Endam Aynası (Hikmet ve Sırları Okuma Sanatı 2)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Aralık, Sayı: 226

ESAS SANAT

Bir gün bir kişi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın yanında;

“–Şu satranca hayret ederim. Satranç tahtasının uzunluk ve genişliği birer arşından ibâret iken, insan onun üzerinde bir milyon oyun oynasa, bir oynadığı mutlaka diğerinden farklı olur, hiçbir oyun diğerine benzemez!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona şöyle dedi:

“–Bundan daha hayrete şâyân olanı vardır:

İnsan yüzünün uzunluk ve genişliği birer karıştan ibârettir. Kaşlar, gözler, burun, ağız gibi âzânın yerleri kat‘iyyen değişmez. Buna rağmen şark ve garpta yüzleri birbirinin tamamen aynısı olan iki kişi bile bulunmaz. Şu ufacık bir deri parçasında bu haddi hudûdu olmayan farklılıkları gösteren Allâh’ın kudret, azamet ve hikmeti ne yücedir!” (Râzî, Tefsîr, IV, 179-180 [el-Bakara, 164])

Necip Fazıl, bu hikmete işaretle şöyle der:

Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam?

Geçip de aynaya soran olmaz mı?

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her sîmânın eşsiz olmasından daha muhteşem olan, halk ettiği her bir varlığın kaderinin de eşsiz olmasıdır.

Bir sahnede iki farklı piyes oynansa birbirine karışır. Şu âlem sahnesinde milyarlarca piyes aynı yerde oynanıyor, hiçbiri diğerine karışmıyor. Ne muhteşem bir kudret!..

Cenâb-ı Hakk’ın sanatının bir başka şâyân-ı hayret tarafı, bu hârikulâde hilkatin ayaklar altındaki malzemesidir:

TOPRAĞI TEFEKKÜR

Bitki ve canlıların yaratıldığı toprak terkîbi, aynı zamanda bedenî yönden insanın da yaratıldığı özdür. Hazret-i Âdem topraktan yaratıldığı gibi; cenînin baba vücudunda yaratıldığı ve anne vücudunda beslendiği gıdâları düşündüğümüzde, bütün insanlar da toprak terkîbiyle neşv ü nemâ bulur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki;

  • Biz sizi topraktan,
  • Sonra nutfeden,
  • Sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan),
  • Sonra uzuvları (önce) belirsiz,
  • (Sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim.

Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz).

İçinizden kimi vefât eder;

Yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin.

Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.” (el-Hacc, 5)

Cenâb-ı Hak; yeniden yaratılışı, «ba‘sü ba‘de’l-mevt»i imkânsız zanneden, bunu mahdut aklına sığdıramayan gafil insana, âdetâ;

“Seni ilk kez ne kadar basit maddelerden yarattığıma bir bak! Seni yeniden yaratmanın Benim için ne kadar kolay olduğunu buradan anla!” demiş oluyor. Eşsiz kudretini temâşâ ve tefekkür ettiriyor.

Hakikaten;

Kış boyunca kupkuru ve simsiyah olan topraklar, bahar vaktinde sayısız tohumların birden filizlenmesi ve yerden fışkırması ile baştan sona yeşerir ve rengârenk çiçeklerle dolar.

Ayrıca;

Uyku da ibretli bir hâdisedir. İnsan uyuyunca sanki ölmüş vaziyettedir. O vaziyette nice rüyalar ve nice hâller vardır. Her uykunun sonu uyanıp kalkıştır. Yani uyku, âdetâ her gün ölmenin ve dirilmenin bir tatbikatıdır.

Dolayısıyla;

Her baharda bu manzarayı gören ve her uykudan sonra uyandığında âdetâ diriliş yaşayan bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanları yeniden yaratmaya kādir olduğundan nasıl şüphe eder?!.

Yine Cenâb-ı Hak, kevnî âyetlerini parmak uçlarıyla da anlatır. Haşri inkâr edenlerin;

“–Toprak olmuş, ufalanmış toza dönmüş kemikler nasıl dirilecek?” diye ahmakça sormaları üzerine Cenâb-ı Hak;

“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır?

Evet, Bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâmet, 3-4)

Hazret-i Âdem’den son insana kadar her şahsın 2 santimetrekarelik parmak izleri birbirinden farklıdır ve eşsizdir. Hiçbiri diğerinin aynısı değildir.

