Bâtıl İnançlara Karşı Hak Akîdemiz

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Eylül, Sayı: 223

GAYBI BİLEN ANCAK ALLAH’TIR…

Rivâyet edilir ki;

Abbâsî halîfelerinden Ebû Câfer Mansur, rüyasında Azrâil’i görür ve ona;

“–Benim ömrümden ne kadar kaldı?” diye sorar.

İnsan sûretindeki Melekü’l-mevt ona bir şey söylemeden, elinin beş parmağını gösterir.

Halîfe dehşet içinde uyanır. Tabircilere bu rüyanın mânâsını sorar. Kimisi bu beş işaretini beş yıl, kimisi beş ay, kimisi beş gün ile tabir ederler.

Halîfe bu tabirlerden hoşnut değildir. Bir de Ebû Hanîfe Hazretleri’ne sorar.

İmâm-ı Âzam şu cevabı verir:

“O beş parmağıyla yaptığı işaretin mânâsı, (Lokmân Sûresi’nin son âyetinde ifade buyurulan) muğayyebât-ı hamsedir. Yani Allah’tan başka kimsenin bilmediği hususlardır. (Sen ona ömrünü sorunca o da; «Bunu Allah’tan başka kimse bilmez, ben de bilmem.» mânâsında bu işareti yaptı.)”

Sonra âyet-i kerîmeyi okur:

(Biliniz ki);

  • Kıyâmet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allâh’ın katındadır.
  • Yağmuru O yağdırır.
  • Rahimlerde olanı (yani doğacak evlâda dair her türlü bilgiyi) O bilir.
  • Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.
  • Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez.

Şüphesiz Allah; her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 34) (Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, Lokmân, 34)

Cenâb-ı Hak, kullarının hayatlarına dair hakikatleri Levh-i Mahfuz’da yazmıştır. Kader, gayb cümlesindendir. Gaybı ise ancak Allah bilir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerîmede, gaybı -Allah bildirmedikçe- Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de bilemeyeceği tebârüz ettirilmiştir. Şu âyet-i kerîmeler, gaybın bir peygamber yahut velî tarafından da ancak Allâh’ın izin verdiği ölçüde ve izin verdiği kadarının (çok azının) bilinebileceğini ifade eder:

“De ki:

«–Tehdit edilegeldiğiniz (azap), yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar, ben bilmem!»

Gaybı bilen yalnız Allah’tır. O, hiç kimseye gayb bilgisini açık bir şekilde bildirmez.

Ancak bir peygamber olarak seçtiği müstesnâdır; (Ona gaybe dair bazı ilimleri açıklar ve bunlar mûcize olur). Çünkü Allah, peygamberin önünden ve ardından muhafız melekler tayin eder (de onu ve emânet edilen bilgiyi korurlar).” (el-Cin, 25-27)

Rahmeti sonsuz Cenâb-ı Hak; bazen rahmânî, sâdık rüyalar ile kullarına istikbâle dair bazı bilgiler verebilir.

Yûsuf -aleyhisselâm-; çocukluğunda, ömrünün sonunda nâil olacağı mazhariyeti rüyasında görmüştür. Yine onun zamanındaki Mısır kralı, rüyasında istikbalde yaşanacak kıtlık ve bolluk yılları hakkında îkāz edilmiştir. Bu rüyayı ancak Hazret-i Yûsuf hak üzere tabir edebilmiş ve kıtlık yıllarının kolay geçirilebilmesi için tedbirleri bizzat bu peygamber almıştır.

Ancak Peygamber Efendimiz’in bildirdiği üzere rüyalar da üç kısımdır:

  • Nefsin konuşmaları; yani günlük hâdiselerin tesiriyle, mânâsı ve tabiri olmayan karışık şeylerin görülmesi,
  • Şeytanın korkutmaları ki bunların tesiri altında kalmamak gerekir.
  • Rahmânî, sâdık rüyalar. (Bkz. Buhârî, Tâbîr, 26)

Hazret-i İbrahim dahî, oğlunu kurban etmekle alâkalı rüyasının hak olup olmadığını anlamak için, temkin ve ihtiyat göstermiş, ancak üçüncü defa görünce ilâhî bir emir olduğuna kanaat getirmiştir. Peygamberlerin rüyalarının, kendileri bakımından vahiy cümlesinden olduğunu da unutmamak gerekir.

Ezcümle;

Rüyanın rahmânî olup olmadığını tespit etmek ve sâdık bir rüya ise onu tabir etmek, ikisi de mânevî bakımdan ehil olan şahsiyetlerin yapabileceği bir iştir.

Bizim için esas olan, Kur’ân ve Sünnet’tir.

Yüce dînimiz İslâmiyet, son hak dindir.

Kur’ân-ı Kerim; Cenâb-ı Hakk’ın muhafaza etmeyi bizzat üzerine aldığı şekilde, bir harfi dahî değişmeden bizlere ulaşmıştır.

