde değerlendirebilmeyi nasîb eyle! Gel-geç sevdalara kapılarak hüsrâna düşenlerden eyleme!

Âmîn!..