Mikroâlemde bir ilâhî azamet tecellîsi!..

Cenâb-ı Hakk’a zorluk yoktur. Her şey, iki harfin, «kâf» ve «nûn»un yan yana gelmesiyle, yani Cenâb-ı Hakk’ın; «كُنْ / Ol!» emriyle oluverir. Âciz insan O’nun kudretini tam mânâsıyla idrakten âcizdir. Ancak O’nun sıfatlarının tecellîlerini tefekkür edebilir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, (yani sıfat tecellîleri, ilâhî azamet akışları ve kudret nakışları üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve azametini tefekkür edin.)

Zâtı üzerinde düşünmeyin. Zira siz O’nun kadrini (kıymet ve azametini, O’na lâyık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)

Ayrıca;

Cenâb-ı Hak, insanın yaratıldığı aslın; çiğnenen toprak, kokmuş çamur, iğrenilip atılan değersiz su gibi maddeler olduğunu bildiriyor ki, insan bir hiçlikten geldiğini idrâk etsin. İnsan bedeni meselâ bir gözyaşından yahut bir değerli madenden değil, kirli bir sudan yaratılmakta. Bu da insanın kibirden kurtulup tevâzu ve hiçlik içinde yaşamasına mühim bir îkāz alâmeti…

İnsan hiç olarak geldi. Tevâzu sahibi olarak dâimâ hiçliğini yaşayacak.

İnsan bedeninin âkıbeti de farklı değildir. O da toprağa verilir ve çürüyüp gider. Nitekim Hak dostları; insanın bedenen «evveli nutfe, âhiri cîfe» olduğunu tebârüz ettirerek, dâimâ hiçlik içinde Allâh’a ilticâ etmenin zarûretini hatırlatmışlardır.

Bedenin bu kadar süflî âleme ait oluşunun bildirilmesi; insanın, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirmeye doğru bir davettir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey kardeş! Bedenin et ve kemik olarak hayvanlarla aynı. Sen, asıl tefekkür ile hayat bulmalısın.

  • Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin.
  • Eğer, diken gibi düşünüyorsan (aklın-fikrin nefsânî arzularına mağlûp hâlde ise) ateşte yanacak bir kütüksün!”

Yaratılış safahâtının bildirilmesindeki bir başka sır, bunun bir Kur’ân mûcizesi olmasıdır. İnsanlık; ancak son asırlarda ultrason ve benzeri cihazlarla embriyoloji sahasında, insanın yaratılış safhalarını ortaya koyabilmişken; Kur’ân 15 asır evvel, bir biyoloji kitabı gibi insanın anne karnında geçirdiği merhaleleri bir bir saymakta…

Cenâb-ı Hak, bir başka âyet-i kerîmede de geleceği ihâta edecek bir üslûpla şöyle buyurur:

“Atları, katırları ve merkepleri binmeniz ve (gözlere) ziynet olsun diye (yarattı.) Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır.” (en-Nahl, 8)

Böylece bugünkü araba, tren, uçak gibi teknolojik gelişmelere 1400 sene evvel işaret etmiştir. Bundan sonra da Cenâb-ı Hakk’ın izniyle daha nelerin keşfedilip îcat edileceğini bilemiyoruz. Lâkin her keşfedileni yaratan Allah’tır, Cenâb-ı Hak, kulları vasıta etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de mahşer yerinde her insana, içinde bütün hayatının kayıtlarının olduğu bir kitabın verileceği ve;

“Oku kitâbını, bugün nefsin sana yeter!” (el-İsrâ, 14) denileceği bildiriliyor. Her insan orada hayatını yeni baştan seyredecek.

Asrımızda bilgisayarlara; muazzam kütüphâneler, ses ve görüntü arşivleri sığmakta, okunmakta ve seyredilebilmektedir. Kur’ân’da asırlar sonrasına bir işaret verilmiştir.

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim dâimâ önden gitmekte, beşerî ilimler ise onu te’yîd ederek geriden gelmektedir.

Bir başka sır ve hikmet:

AHSEN-İ TAKVÎM

İnsan her ne kadar, değersiz su ve çamurdan yaratılmış olsa da, Cenâb-ı Hak onu ahsen-i takvîm üzere yarattı.

  • İnsanın güzel yüzü,
  • Derisinin letâfeti,
  • İki büklüm değil, dik durabilmesi,
  • Uzuvlarının mütenâsip oluşu,
  • Elinin, çok kabiliyetli bir başparmağa sahip olmak gibi sâir mahlûkāta göre çok daha kuvvetli ve vasıflı olması,
  • Beyin ve kalp, akıl ve gönül istîdatları,
  • Konuşabilmesi gibi husûsiyetler, onu sâir mahlûkattan tamamen ayırır.

Cenâb-ı Hak bunca nimeti de hatırlatarak sormakta:

“Ey insan! Seni yaratan, seni (şekilsizlikten çıkarıp) düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6)

  • Bunca nimete karşı seni nankörleştiren nedir?

Göz nimetini düşün… «Dünyaları vereceğiz!» deseler, göz nimetinden vazgeçer misin?

Kalbini düşün… Bir ömür; hiç istirahat etmeden çalışan, sen uyurken de programına devam eden, kan pompalayan bir et, bir kas parçası…

Böbreğini düşün… Diyaliz hastalarının koca bir makineye bağlanarak saatlerce beklemek sûretiyle aldıkları hizmeti; vücudunda, el kadar bir çift uzuv sessiz sedâsız yerine getiriyor.

Parmak izlerini düşün!.. Cenâb-ı Hak; milyarlarca insan yaratıyor, her birinin parmak izini farklı bir şekilde halk ediyor. Bunu da insanların keşfinden asırlar önce Kitâbında bildiriyor.

Kâinatta ne varsa insanda da vardır. Meselâ insan vücudunda demir maddesi de erimiş vaziyette mevcuttur.

İnsan; esmâ tecellîlerine mâkes olma husûsunda, mahlûkātın en istîdatlı varlığıdır. Bu bakımdan kâinat da bir endam aynası vasfında, insanın temâşâ ve tefekkürüne âmâde kılınmıştır.

Cenâb-ı Hakk’ın hadîs-i şerifte bildirilen 99 esmâsı vardır ve bu isimler İslâm âlimleri tarafından 700’e kadar çıkarılmaktadır. Bunun dışında peygamberlerin bildiği, yalnızca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bildiği, bir de ilmini Cenâb-ı Hakk’ın Zâtına mahsus tuttuğu esmâ vardır.

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bütün varlıklar, bu esmâ ve sıfatların farklı terkiplerinden meydana gelmiştir. Bu hakikat şu misalle daha iyi anlaşılacaktır:

Bu cihandaki maddî varlıklar, atomlardan ve onların meydana getirdiği element ve moleküllerden oluşur. Bunlar da terkiplerdir. İki meşhur misal;

  • Su (H2O: İki hidrojen+bir oksijen),
  • Tuz (NaCl: Sodyum+klorür),

Bu formüllerdeki diziliş de ortaya çıkan tezâhürlerde büyük değişiklikler meydana getirir:

Kömür, grafit (kurşun kalemin yazan kısmı) ve elmas maddelerinin üçü de karbondur. Fakat atom dizilişleri sayesinde çok farklı renk, yapı ve mâhiyette tezâhür ederler.

Maddî âlemdeki (halk âlemindeki) bu terkipler gibi, mânevî âlemde (emir âleminde) de, esmâ-i hüsnânın yani Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının farklı farklı sonsuza uzanan birleşmeleriyle bu âlemde nâmütenâhî bir zenginlik meydana gelmektedir.

NİÇİN YARATILDIK?

Cinleri ve insanları, Zâtını tanıyıp O’na kulluk etsinler diye yarattığını bildiren Cenâb-ı Hak,
ferman buyurur:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allâh’ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz.” (el-Bakara, 21)

İnsan; bu dünyada maaşını veren patronu için, ayda şu kadar gün ve saat çalışıyor. Patronunun emrine âmâde oluyor.

Kendisini var eden, canlı kılan, insan eyleyen Zât’a karşı, O’nun istediği kulluğu edâ etmesi gerekmez mi?

Üstelik;

Rabbinin ondan istediği kulluk tâlimatlarının her biri, kulun kendi menfaatinedir, kul için bir nimettir.

Bu hakikate rağmen Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine itaat etmeyen gafil insana, Kur’ân-ı Kerim’de tehditkâr bir şekilde şöyle buyurulur:

“…İster şükret, ister nankör ol! (İkisinin de karşılığı, mükâfat veya cezası sanadır!..) (Bkz. el-İnsân, 3)

Çünkü insanı; ölümle başlayan, muhâtaralarla, tehlikelerle dolu bir ebediyet yolculuğu beklemektedir. O abus ve kasvetli günde, ancak Allâh’a dost olabilenler, korku ve hüzünden âzâde olabilecektir. Allâh’a dost olabilmenin yolu da, O’na kulluktur. O’nun tâlimatlarına gönülden itaattir.

Cenâb-ı Hakk’ın cömertliği sonsuzdur. Bizlere muhteşem nimetler, saymakla bitiremeyeceğimiz ikramlarda bulunmuştur.

Ancak unutmamak gerekir ki bütün bu nimetler, yaratılış gayemiz olan kulluk çerçevesi içinde bize mükemmel birer ikrâm olur, o çerçevenin dışına çıkarılırsa, vebâl olur, hesabı verilemeyecek bir mes’ûliyet olur.

AKIL NİMETİ

Bu nimetlerin en mühimlerinden biri de bilhassa mevzumuz olan tefekkürle alâkalı akıl nimetidir. Akıl nimeti vahyin muhtevâsı içinde kullanıldığında bizi huzur ve saâdete götürecek bir nimettir.

Lâkin;

Bu nimeti kullanırken şayet vahyin dışına çıkılırsa, akıl nimet olmaktan çıkar, iki cihânımız için felâket olur.

Hak ve hakikatten ayrılan ve aklın putperesti olan filozofların birçoğu çıldırmış, kimi tımarhâneye düşmüş, kimi de intihar etmiştir. Hiçbiri huzur bulamamıştır. Onların felsefesiyle saâdete kavuşan ne bir fert ne de bir toplum gösterilebilir. Onların hevâ ve heves mahsulleri, ancak zâlimlere sermâye olmuştur.

Lâkin bu bedbahtlar, şeytan süslemesiyle insanlara yol göstericiler -imiş- gibi reklâm edilmişler, binlerce insan bunları takip etmek yüzünden dalâlete / sapıklığa düşmüş ve zulme dûçâr olmuşlardır.

Bugün kendi insanlarımız arasından dahî muhtevâsını bilmeden, felsefe okumaya tâlip olanlar, felsefe tahsiliyle övünenler çıkıyor.

Hâlbuki;

Felsefe okunacaksa, ancak filozofların gerçek yüzünü bilen rahmetli Nureddin TOPÇU gibi bir hocanın maiyetinde okunmalıdır. Böyle bir hoca, filozofların fikrî bozukluklarını ve yanlışlarını ortaya dökecek, onların balon gibi şişirilmiş sistemlerinin aslında insanları nasıl bir felâkete sürüklediğini gösterecektir.

Aksi hâlde felsefeyi, hiçbiri kendisine dahî bir saâdet ve huzur temin edememiş filozoflara hayranlık duyarak okumak, insanı hak ve hakikatten uzaklaştırır. Kalbe ve zihne zehir serper. Câhiliyyeye hayran olan kişi, şerrin ve aklın budalası olur.

Gerçek fikir derinliği İslâm’dadır.

Hakikî hikmet Kur’ân’dadır.

Hayran olunacak idrak ve mârifet, Rasûlullah Efendimiz’in mârifetullah seviyesindedir. Sonra O’nun talebeleri olan sahâbe ve Hak dostlarının hikmet ve mârifet sofralarındadır.

Asrımızda müslüman beldelerde yaşanan ve yakın zamanda Filistin’de ve Gazze’de en ağır şekilde tekerrür eden zulümler, batıya hâkim olan dünya görüşünün ve felsefelerin gerçek yüzünü bize bir kere daha seyrettirmiştir.

Kapitalistler ve liberaller; “Laissez faire, laissez passer / Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” diyerek, nefsânî arzulara ve şeytânî hoyratlıklara tam bir serbestiyet tanıdılar. Hiçbir mâneviyâta sahip olmayan bu dünya görüşü; kendi menfaatinden başkasını düşünmeyen, egoist, kibirli, vahşî ve zâlim bir insan tipi meydana getirdi.

İşte İsrail’in haftalar süren zulmü ve onu hunhar katliâmlarında destekleyen küresel güçler…

Bîçâre insanların evlerini ve yurtlarını enkaza döndüren; kadınları, yaşlıları, hastaları ve hattâ bebekleri katleden, hastahâneleri bombalayan bu gaddar zâlimler hangi dünya görüşüyle yetiştiler? Mazlumların feryatlarına sağır kalan küresel güçler hangi felsefelerin zehriyle bu hâle geldiler?

Zâlimlerin sonu dâimâ helâktir. Hiçbiri âbâd olmamıştır, her biri berbâd olmuştur. Onlara hayran olanlar da bu helâkten pay almaktan korkmalıdır.

Hâsılı;

Aklımızı vahyin içinde kullanmakla memuruz. Diğer uzuvlarımızı da Hakk’a kullukta, ibâdet ü tâatte, hizmet ve gayrette istihdâm etmeliyiz.

TOPRAKTAKİ MÂZÎ ve İSTİKBAL

Cenâb-ı Hakk’a kulluk gayesinin rehberlik ettiği bir tefekkürle toprağa bir kere daha nazar edelim:

İnsan bedeninin malzemesiyle, toprağın muhtevâsı aynıdır. İnsanın bedenî varlığı topraktan geldiği gibi, yolun sonunda yani vefât ettiğinde yine toprağa döner.

Diyebiliriz ki;

Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyonlarca insanın topraktan gelip tekrar toprağa dönmüş bedenleriyle doludur.

Sanki üst üste çakışmış milyonlarca gölge gibi. Aynı zamanda da istikbalde nice insanın vücudunu teşkil edecek malzeme de orada…

Dolayısıyla toprak, geçmişi ve geleceği sînesinde barındırmasıyla, ne büyük bir ibret manzarasıdır!

Velhâsıl kâinât, ilâhî bir ibret dershânesi. Bizlere düşen ise, bu dershânenin samimî bir talebesi olmaya gönül verebilmek…

Yere, toprağa ve suya dair hakikatler üzerinde bir nebze tefekkür ettik. Saymakla bitmeyecek nice nimetten bir kısmını zikrettik. Şimdi başımızı semâya kaldıralım:

SEMÂ İLE TEFEKKÜR

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin! Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (el-Mülk, 3)

İnsanlık asırlardır semâyı, ondaki mücevherat ve ziynet misâli yıldızları hayranlıkla seyretmekte. Takvimini, gökteki iki ışık kaynağından, ay ve güneşten öğrenmekte.

Fen ilerledikçe insanoğlu teleskopla semâya tekrar baktı. Daha büyük mercekler yapıp, daha büyük teleskoplar inşâ edip tekrar baktı. Sonra teleskopları fezâya gönderdi tekrar baktı… Her defasında; kusur bulmak bir tarafa, hayranlığı ve dehşeti arttı.

Son gönderilen fezâ teleskobundan alınan bilgilere göre, görülebilen kâinattaki galaksi sayısı yaklaşık 2 trilyon… İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi’nde 200 ilâ 400 milyar yıldız bulunmakta… Bunlardan biri ise Güneş. Galaksimizin çapı 100.000 ışık yılı ve saniyede yaklaşık 500 metre genişlemeye devam ediyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) Biz binâ ettik ve Biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-Zâriyât, 47)

Bu muazzam trafikte bir kaza, bir nizamsızlık, bir uygunsuzluk var mı? Hayır!.. Her varlık mükemmel bir düzen içinde…

Bu rakamlar, hesaplar, bu muazzam azamet ve kudret, insan zihnini aşıyor.

Her iki ucu sonsuza uzanan bir çizgiyi tefekkür etmeye çalışalım. İnsan zihni, sonsuzluğu idrâk edemiyor. Orada donup kalıyor.

Peygamber Efendimiz’in; Arş’ın, Kürsî’nin büyüklüğünü tarif ederken yaptığı şu teşbih de, kelimelerin kifâyetsizliği içinde kesretten kinâye kabîlindendir:

“Yâ Ebâ Zer! Yedi göğün Kürsî’ye olan nisbeti, ancak geniş düzlük bir arazide (bir çölde) bırakılmış bir halka gibidir.

Arş’ın Kürsî’ye büyüklüğü / üstünlüğü ise bu geniş düzlük arazinin halkaya olan büyüklüğü, üstünlüğü gibidir.” (İbn-i Hibbân, Sahîh, thk. Şuayb Arnavut, c. I, s. 76)

Ziyâ Paşa’nın söylediği gibi akıl terazimiz bu hesapları tartamaz hâle geliyor:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,

Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.

“Yüksek hakikatleri idrâk etmek bu küçük aklın kârı değildir. Çünkü; bu (küçük) terazi, bu kadar ağırlığı kaldıramaz.”

Yine Ziyâ Paşa diyor ki:

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ي صُنْعِهِ الْعُقُولُ

سُبْحَانَ مَنْ بِـقُـدْرَتِهِ يَعْـجِـزُ الْفُحُولُ

“Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakan Allah Teâlâ’yı tesbih ederim…”

Cenâb-ı Hak; «yıldızların mevkilerine / kara deliklere» yemin ederken, insanın idrâkinin ötesinde olduğuna işaretle şöyle buyuruyor:

“Bilseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76)

Yakın semâ diyebileceğimiz atmosferimiz de, sayısız nimetle dolu:

ATMOSFER İLE TEFEKKÜR

“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler.” (el-Enbiyâ, 32)

Birçok âyet-i kerîme semâyı bir binâ, korunmuş bir tavan olarak tefekkür etmemizi bize tâlim buyurur.

Güneş sistemindeki Jüpiter ve Satürn gibi büyük gezegenler ve dünyanın etrafında pervâne olan ay, fezâ boşluğundan gelip dünyaya çarpabilecek göktaşlarına karşı bir tavan hükmündedir.

Bunlardan sıyrılıp dünyaya yaklaşabilmiş göktaşları ise, atmosfere girdiğinde derhâl sürtünme neticesi yanmakta ve ekseriyâ zemine düşmeden, eriyip toz hâline gelmektedir. Bu da atmosferin korunmuş tavan mânâsının bir başka tezâhürüdür.

Ayrı bir hikmettir ki;

Bu tozlar da bulutları aşılayarak, yağmurların damla damla yağmasına vesile olmaktadır.

Bugün güneşten gelen ultraviyole / morötesi ışınların radyasyon yaydığı ve kanserojen olduğu bilinmektedir. Atmosferimiz ise büyük ölçüde bu ışınları filtre etmektedir.

Atmosferin bir başka husûsiyeti, güneşten âdetâ bir paket içinde gelen ışığın arzda yansıdıktan sonra bir fânus gibi aydınlık oluşturmasıdır. Meselâ ay atmosferden mahrum olduğu için, zemini aydınlansa da hemen üstü karanlık kalır.

Atmosferdeki en büyük nimet ise teneffüs edebildiğimiz havayı bize sağlamasıdır. Yanıcı bir madde olan oksijenin, atmosfer terkîbindeki % 21 şeklindeki nisbeti de en uygun seviyededir. Daha azının teneffüs etmekte sıkıntılara, daha fazlasının sık sık yangınlara sebebiyet vereceği ifade edilmektedir.

Ateistler bile; «Yarın oksijen düşer mi?» diye bir endişe duymadan ilâhî kudrete itimat hâlinde yaşamaktadır.

GECE ve GÜNDÜZ

Cenâb-ı Hak; gece ve gündüzün birbiri ardına gelmesini, gecenin mahremiyete ve istirahate uygun olarak karanlık, gündüzün ise gayret ve çalışmalara uygun olarak aydınlık olmasını tefekkür etmeye davet ediyor.

Gece ve gündüzün değişimi, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinin neticesi. Eğer bu süre, daha yavaş olsaydı, gece ve gündüzün süresi aynı nisbette uzun olurdu.

Nitekim kendi ekseni etrafında yaklaşık 30 günde dönen Ay’da, 15 gün gece, 15 gün gündüz yaşanmaktadır.

Gece ve gündüz uzadıkça, aralarındaki sıcaklık farkı artmaya başlar. 24 saatlik günde bile sıcak ve soğuk farkı oluşmakta, ancak denizlerin geç ısınıp geç soğuması sayesinde bu fark dengelenmektedir.

Cenâb-ı Hak gece ve gündüzü tefekkür ettirerek soruyor:

(Rasûlü’m!) De ki:

«Düşündünüz mü hiç, eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilâh kimdir?»

Hâlâ işitmeyecek misiniz?

De ki:

«Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilâh kimdir?»

Hâlâ görmeyecek (idrâk etmeyecek) misiniz?” (el-Kasas, 71-72)

Dünya;

  • Kendi etrafında saatte 1.667 kilometre hızla döner.
  • Güneş etrafında da saniyede yaklaşık 30 kilometre hızla döner.
  • Aynı zamanda güneş sistemiyle beraber fezâda da hızla hareket eder.
  • Yörüngesinde aydan ve diğer gezegenlerden kaynaklanan daha birçok tesirlere mâruz kalır.

Lutf-i ilâhî; bizler bu muazzam süratten zarar görmeden, huzur içinde hayatlarımızı yaşıyoruz. Çünkü atmosfer de arz ile beraber dönmekte.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sen dağları görür, onları hareketsiz, sâbit sanırsın. Hâlbuki onlar, bulutların yürümesi gibi yürümektedirler!..” (en-Neml, 88)

Bu âyet-i kerîmede kıtaların yavaş yavaş birbirinden ayrıldığına da işaret vardır.

Bu âyet-i kerîmeleri de bir tefekkür etmeli…

Mîlâdî yedinci asrın Arabistan’ında bir insan bütün bu hakikatleri nasıl bilebilirdi? Nasıl her birinde isabetle, hiç hataya düşmeden asırlar sonra bulunabilecek hususları dile getirebilirdi?

Elbette yüce Peygamber, Âlemlerin Rabbinden vahiy almış ve ancak kendisine vahyedileni bizlere bildirmiştir.

50 sene evvel yazılmış; tıp, fizik ve fezâ kitaplarındaki bilgilerin mühim bir kısmı eskidi, onların yanlış oldukları anlaşıldı. Tashihe muhtaç kaldı. Bir âlimin dediği gibi;

Dünya yaşlandıkça, Kur’ân gençleşiyor!..

DÖRT MEVSİM

Cenâb-ı Hak; dünya ile güneşin rotalarını ve birbirlerine karşı konumlarını, muazzam bir hassâsiyetle takdir etti. Dünyanın 23,5 derecelik bir eğimi olmasaydı mevsimler meydana gelmezdi.

Muazzam bir ilâhî ekolojik denge…

Cenâb-ı Hak, yeryüzünün her bölgesindeki iklime göre farklı bitki örtüleri ve canlılar yarattı.

Meselâ yüksek sıcaklık ve susuzluk sebebiyle, mahsul çeşitliliğinin çok düşük olduğu çöl bölgelerine hurma gibi, vitamin ve besleyiciliği çok yüksek bir enerji kaynağı lutfetti.

Buz kaplı yerlerde ayrı canlılar, senenin bir kısmını kar altında geçiren bölgelerde farklı bitki ve hayvanlar, denizin altında, mağaralarda, yüksek dağ başlarında her birinde ayrı bir sanat, ayrı bir fevkalâdelik…

Görüp idrâk edebilenlere, kalp gözünü açanlara ne mutlu!.. Hayran olup îmân edenlere, tefekkürü, ihlâsına ve takvâsına anahtar kılabilenlere ne mutlu!..

Bir kişi sahilden baktığında; denizin sadece ufka kadar olan sathını görür. Denizin derinlerindeki muhteşem manzaraları göremez.

Güçlü bir dalgıç ise, derinliklere indikçe her merhalede farklı farklı, acayip ve hârikulâde manzaralar seyreder.

Mânevî hayat da böyledir. Kalp terakkî ettikçe idrak ve şuur inkişâf eder. Böylece kavlî ve kevnî âyetleri tefekkür derinleşir ve ziyadeleşir.

Rabbimiz; enfüs ve âfakta sergilediği muhteşem âyetlerini görebilen, temâşâ edebilen ve bu tefekkürle îmanda derinleşen kullarından eylesin.

Kâinattaki sır ve hikmet tecellîlerine âmâ olan, alık ve nâdan gafillerden olmaktan cümlemizi muhafaza buyursun.

Cenâb-ı Hak, hislerimizi kendi rızâsı ile te’lîf eylesin.

Âmîn!.. (Devam edecek)