Dînimiz, sahâbe ve tâbiîn nesillerinin büyük ve fedâkârâne gayretleriyle tertemiz muhafaza edilerek gelecek nesillere intikal ettirilmiştir.

Hak menbaından bize pîrüpâk ulaşan dînimizin kıymetini idrâk edebilmemiz için, şu mukayeseyi yapmamız îcâb eder:

GERİSİ BÂTIL

Yeryüzünde; İslâmiyet’ten başka iki muharref din, bazı Uzak Doğu dinleri ve birtakım beşerî dünya görüşleri hâkimdir.

Bunları tek tek ele alırsak;

‒Yahudilik, tahrife uğramış ve muhtevâsı bozulmuştur. Irkî bir din hâline getirilmiştir. Bu yüzden yahudiler, kendilerinden olmayan başka milletleri dinlerine davet dahî etmezler.

Diğer milletleri kendilerine hizmetçi olarak gördüklerinden, Siyonist emellerine hizmet edecek masonluk teşkilâtına revaç vermeye çalışırlar.

Üstün ırk olarak gördükleri yahudilerin muhakkak cennete gideceğine inanırlar. Günahkâr yahudilerin dahî mahdut bir süre ceza gördükten sonra yine cennete gideceğine inanırlar.

Kur’ân onlara şöyle cevap vermiştir:

“Yahudiler ve hıristiyanlar;

«–Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz!» dediler.

De ki:

«–Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?

Doğrusu siz de O’nun yarattığı insanlardansınız.

O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder.

Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allâh’a aittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.»” (el-Mâide, 18)

Yegâne hak din olan İslâm ise, cihanşümuldür; bir kavme, bir bölgeye ait değil, bütün cihâna ve bütün insanlığa gelmiştir.

Bunun için İslâm, her türlü ırkçılığı reddeder. Hangi milletten olursa olsun bütün mü’minleri kardeş îlân eder. Allah katında yegâne üstünlüğün «takvâ» ile olduğunu beyân eder.

‒Hıristiyanlık da Yahudilik gibi tahrife uğramış, içi boşaltılmıştır.

Roma İmparatorluğu ilk üç asrında Hıristiyanlığı düşman addetmiş, daha sonra hıristiyan olduğunu îlân eden imparator eliyle ve konsiller yoluyla dînin akîdesi değiştirilmiştir. Zamanla bölüne bölüne yüzlerce fırka hâline gelmiştir.

Böylece;

Hıristiyanlık, kulun kalbi ile Rabbi arasında kalan, doğru dürüst bir muâmelâtı ve ibâdet hayatı olmayan, âdetâ bir tabela dîni hâline getirilmiştir;

Tevhid gitmiş teslis gelmiş,

Namaz gitmiş âyin gelmiş,

Oruç gitmiş perhiz gelmiş,

Sünnet gitmiş vaftiz gelmiş,

Tesettür yalnız râhibelere hasredilmiş,

Tevbe gitmiş, para karşılığı papazlar tarafından günah çıkartma gibi akıl dışı uygulamalar gelmiştir…

Bugünkü Hıristiyanlık’ta ne dünya hayatını tanzim etme iddiası vardır, ne de intizamlı bir âhiret telâkkîsi mevcuttur. “Tanrının üç olduğuna inan, kâfî!..” der.

Hazret-i İsa’ya attıkları; “Sezar’ın hakkını Sezar’a bırak!” iftirasıyla, lâik ve seküler bir anlayışın zemini oluşturulmuş, böylece, ilâhî ahkâm, dünya işlerinde devre dışı bırakılmıştır.

Yegâne hak din olan İslâm ise; tevhid inancıyla, ibâdet hayatıyla, muâmelât, muâşeret, ukubât ve güzel ahlâkıyla, hayatın her ânını en güzel şekilde tanzim eden, mükemmel bir din ve dünya görüşüdür.

Her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’nın son cümlesinde; Hıristiyanlık ve Yahudiliğin geçirdiği tahrif ve inhirâfa düşmekten Allâh’a sığınmamız emredilmiştir.

Çünkü Peygamberimiz’in tefsiriyle; gazaba uğrayanların yahudiler, dalâlete düşenlerin ise hıristiyanlar olduğu bildirilmiştir.

Bu iki muharref dînin müntesipleri, iki ayrı uçta gösterdikleri ifrat ile bu âkıbete dûçâr olmuşlardır.

İslâmiyet’in fârikası ise zü’l-cenâheyn / iki kanatlı olmaktır.

İslâm medeniyeti; madde ve mânâ, ruh ve beden, dünya ve âhiret olmak üzere her şeyin her iki veçhesini de dikkate alır.

Dünya hayatını, esas hayat olan âhiret yolundaki bir merhale olarak görür. Dünyanın, âhiretin tarlası olduğunu; bu dünyada ekilenlerin, âhirette biçileceğini bildirir.

‒Buna mukabil, meselâ Hint dinlerinde, dünyadan el etek çekip Nirvana’ya ulaşmak hedeftir. Yokluğa, boşluğa ulaşmakla rûhun yolculuğu tamamlanmış addedilir. Reenkarnasyon gibi bâtıl telâkkîlerle, rûhun farklı kalıplarda tekrar tekrar dünyaya geleceğine inanılır. Düzgün bir âhiret telâkkîsinden mahrumdur.

Kast sistemiyle, dünyada yaşanan adâletsizliklerin suçu, ilâhlara yüklenmiş, insanların bu haksızlıkları düzeltmek yerine buna boyun eğmeleri sağlanmıştır.

Dolayısıyla bu dinlerden çıkarılıp modernize edilerek dünyaya pazarlanan; yoga, meditasyon, karma temizliği vb. usûllere bir müslüman asla itibar etmemelidir.

‒Felsefî fikirlerin mahsûlü olan beşerî sistemlere gelince, bunlar da insanlığa saâdet getirebilmekten son derece uzaktır.

İslâm, vahye istinâd eder. Allah ise; yarattığı kulu, onun fert, aile ve toplum bakımından ihtiyaçlarını en iyi bilendir.

Beşerî sistemler sürekli deneme-yanılma ile yol alırlar. Nice insan bu tecrübelerin kobay faresi durumuna düşer.

Beşerî sistemler ifrat ve tefritlere savrulurlar, itidalden uzak kalırlar. Küçük bir hakikat kırıntısını, bütün hakikatlerin üzerine çıkarmak sûretiyle ifrat sergilerken, kör ve sağır kaldıkları ihtiyaçlar bakımından da tefritin nümûnesi olurlar.

Meselâ Karl Marks ve Freud, hayat gerçeklerinin birini esas alarak her şeyi onunla îzâh etme yoluna gider. Biri her şeyi iktisatla, diğeri cinsî insiyakla açıklamaya çalışır. İslâm ise bu gerçeklere, hadd-i lâyığında, yani lâyık olduğu derecede bir ehemmiyet atfeder.

Kapitalistler ve sosyalistler, mülkün kavgasını yaparlar. Biri; «mülk, fertlerindir» der, diğeri ise; «mülk devletindir» der. Pragmatist (menfaatperest) ve oportünist (fırsatçı) bir anlayış hâkimdir. İnsan, ekonomi çarkını döndüren bir dişliden ibaret görülür.

İslâm ise;

“Mülk, ne ferdin, ne de devletindir; «اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ» mülk, Allâh’ındır.” der.

Ferdî mülkiyet hakkını tanımakla beraber, onu ilâhî ve ahlâkî ölçülerle tanzim eder.

Mü’minleri israftan ve cimrilikten sakındırır. Varlıklı mü’minleri zekât gibi mecburî, sadaka gibi gönüllü infaklarla cömertlik ve merhamete sevk eder. İhtiyaç fazlasını muhtaçlarla paylaşmayı telkin eder.

Böylece sosyal adâleti de, içtimâî huzuru da en tabiî ve en güzel sûrette temin eder.

Nitekim; Ömer bin Abdülaziz zamanında zekât verecek fakir bulunamadı.

Osmanlı’ya seyyahlar tarafından «dilencisiz memleket» denildi.

Beşerî sistemler; madde plânına mahkûm olmuş, mâneviyat sahasına kapalı kalmıştır.

Darwin, evrim teorisiyle, güçlü olanın güçsüzü yok etmesini zihinlerde normalleştirmiştir. İnsanı biyolojik varlığından ibaret gördüğü için, onu sadece hayatta kalmaya ve neslini sürdürmeye çalışan bir hayvan saymıştır.

Bu tablonun ruh ve vicdanları tatmin edememesi sebebiyle de; felsefî sistemler çoğu defa, nihilizmin (hiççiliğin) pençesine düşmüştür. Yani insanlığın saâdet ve selâmeti husûsunda bedbin, karamsar ve kötümser olmuştur.

Bunun neticesi saâdeti, sefâlette aramak; yani servet, şöhret, şehvet sahasındaki aşırılıklar, alkolizm, uyuşturucu iptilâları ve sonunda intiharlar olmuştur.

Velhâsıl; muharref dinlerin ve beşerî sistemlerin hiçbiri, insanlığa huzur ve saâdet getirememiştir.

Zira bütün materyalist felsefeler; insanı sadece biyolojik bir varlık olarak telâkkî ettiklerinden, onun gönül âlemini inkâr etmiştir. Böylece milyonlarca insanın rûhî ve içtimâî sefâletine sebep olmuşlardır.

Herhangi bir filozofun, bırakın toplumları, insanlık âleminden bir tek ferdi bile huzura kavuşturdukları görülmemiştir. Sadece başkalarını değil, kendilerini bile kurtaramadıkları; bu filozoflardan kimisinin intihar etmesinden, kimisinin de akıl hastahânesine düşmesinden bellidir.

Ayrıca filozofların, birbirlerinin fikirlerini tenkit eden tezatlı çekişmelerine mukabil; peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullah, hep vahiyden feyizlendikleri için, birbirlerini dâimâ te’yîd etmişlerdir.

Dolayısıyla insanlığın dünya ve âhiret saâdeti için; aklın, vahiy terbiyesi altına girerek İslâmî hakikatlerin ışığında yürümesi zarûrîdir.

O hâlde;

Bu muharref ve bâtıl yollardan kendimizi ve evlâtlarımızı koruyabilmek için;

  • Ehl-i sünnet ve’l-cemaat akîdesini çok iyi öğrenmeli ve muhafaza etmeliyiz.
  • Onu tağyir ve tebdil etmeye yol açacak bid‘at ve hurâfelere asla fırsat ve revaç vermemeliyiz.

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Her kim ki şu işimizde (dînî meselelerde) ondan olmayan yeni bir şey ihdâs ederse, o şey reddolunur.” (Buhârî, Sulh, 5)

“Sözün en hayırlısı Allâh’ın Kitâbı’dır.

Yolların en hayırlısı Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur.

İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid‘atlerdir.

Her bid‘at dalâlettir, sapıklıktır.” (Müslim, Cum‘a, 43)

Zamanımızda toplumda maalesef mevcut olan bazı bid‘atleri, hurâfeleri ve bâtıl inançları sayıp bildirerek, nehy-i ani’l-münker vazifemizi edâ edelim:

  • Meditasyon, yoga ve benzeri Uzak Doğu usûllerinin, rehabilitasyon ve benzeri maksatlarla kullanılması…

Bunlar yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Uzak Doğu dinlerinin mahsûlüdür.

Rûhen sükûnete ve itmi’nâna ermenin müslümanca yolu; namazlardır, secdelerdir, zikrullah, murâkabe ve emsâli Kitap ve Sünnet’te karşılığı bulunan hakikatlerdir.

Başka dinlerin merasim ve ibâdetlerini taklit haramdır. Haramda ise şifâ yoktur.

“İyi geliyor.” zannedilmesi nefse verilen rüşvetten hâsıl olan geçici ve aldatıcı bir duygudur. İçki içip efkâr dağıtarak, dertlerini unutmaya çalışanların bahanesine benzer bir şekilde kişinin kendi kendisini kandırmasıdır.

Buna benzer bir başka taklit:

  • Nevruz, Yılbaşı gibi başka bayramlar ihdâs etmek…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Medine’ye geldiğinde Medinelilerin iki (bayram) günleri vardı. O günlerde oynayıp eğlenirlerdi.

“−Bu iki gün(ün mânâ ve ehemmiyeti) nedir?” diye sordu.

Onlar;

“−Biz câhiliyye devrinde bu günlerde eğlenirdik!” dediler.

Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“−Allah, bu iki bayramınızı onlardan daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Kurban bayramı ve Fıtır (Ramazan) bayramı!” buyurdu… (Ebû Dâvûd, Salât, 239; Nesâî, Iydeyn, 1)

Güneş kültüne tapınan Roma putperestliğinden kalma 25 Aralık’ta yapılan kutlamalar, daha sonra muharref Hıristiyanlığa sokulmuş ve Noel diye adlandırılmıştır.

Noel ağacı süslemenin de eski Şamanist kavimlerden geçtiği bilinmektedir.

Yılbaşı da bunu takip eden 31 Aralık gecesi Katolik dünyasında kutlanan bir «Yeni Yıl Arefesi» adı verilen bir yortudur. Zaman içinde lâdînîleşerek, çılgın ve hayâsız eğlencelerle yeni yıl kutlamaları hâlini almıştır. Kökü putperest, ortası muharref hıristiyan, sonu ahlâksız batı kültürü olan bu yılbaşı âdetinin, bir müslümanın takviminde ve hayatında asla yeri olamaz.

Müslümanlar olarak bizler, hicrî yeni yılımızı 1 Muharrem’de idrâk ederiz. Bunu eğlenceye değil, fânî ömrümüzün muhasebesine ve hicret tefekkürüne vesile sayarız.

Anneler Günü, Babalar Günü vs…

Vefâ duygusundan mahrum olan ve aileyi ifsâd eden materyalistler, tamamen tüketim ekonomisine hizmet etsin ve vicdanları rahatlatsın mantığı içinde; «Anneler günü, Babalar günü» gibi günler ihdâs ettiler.

İslâm, anne-babaya her zaman iyilikle muâmeleyi emreder.

Bunu, senenin belli bir gününe hasretmek; diğer günlerde ihmalkâr davranmaya sebep olur.

Her gün anneler günüdür, her gün babalar günüdür.

Lokman Sûresi’nin 14’üncü âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle buyurur:

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için);

«–Önce Bana, sonra da ana-babana şükret!» diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana’dır.”

Bütün bunlar; doğu olsun, batı olsun, başka din ve kültürlerin taklidi olduğu için çok tehlikelidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

İslâm şahsiyeti, ibâdetlerde dahî önceki dinlere muhalefet etmeyi gerekli görmüştür.

7’Sİ, 40’I…

Vefât eden bir mü’min için her zaman istiğfâr etmek, onun adına sadakalar vermek ve Kur’ân okumak, güzel amellerdir. Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:

“İnsan ölünce, şu üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir:

  • Sadaka-i câriye,
  • Kendisinden istifâde edilen ilim,
  • Arkasından duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)

Ne güzel bir müjde!

Bu müjdeden istifâde edebilmek için bir müslüman; vefât eden büyüklerine, yakınlarına Kur’ân okuyup bağışlamalı, onlar için Allâh’a duâ etmeli, yine onların hayrına her dâim bol bol sadakalar vermeli, ikramlarda bulunmalı ve dîni müesseselere revaç vermelidir.

Bunları edâ etmek husûsunda;

Toplumda birtakım hayırlı, güzel ve faydalı usûl ve uygulamaların ancak «hasene» çerçevesinde oluşmasında ve yerleşmesinde beis yoktur. Haddizâtında bol bol Kur’ân okunsun, ikramlar yapılsın, fukarâ sevindirilsin diye çeşit çeşit merasimler oluşmuş ve yapılagelmiştir. Bunların «hasene» çerçevesinde şer‘-i şerîfe uygun olarak yaşatılması da güzeldir. Hayra vesiledir.

Ancak;

Bu güzel hususları, şer‘î çizgiden çıkarıp da «hasene» çerçevesini aşmak, yani farz gibi bir vecîbe olarak telâkkî etmek ve ettirmek, asla doğru değildir.

Yani vefât eden kimsenin ardınca 7’si, 40’ı, 52’si gibi ihdâs edilen günleri, olmazsa olmaz bir farz gibi görmek son derece mahzurludur, bid‘attir. Fakat o günlerde Kur’ân okumayı terk ettirmek de aynı derecede mahzurlu ve gaflettir.

Burada;

Bid‘at olan husus, Kur’ân okumak değil, onu sadece bazı günlere tahsis etmek ve buna şartlanmaktır. Oysa vefât eden için Kur’ân tilâveti, ne o günlere mahsustur, ne de o günlerde okunması yasaktır.

Yani;

Sonradan sosyal şartlar dolayısıyla meselâ vefât eden bir aile büyüğünün sene-i devriyesinde bir araya gelmek ve bunu da bir Kur’ân meclisi olarak değerlendirmek gayesiyle organize olabilmek açısından bazı günleri belirlemek gayet normaldir, lâkin bu günleri dînin farzı, vâcibi ve sünneti imiş gibi görmek ve mecbur tutmak da asla câiz değil. Tabiî ki o günlerde okumayı yasaklamak da câiz değildir.

Ayrıca şunu da unutmamalı:

Vefât edenlerin ardınca Kur’ân okumayı ve ikramlarda bulunmayı, sadece belli günlere şartlandırmak, diğer günleri Kur’ân ile değerlendirmek husûsunda hem ihmallere hem gaflete sebebiyet verebilmektedir.

İSKAT ve DEVİR

Vefât eden yakınların arkasından yapılan iskat ve devir muâmeleleri de tavzihe / ince bir teraziye muhtaçtır:

Bir kişi; edâ edemediği haccı için bedel göndermeyi vasiyet etmişse, vârislerin bu vasiyeti yerine getirmesi gerekir. Vasiyet etmemiş bile olsa, bunu îfâ etmeleri hayırlı bir ameldir.

Tutamadığı oruçlar için fidye borcunu ödemek, varsa îfâ edemediği mâlî ibâdetlerini îfâ etmek de çok hayırlı birer sâlih amel olur.

İmam Muhammed’in bir fetvâsıyla, mevtânın kılamadığı her namaz için bir fidye miktarı / bir fakirin bir günlük yiyecek ihtiyacının karşılanması yani iskāt-ı salât uygulamasına da, ölen kişiye rahmet umularak cevaz verilmiştir.

Çünkü namaz, mâlî bedeli (fidyesi / keffâreti) olan bir ibâdet değildir. Ancak burada;

a) İnfâka teşvik ve infâk edenin ecre nâil olması,

b) Muhtaçların sevinip mevtâ için duâ etmesi,

c) Mevtâ için Cenâb-ı Hakk’ın af ve rahmetinin ümit edilmesi ile bir bağışlanma umulmuştur.

Allah dilerse kabul eder, dilerse kabul etmez.

Neticede hayr u hasenatta bulunmak, âhirette mutlaka bir ecir vesilesi olacaktır.

Ancak bu hususta iki mahzur ortaya çıkmıştır:

  • Bütün bir ömrü iskāt-ı salâta sarmalayıp da hesaplandığında çoğunlukla ödenmesi çok zor bir meblâğın ortaya çıkması. (70 yaşında vefât eden bir kişi için en düşük fidye miktarıyla, 8 milyon TL’yi aşan bir rakam çıkacaktır.)

Bu sefer bu meblâğı ödemek yerine bir hile olan «devir» uygulaması ortaya çıktı. Verilebilecek az bir miktar para, birkaç kişi arasında; «قَبِلْتُ aldım, kabul ettim; وَهَبْتُ hibe ettim» ifadeleriyle elden ele devredilmekte, bununla da güya infâk edilen meblâğın miktarı çoğaltılmaktadır.

Bu yanlış uygulama ile, îfâ edilmemiş bir ibâdet, hakikatte infâk edilmemiş sadaka görünümlü bir davranışla telâfî edilmeye çalışılmaktadır.

İkinci mahzur da şudur:

  • Bir ömür, günde beş vakit titizlikle edâ edilmesi gereken bir ibâdetin, yerine getirilmese de vefattan sonra bir miktar parayla, bir şekilde halledilebileceği telâkkîsi… Hâlbuki vaktinde edâ edilmemiş bir namazın, fiilen kazâsı dahî Cenâb-ı Hakk’ın kabulüne bağlıdır.

Dînin aslında olmadığı hâlde, oruca kıyasla ve mevtâya rahmet umuduyla ihdâs edilmiş bir uygulamanın, avam nezdinde namaz kılmayanlara bir ruhsat, bir çare gibi görülmesi ise, asıl tehlikeli bid‘at kısmıdır. (Bkz. Hayrettin KARAMAN, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)

Mâlûm;

Fetvâlar; farza, vâcibe ve sünnete ters değil muvâfık olduğu nisbette isabetlidir ve geçerlidir.

Dolayısıyla İmam Muhammed’in iskāt ile alâkalı fetvâsının, zarûrete binâen verilmiş olduğu âşikârdır. Şöyle ki:

Bütün namazlarını edâ etmek husûsunda son derecede hassas ve riâyetkâr olan bir kimse; âhir ömründe namazlarını edâ edemeyecek şekilde tâkatini aşan bir hastalık, zihnî rahatsızlık, ameliyat ve benzeri zarûretlere dûçâr olabilmektedir. Böyle bir kişi, şifâya kavuşamadığı için tabiî olarak namazlarını kazâ etme imkânına da sahip olmadan vefât etmiş olabilmektedir. İşte bu durumda rahmete vesile ümidiyle İmam Muhammed böyle bir fetvâyı dile getirmiştir. Yani bu fetvâ;

İnsan tâkatini aşan hastalık ve zarûretler içindir. Yoksa hiçbir zarûret olmadığı hâlde; hele ki bütün bir ömür terk edilmiş namazları, daha doğrusu ölmeden önce tevbeye sarılıp da kazâsına başlanılmamış olan namaz borçlarını -hâşâ- sildirmek için bir çare veya telâfî değildir. Olamaz da. Olsaydı kimsenin namaz kılmasına gerek kalmazdı, namazın farz oluşu da gereksiz olurdu. Fakat o zaman da fakirler için ödemesi imkânsız bir yük, büyük zenginler için ise üç kuruşluk bir muâfiyet oyunu oynanmış olurdu. Oyun diyoruz, çünkü fakirler de güya muâfiyet oluşturabilsin diye «devir» denen «aldım-verdim» hilesi uyduruldu. Böyle bir kandırmacanın âhiretteki namaz hesabına ne faydası olur? Hâşâ Allâh’ın kıldan ince kılıçtan keskin terazisi önünde bu kandırmacaların ikinci bir vebalden başka ne hükmü olur? Bu hileye sapanlar önce şunu sormalı:

Allâh’ı kandırabilir miyiz?

Allah, böyle aldatmacalarla mı râzı edilir?

Hâsılı;

Bu kabil hilekârlıklar; asla Allâh’ı râzı edici bir basîret değil, bilâkis Allâh’ı gazaplandırıcı bir gaflettir. Gerisi lâf u güzaf.

Bu kabil kötü bid‘atler, dînin, hayatın her sahasını tanzim eden esaslardan değil de, ölülerin ardından yapılacak birtakım merasimlerden ibaretmiş gibi telâkkî edilmesine yol açar.

Hakikaten;

Dînin, edâsı zarûrî ibâdetlerini, farzlarını îfâ etmeyen, haramlarından kaçınmayan bazı kişilerin, örf-âdet yerine gelsin, diyerek vefât eden yakınları için bu nevi merasimleri titizlikle gerçekleştirdiklerini görüyoruz.

İslâm, hayatın her safhasını tanzim eder. Hayatlarında dînin hiçbir kaidesini uygulamayan insanların; anneleri, babaları öldü diye merasim kabîlinden yaptıkları bir akşamlık dindar insan taklidinden, ne ölüye ne diriye fayda gelir.

O hâlde, vefât eden yakınlarımız için elimizden geldiğince bol bol hayır ve hasenatlar yapalım. İstiğfâr edelim. Hatimler bağışlayalım. Dînî hizmetlere revaç verelim. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini umalım.

Hayatın her safhasını tanzim eden dînimiz; cenâze teçhiz, tekfin ve defnine dair vazifeleri de tayin etmiştir. Lâkin bu hususta da şu bid‘atler yayılmaktadır:

CENAZELER ve KABİRLER

İslâm’a uymayan cenâze merasimleri; cenâzeyi bekletmek, katafalka koymak, çalıştığı yere getirip saygı duruşunda bulunmak, mevtânın resmini yakalara asmak, ölüyü alkışlamak vs…

İslâm’ın kendine has cenâze ahkâmının dışına çıkılmamalıdır. Cenâze merasimi, ölüm ve âhiret tefekkürüne, merhuma duâ ve vefâya vesile olacak bir olgunluk ve vakar içinde olmalıdır.

Vefât eden kişiler hakkında cennetlik olduklarına dair kesin ve aşırı ifadeler kullanmak da sünnet-i seniyyeye muhaliftir.

Câhiliyye telâkkîlerinden biri de, ölüler kültüdür. Bu bâtıl telâkkîlerde, insanlar ölen atalarının ruhlarına tâzim gösterir, âdetâ onlardan bir şeyler isterler. Şirke basamak olan bu telâkkîlerin, tevhid dîni olan İslâm’da asla yeri yoktur.

Meselâ;

Bazı kimselerin, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnasında;

“–Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlıştır ve şirke kapı aralar. Şüphesiz bu tür ifadeler için birtakım te’viller yapılabilirse de, gayet hassas olan tevhid akîdesinin özünü zedeleyen bu gibi câhilâne söz ve tavırlardan şiddetle sakınmak gerekir. Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. İbâdet ve sâlih amellere Allah’tan başkasını ortak etmek olan «riyâ» bile «gizli şirk» sayılıp şiddetle men edilirken, açık bir şirk tehlikesi arz eden bu tür davranışlardan kat‘iyyetle sakınmak îcâb eder.

Velhâsıl;

Tevessül; merâmını Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’na arz ederek, duâya makbuliyet kazandırma gayretinden ibârettir. Yoksa Hak Teâlâ’nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.

Şunu asla unutmamak gerekir ki, peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiç kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminatı yoktur. Mü’min, bu endişe sebebiyle hayatını her nefes Kitap ve Sünnet’i yaşama gayreti içinde geçirmeli ve Yûsuf -aleyhisselâm-’ın;

تَوَفَّن۪ى مُسْلِماً
وَ اَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ

“… (Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyâzını gönlünden ve dilinden düşürmemelidir. Levh-i
Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makama erdikten sonra bile, nefsine mağlûp olup ebedî hüsrâna uğrayan Bel‘am bin Bâûrâ’nın (Bkz. el-A‘râf, 176) hâlini hiçbir zaman unutmamalıdır. Yani kul, hangi makamda olursa olsun, kendi âkıbetini bile tayinden âcizdir; dâimâ Rabbinin lutfuna muhtaçtır.

Dolayısıyla;

Mezarın veya türbenin yanındaki bir şeye çaput bağlamak, taş yapıştırmak, mum yakmak, para atmak, tuz serpmek, etrafında tavaf etmek, bahçesinde veya eşiğinde kurban kesmek, mezardaki ölüden dilekte bulunmak bunların hepsi bâtıl inançlardır.

Çaput bağlama hurâfesi, Şamanizm’e mahsus unsurlardan biridir. Mum yakmanın da ateşe tapanlardan kalma bir âdet olduğu söylenmektedir.

Bu gibi hurâfelerin küçük görülmemesi gerektiğini, Selmân-ı Fârisî Hazretleri’nin naklettiği şu bilgi ne güzel anlatır:

Bir kişi bir sinek sayesinde cennete girdi.

Diğeri de bir sinek yüzünden cehenneme atıldı.

(Şöyle ki;)

Önceki ümmetlerden iki kişi puta tapan bir kavme uğramışlardı. Onların yanına kim gelirse mutlaka putlarına kurban kestirirlerdi.

Gelenlerden birine;

«‒Bir şey kurban et!» dediler.

O;

«‒Yanımda bir şey yok.» dedi.

«‒Bir sinek bile olsa kurban et!» dediler.

O da bir sinek kurban edip geçti ve cehenneme müstahak oldu.

Diğerine de;

«‒Bir şey kurban et!» dediler.

O ise;

«‒Ben Allah’tan başka kimseye kurban kesmem!» dedi. Onu şehîd ettiler, o da cennete girdi.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 203)

RUH ÇAĞIRMAK, CİNLERLE TEMAS…

Makalemizin başında ifade ettiğimiz üzere, insanlar gayba dair bir şeyler öğrenmeye merak duyarlar. Bunun için gizli ilimler adı altında; cin çağırma, el falı, kahve falı, cifir ve benzeri türlü türlü yollara başvuranlar olmuştur.

Ruh çağırma hâdisesinin aslı yoktur. İnsanlar vefât ettikten sonra, ruhları melekler tarafından kabzolunup berzah âlemine intikal ettirilir.

Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli âyetlerde bildirildiği üzere;

Bazı cinler, insanların, bu gizli varlık âlemine olan merakını istismâr etmek, insanları kandırmak ve korkutmak yolunda bazı davranışlar sergilerler. Ruh çağırma diye adlandırılan hâdiselerde temas kurulan varlıklar, aslında cinlerdir.

Cinler gaybı bilmezler. Ancak mâzîye dair mahdut bir bilgileri olabilir. Bu noktada da hadîs-i şerîfin beyanıyla, küçük bir hakikat kırıntısını, birçok yalanla karışık söylerler.

Bizim o âlemle temas kurmak gibi bir vazifemiz yoktur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şu da gerçek ki; insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların taşkınlıklarını artırırlardı.” (el-Cin, 6)

Bu varlıklardan korkanlar; Felâk-Nâs, Âyetü’l-Kürsî ve benzeri muhafaza edici âyet ve nebevî duâlarla Allâh’a sığınmalıdır.

Günümüzde arttığına dair şeyler duyduğumuz bir başka bâtıl inanış da astrolojidir:

BURÇLAR…

Burçlara bakarak bazı mânâ ve hükümler çıkarmak bid‘attir, yanlıştır. Yıldızların vaziyet ve hareketlerinden hükümler çıkarmak, Keldânîlerden kalma yanlış bir âdettir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sinde böyle bir şey yoktur. Bu husustaki bazı tesadüflere aldanmamak îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak, kullarını imtihan için müneccimlerin ve falcıların bazı sözlerini isabetli imiş gibi çıkarabilir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye’de iken gece yağan yağmurun akabinde sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince cemaate dönüp;

“‒Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâbın;

“‒Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” diye mukabele etmesi üzerine şöyle anlattı:

“‒Buyurdu ki:

«–Kullarımdan bir kısmı mü’min, diğer bir kısmı ise kâfir olarak sabahladı.

‘Allâh’ın rahmet ve berekâtıyla bize yağmur yağdı.’ diyen, Bana inanmış; yıldızı inkâr etmiş olur.

‘Falan ve falan yıldız falan burca girdiği veya oradan çıktığı için yağmur yağdı.’ diyen de Ben’i inkâr etmiş, yıldıza inanmış olur.»” (Buhârî, Ezân, 156)

Hadîs-i şerifte, bu gibi telâkkîlerin tevhid inancına verdiği zarara işaret edilmiştir. Burçlar ve yıldızların hareketlerinden geleceğe dair mâlûmat çıkarmaya çalışmak, kader inancını da zedeler.

DİĞER BİD‘ATLER

Ay ve güneş tutulmalarında teneke çalıp, silâh atmak da bid‘attir…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İslâmî temele dayanmayan halk inançlarını tashih etmiştir.

Efendimiz’in oğlu İbrahim’in vefât ettiği günlerde güneş tutulmuştu.

Halktan; güneşin, İbrahim’in vefâtından dolayı tutulduğunu düşünenler oldu. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise tutulma esnasında iki rekât namaz kılmış ve ashâbını şöyle îkāz etmiştir:

“Güneş ve ay Allâh’ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerindendir. Bunlar hiç kimsenin ne ölümünden ne de hayatından dolayı tutulur. Ay ve güneş tutulması görünce Allâh’ı zikre koyulun ve namaz kılın!” (Nesaî, Küsûf, 14)

Semâda siyah bir bulut görse veya rüzgâr şiddetli esse, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek yüzünün rengi değişirdi. Bunun bir kahır tecellîsi olmasından, ümmeti adına endişe duyar ve bu hâdiseyi, Allâh’a ilticâ vesilesi eylerdi. Güneş ve ay tutulmalarında da Efendimiz bu sebeple ibâdete yönelmiş ve bunu tavsiye etmiştir. (Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, II, 634)

Şu gün şu saatte tırnak kesilmez, çamaşır yıkanmaz, dikiş dikilmez gibi inançlar bâtıldır…

İslâm’ın böyle bir yasağı yoktur. Akşam karanlıkta tırnak keserken veya dikiş dikerken herhangi bir yanlışlık yapmaktan korkulursa bu işler gündüze bırakılabilir. Bu tamamen insanların maslahatını düşünmekle alâkalıdır, dînî bir emir değildir.

Şu gün şu iş yapılmaz tarzındaki bütün inanışlar bâtıldır…

İslâm’a göre herhangi bir şeyde veya canlıda uğur ve uğursuzluk kabul etmek doğru değildir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“−Uğursuzluk yoktur. