Fedâkârlık Tâlimi Kurban Bayramı

2011 – Kasım, Sayı: 309, Sayfa: 032

İnsan, hayatında en büyük bedelleri muhabbeti uğrunda öder. Zira gerçek bir muhabbetin kantarı, fedâkârlıktır. Fedâkârlık imtihanından geçmemiş bir muhabbet, kuru bir iddiâdan ibâret kalır.

Îman ise, en büyük muhabbettir. Bu sebepledir ki Cenâb-ı Hak:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını (yani kurtulacaklarını) mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) buyurmaktadır.

Hakîkaten îman, ilâhî lûtufların en bü­yüğü; imtihan da, kulun bu lûtfa liyâkat de­recesini ölçen bir miyardır. Mü’minden beklenen sabır, tes­lî­miyet ve takvâ ile îmânı muhâfaza ise, ilâhî mükâfâtlara nâiliyetin bedeli me­sâ­besindedir. Yani Hak Teâlâ, lûtfettiği îman nî­me­tinin yüce­li­ğini ve değerini idrâk ettirmek için, kullarından âde­ta bir bedel taleb etmektedir.

Bu itibarla kâmil mü’minler nazarında hayat; îman muhabbetinin seviyesinin ölçüldüğü bir imtihanlar manzûmesidir. Mü’min, Allah yolunda ne kadar fedâkârlık ve gayret göstereceği ve gerektiğinde Allah için dünyevî menfaatlerinden ne ölçüde vazgeçebileceği hususlarında, sürekli denenmektedir. Bu imtihanlardaki muvaffakıyeti nisbetinde de Rabbine yakın bir kul, hattâ en nihâyet Rabbinin dostu olmaktadır.

Halîlullah, yani Allâh’ın Dostu olan İbrahim -aleyhisselâm-’ın ibret dolu hayatı, bu ferâgat ve fedakârlığa müşahhas bir misaldir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’i kendisine “dost” seçtiğinde melekler, insanın kalbini işgâl ederek Hakk’a dostluğuna mânî olan üç hususu dile getirerek:

“–Yâ Rabbi! Onun canı, ı ve âdı var! O, bu dehşetli mu­hab­bet engellerini na­sıl aşacak da Sen’in dos­tun olacak?” dediler.

Allah Teâlâ da, insan nefsinin aş­mak­ta en çok zorlandığı bu üç husus­ta İbrahim -aleyhisselâm-’ı imtihan ederek, onun dostluğunun şiârı olan sarsılmaz tes­lî­miyetini ve bütün varlığını Hakk’a fedâ edişini me­leklere sergiledi.

Onu ilk olarak Nemrud’un ateşiyle imtihan etti. İbrahim -aleyhisselâm- ateşe atılacağı zaman melekler yetişip yardım etmek istediler. Fakat o:

“–Size ihtiyacım yok! Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir? Ateşi ancak yandıran söndürür.” karşılığını verdi. Ardından da; «Allah ne güzel vekildir!» diyerek Rabbine sığındı. Yani putperestliğe karşı tevhîdi korumak için, yanarak canını fedâ etmeye râzı oldu. Cenâb-ı Hak da ateşe:

“–Ey ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69) tâlimâtını verdi. Ateş, gülistâna döndü.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, İbrahim -aleyhisselâm-’ı malından imtihan etti. Ona sayılamayacak kadar sürüler ihsân etti. Sonra da Cebrâîl -aleyhisselâm- insan sûretinde gelerek Hazret-i İbrahim’e:

“–Bu sürüler kimindir? Bunları bana satar mısın?” dedi. O da:

“–Bu sürüler Rabbimin. Rabbimi zikret, bu sürüleri sana hibe edeyim.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-’ın malı da, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın Allah Teâlâ’yı üç defa zikretmesi mukãbilinde, nazarındaki bütün ehemmiyetini yitirdi ve zikrin lezzetiyle ona:

“–Al hepsi senin olsun!” dedi.

Cenâb-ı Hak da onun hem nesline, hem de malı­na-­mül­küne büyük bir bereket ihsân eyledi. Kendisi “Ebû’l-Enbiyâ” yani Peygamberler Babası oldu. Bereketlenen her şeye, onun bir hâtırası olarak; “Halil İbrahim bereketi” denilmesi, bir darb-ı mesel hâline geldi. Mü’minler, birbirlerine bereket temennîsinde bulunmak üzere; “Allah, Halil İbrahim bereketi versin!” diye duâ eder oldular.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’i, son olarak oğlu İsmâil -aleyhisselâm-’ı kurban etmekle imtihan etti. Baba-oğul, emr-i ilâhîye tam bir teslîmiyet gösterdiler. Biri, oğlunu kurban etmeye; diğeriyse babası tarafından kurban edilmeye giderken, Allâh’a itaat ve teslîmiyetlerini bozmaya çalışan şeytanı beraberce taşladılar. İbrahim -aleyhisselâm-, yaşlılık yıllarına dek hasretle yolunu beklediği, canından bir can, öz varlığından neş’et etmiş bir kıymet filizi olan, çok sevdiği evlâdı İsmâil -aleyhisselâm-’ı Allâh’ın emri olduğu için kurban etmek niyetiyle alnı üzerine yatırdı. Son anda Cenâb-ı Hak imtihanı kazandığını müjdeleyerek Cennet’ten kurbanlık bir koç gönderdi.

“…Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık (ağır) bir imtihandır.” (es-Sâffât, 104-106) şeklindeki ilâhî müjdeye mazhar oldu.

Böylece İbrahim -aleyhisselâm-, her imtihanda Cenâb-ı Hakk’ın emrine itaat hâlinde olduğunu, O’na canını fedâya, yani her şeyiyle “kurban” olmaya hazır bulunduğunu izhâr etti. Kalbindeki dünyaya ait fânî tahtları yıkarak, yerine ilâhî muhabbet ve dostluk tahtlarını inşâ etti. Çünkü o, bütün nîmetlerin ilâhî bir emânet olduğunun idrâki içindeydi. Emâneti sahibine teslim etmekte tereddüt göstermek ise, gerçek bir îman muhabbetiyle telif edilemezdi. İşte bu müstesnâ tevekkül, teslîmiyet ve muhabbeti neticesinde, Cenâb-ı Hak onu kendisine Halîl/Dost eyledi.

KURBAN TEFEKKÜRÜ

İbrahim -aleyhisselâm-’ın azîz bir hâtırası olan kurban ibadeti de, gönülleri Allah için fedâkârlık duygusunun tefekküründe derinleştirmelidir. Zira bizleri yoktan var edip sayısız nîmetleriyle perverde kılan Cenâb-ı Hakk’a muhabbet, hiçbir fedakârlıktan kaçınmamayı îcâb ettirir.

Unutmamak gerekir ki Allâh’ın mülkünde yaşayan kulun, Allâh’ın emâneti olan malından, canından, velhâsıl bütün imkânlarından Allah için fedâkârlıkta bulunması, Allâh’a bir ikram değil, Allâh’ın ona bir ikrâmıdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, fakat kulların O’nun rızâ ve muhabbetine ihtiyacı sonsuzdur.

Ayrıca Allâh’a olan muhabbetimizin seviyesi, O’nun uğrunda katlandığımız meşakkatler ve seve seve yaptığımız fedâkârlıklar nisbetindedir. Dolayısıyla; fedâkârlık ve merhamet tâlîminin yapıldığı bir mevsim olan kurban bayramı, gönül deryamızda İbrahim -aleyhisselâm-’ın aziz hâtırasını ve Hakk’a teslîmiyet hissiyâtını dalgalandıran bir rahmet esin­­tisidir. Bu esinti, bütün mü’minleri derin bir gönül muhâsebesine götürmelidir:

Düşünmek gerekir ki İbrahim -aleyhisselâm- oğluna olan muhabbetini fedâya hazırlandı; diğer taraftan da oğlu İsmâil -aleyhisselâm- hiç tereddüt etmeden canını ortaya koydu. Şüphesiz ki bununla bizlere verilen ilâhî tâlimat;

“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) âyet-i kerîmesinin muhtevâsı içinde bulunmaya gayret etmektir.

Zira rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri, O’nun yo­lun­da seve seve fedâ etmek, îmânın kemâline ve Hakk’­ın dostluğuna ermeye ve­sî­ledir. Gerçek bir dostluk ise mâlikiyetle imtizâc etmez. Bu sebeple kul, bütün varlığının Hakk’a âit olduğunu, kendisinin de o varlıklar üzerinde belli bir süre için tasarruf selâhiyeti verilmiş bir emânetçi hükmünde bulunduğunu, hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır.

ANCAK TAKVÂNIZ ULAŞIR…

“Kurban”ın kelime mânâsı, “takarrub”, yani yaklaşmaktır. Cenâb-ı Hak, yakınlığına erebilmemiz ve kendisiyle dostluk iklimine kabul edilmemiz için, biz kullarından dâimâ kurban istiyor. Yani malımızla, canımızla, bütün imkânlarımızla fedâkârlıkta bulunmamızı arzu ediyor.

Bunun içindir ki cismânî kurbanlardan maksat da, emr-i ilâhîye itaat etmek sûretiyle O’na yaklaşma arzusunun izhârıdır. Bu niyetle kesilen kurban, Allah indinde müstesnâ bir değer kazanır. Nitekim kurbanda asıl gâyenin, mü’minin bu hâlis niyeti olduğu, âyet-i kerîmede şöyle beyan edilir:

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hacc, 37)

Dolayısıyla kurban ibadetinin özü, Hak Teâlâ’ya, kayıtsız-şartsız, cân u gönülden teslim olup emrine itaat etmektir. Kurbanda Hak katına yükselerek kabul görecek olan da, kulun bu gönül kıvâmıdır.

Kurban kesmek, gönüldeki Allah muhabbetinin bir ifâdesi olduğundan, bu ibadetin îfâsında gösterilecek tâzim, nezâket, edep ve hassâsiyet de son derece mühimdir. Bu sebeple evvelâ kurbanları, mümkün mertebe, güzel, sağlam ve cüsseli hayvanlardan seçmek gerekir. Zira Cenâb-ı Hak;

“Sevdiğiniz şeylerden in­fâk etmedikçe aslâ «birr»­e (yani hayrın kemâl nok­tasına) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyurmaktadır.

Yani Rabbimiz, rızâsı yolunda yapacağımız fedâkârlıkların da mümkün olduğu kadar sevip beğendiğimiz güzel şeylerden olması gerektiğini bildiriyor. Zira riyâdan uzak sadakalar, infaklar ve kurbanlar, onu vereceğimiz muhtacın eline geçmeden önce, Allâh’ın kudret eline geçer. Nitekim âyet-i kerîmede; «êîÃòÎïÐï ÇäÕñîÏîâîÇÊð» “…(Allah) sadakaları alır.” (et-Tevbe, 104) buyrulmuştur. Dolayısıyla, yapılan infakları fânîlere değil, Bâkî’ye takdîm edercesine büyük bir edep ve hassâsiyetle gerçekleştirmek îcâb eder.

Bir gün Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, kokusu biraz değişmiş bir eti sadaka olarak vermek istemişti. Nebiyy-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz ona:

“Yâ Âişe! Kendin yemediğin bir şeyi tasadduk mu edeceksin?!” buyurarak îkazda bulundu. (Heysemî, III, 113)

Şu âyet-i kerîme de bu hususta çok açık bir îkazdır:

“Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nîmetlerin iyilerinden infâk edin. (Size verilse) gözünüzü yummadan alamayacağınız (değersiz) şeyleri, hayır diye vermeye kalkışmayın! Allâh’ın müstağnî ve övülmeye lâyık olduğunu bilin!” (el-Bakara, 267)

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğulları Hâbil ile Kãbil arasında vukû bulan hâdise de bu hususta çok mânidardır:

Kãbil, aynı batında doğan kız kardeşini almak istemişti. Hâbil ise, bunun dîne uygun olmadığını, diğer batında doğan kardeşlerinden birini alması gerektiğini ihtâr etti. Kãbil, bu îkâzı dikkate almayarak, yaptığının doğru bir davranış olduğu iddiâsında diretti. Bunun üzerine Hâbil, kimin haklı olduğunun anlaşılması için Allâh’a kurban adamayı teklif etti.

O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu şeyler, bir dağ başına konur, bir müddet sonra gidip bakıldığında; gökten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurbanın, Cenâb-ı Hak tarafından kabûl edilmiş olduğu anlaşılırdı.

Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Kurbanlık olarak, içlerinden en semiz ve gösterişli olan bir koçu seçti. Kãbil ise, ziraatle uğraşırdı. O da, cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurbanlık olarak ayırdı.

Hâbil ile Kãbil, bir müddet sonra bıraktıkları kurbanları tedkik için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koç kabul edilmiş; Kãbil’in cılız buğday demeti ise olduğu gibi duruyordu. (İbn-i Sa’d, I, 36)

Zira Hak katına ulaşıp kabul edilecek olan, kulun takvâsıdır. Takvâ üzere yaşamayan, îtikad, ahlâk ve muâmelâtında ciddî problemler bulunan birinin, ibadet ve amelleri de düzgün olmaz. Çünkü eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Bu sebeple ilâhî tâlimatlar istikâmetinde ve takvâ üzere bir hayat yaşamak şarttır. Takvânın gereği ise, ibadet ve hayırları “ihsan” kıvamında, yani dâimâ ilâhî kameralar altında olduğunun şuur ve idrâkiyle en güzel bir sûrette îfâ etmeye çalışmaktır.

Kurbana niyetlenen bir mü’min; evvelâ tam bir ihlâs duygusu içinde olmalı, niyetine fânîleri ortak etmek­ten titizlikle sakınmalıdır. Konu-komşunun ayıpla­masından, toplumdaki îtibârının zedelenmesinden korkmak gibi nefsânî kaygılarla kurban kesmemelidir. Yegâne gâye, Allâh’ın rızâsı olmalıdır. Kurbanı makbul kılacak olanın, bu hâlis niyet olduğunu hiçbir vakit unutmamalıdır.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurur:

“Âdemoğlunun, Kurban Bayramı’nın birinci günü yaptığı işlerin Allâh’a en sevimli olanı, (kurban) kanı akıtmaktır. Kıyâmet günü o kurban, boynuzları, tırnakları ve kıllarıyla gelir. Kurbanın kanı da, henüz yere düşmeden Allâh’ın rızâsına nâil olur ve kabul edilir. O hâlde, kurbanlarınızı gönül hoşnutluğu ile kesin!” (İbn-i Mâce, Edâhî, 3; Tirmizî, Edâhî, 1/1493)

Demek ki kurbanı, gönlümüzde en ufak bir sıkıntı duymadan, bilâkis Allah muhabbeti ve îman lezzetiyle, Allah için bir fedâkârlıkta bulunmanın vicdan huzûru ile kesmek gerekir.

Öte yandan kurbanlar, dînî hayatın şiarlarındandır. Kurbana her müslümanın büyük bir ehemmiyet ve değer vermesi, îmânındandır. Zira âyet-i kerîmede; “…Her kim Allâh’ın şiarlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hacc, 32) buyrulmuştur.

Bâzı gâfillerin kurban ibâdetini küçümsemesi veya benimsememeleri, -en hafif ifâdeyle- cehâlet; ona “kanlı bayram” gibi çirkin yakıştırmalarda bulunmalarıysa, ucu küfre sarkan son derece mahzurlu sözlerdir. Her varlıklı mü’min, kurban kesmek mecburiyetindedir. Zira Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in bu husustaki îkâzı çok dehşetlidir:

“Bir kimse, mâlî imkânları müsait olduğu hâlde kurban bayramında kurban kesmezse, namazgâhımıza yaklaşmasın!” (İbn-i Mâce, Edâhî, 2)

Demek ki Allâh’ın lûtfettiği sayısız nîmetlere rağmen, Allah için bir kurban kesmekten kaçacak kadar cimri birinin, İslâm topluluğu içinde yeri yoktur. Kurban kesmek, şartlarını hâiz olan her zengin müslümana vâciptir. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Ey insanlar! Her sene her bir ev halkına kurban kesmek vâciptir.” (İbn-i Mâce, Edâhî, 2; Tirmizî, Edâhî, 18/1518)

KURBAN ÂDÂBI

Kurban’ın her şeyden önce Allah için yapılan bir ibadet olduğu unutulmamalı, bu mübârek günlerde zikir, fikir ve şükürle ibadet vecdini muhâfaza etmelidir. Ayrıca dirâyetli ve ehil olanlar, hayvanlarını bizzat kendileri kesmeli, kurbanın ruh ve mânâsını yakından hissetmeye gayret etmelidirler. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Vedâ Haccı’nda 100 kurbanından 63’ünü bizzat kendileri kesmişlerdir. Kendileri kesemeyenler ise ehil birine vekâlet vermeli, fakat imkân varsa kesim esnâsında huşû, tâzim ve ihtiram duyguları içinde hayvanın yanında beklemelidirler.

Nitekim Rasû­lul­lah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanında bulun! Şunu iyi bil ki onun kanından yere düşen ilk damla ile, işlemiş olduğun (küçük) günahlar affedilir.” (Hâkim, IV, 247/7524; Heysemî, IV, 17; Beyhakî, Şuab, V, 483)

Öte yandan, kurbanlık hayvanlara da güzel davranmak, onları ürkütmemek, susuzsa su içirip rahatlatmak ve kesim yerine güzelce götürmek îcâb eder. Kurbanı, keskin bir bıçakla kesmek ve ona hiçbir şekilde eziyet etmemek gerekir. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de hayvanların görmeyeceği bir yerde bıçakların güzelce bilenmesini emretmiş ve şu tembihlerde bulunmuştur:

“Biriniz hayvanını keseceği zaman, o işi hızlı yapsın!” (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

“Allah her şeyi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir… (Kurban) kestiğiniz zaman kesmeyi en iyi şekilde yapı­nız! Her biriniz bıçağını bilesin ve hayvanını rahatlatsın!” (Müslim, Sayd, 57; Tirmizî, Diyât, 14/1409)

İNFAK, MERHAMET,

DİĞERGÂMLIK…

Kurban; maldan ve candan fedâkârlık mânâsı taşıdığından, mühim bir infak ve merhamet telkinidir. Kurbanda kula düşen asıl kazanç da, onun ihtiyaç sahiplerine infak edilen kısmıdır. Şu hâdise, bu gerçeği ne güzel hülâsa eder:

Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmişlerdi. Birçok infaktan sonra Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ondan geriye ne kaldığını sordu. Âişe vâlidemiz:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Desene (yâ Âişe), bir kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâme, 33)

Kurban etini üç kısma ayırmak müstehabdır. Üçte birini fukarâya, üçte birini âileye, üçte birini de konu-komşuya, dost ve misâfirlere ikrâm etmelidir. Fakat âile efrâdı kalabalık olanlar, şâyet ihtiyaç varsa bütün kurbanı ev halkına bırakabilirler. Ancak bu durumda da birkaç fakire sadaka vermek, güzel görülmüştür.

Diğer taraftan, hâli vakti müsait olan mü’minler, vâcip kurbanlarını kendi beldelerinde kesmeli; lâkin kazâ, belâ ve hastalıkların def’i, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği nîmetlerin şükrü ve din kardeşlerine yardım elini uzatabilmek için, sadaka olarak da kurbanlar kesip dünyanın dört bir yanındaki muhtaçlara tevzî etmeye imkân nisbetinde gayret göstermelidirler. Zira bugün başta Afrika olmak üzere, açlık ve sefâletin kol gezdiği pek çok beldedeki nice müslüman, İslâm kardeşliğinin bu müstesnâ tezâhürünü hasretle beklemekte, hattâ bu kardeşlerimizin bir kısmı, kurban vesîlesiyle yılda bir kez de olsa et yiyebilmenin hayalini kurmaktadır.

Nitekim İstanbul’a ziyarete gelen bir Afrikalı dostumuz:

“–İnanın bu kurban bayramında da sizleri bekleyen çok insan var.” diyerek, bizlere o muzdarip coğrafyadaki kardeşlerimizin çağrısını iletmiş ve din kardeşliği mes’ûliyetimizi yeniden hatırlatmıştı.

Müslüman, rûhunu inki­şâf ettirerek bütün mah­lû­kâ­ta huzur tevzî eden bir rahmet dergâhıdır. Dünyanın her yerindeki din kardeş­le­rini kendisine zimmetli bilen, diğergâm insandır. Bu mü­bârek günlerde bu hâlin en güzel göstergesi, gönlümü­zün ulaşabildiği her yerdeki kardeşlerimize kurban ve­sî­lesiyle bir bayram sevinci ya­şa­tabilmektir.

Bu sebeple, bu mübârek günlerde rızâ-yı ilâhîyi üzerimize daha çok celbetmek için -bir parça kurban etiyle de olsa- yetim, kimsesiz, fakir ve muhtaçları, bilhassa da Afrika’da asrımız insanlığının zulüm ve vicdansızlığı sebebiyle mağdur olan milyonlarca din kardeşimizi, gönül dergâhımıza almaya gayret gösterelim, din kardeşliği hukukunun gereğini îfâ edelim.

Unutmayalım ki, bir annenin evlâdına olan şefkat ve merhametinden çok daha fazlasını ümmetine duyan Rahmet Peygamberi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hem kendisi için hem de ümmetinden güç yetiremeyenler adına kurbanlar keserdi. (Ebû Dâvûd, Edâhî, 3-4/2792; İbn-i Sa’d, I, 249)

Düşünmek lâzım­dır ki nebevî terbiye ile yetişen sahâbe-i ki­râm bu devirde yaşa­saydı, kurban iba­detini nasıl da yük­sek bir fedâkârlık uf­kunda îfâ ederlerdi. Ümmetinden kurban kesemeyenler için Efendimiz’in gösterdiği o şefkat, merhamet ve cömertliği, bugün Ümmet-i Muhammed olarak bizler de -imkânlarımız dâhilinde- yaşamaya gayret etmeliyiz. Zira bu gayret, böyle merhametli bir Peygamber’e bizi ümmet kılan Allah Teâlâ’ya en güzel şükür ifâdelerimizden biri olacaktır.

Hak Teâlâ bizi dünyada Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek izinden, âhirette de saâdet gölgesinden ayırmasın. Çünkü en büyük bayram; Efendimiz’in Hamd Sancağı altında toplanarak şefaatine nâil olmak bahtiyarlığıdır.

Unutmayalım ki bu dünya, fedâkârlık diyarıdır. Bu fedâkârlığın mükâfâtı olarak Cenâb-ı Hak, biz kullarını Dâru’s-Selâm’a, yani saâdet ve selâmet yurdu olan Cennet’e dâvet etmektedir. Bu Cennet dâvetine liyâkat için de, fânî bayramları ebediyet bayramının sermâyesi kılabilme firâsetiyle yaşamamızı istemektedir. Zira Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Kıyamet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır. O gün, öküzlere (yani Hak’tan uzak gâfillere) ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!”

Cenâb-ı Hak, kurbanlarımızı İbrahim -aleyhisselâm-’ın gönlündeki fedâkârlık, teslîmiyet, rızâ, takvâ ve muhabbetten hisse alarak kesebilmeyi, mazlum ve muhtaç din kardeşlerimize ikramlarda bulunarak onların gönüllerine de bayram huzuru tevzî edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Gerçek bayramların saâdet ve neşeleriyle milletimizin, vatanımızın ve bütün İslâm âleminin yüzünü güldürsün…

Âmîn!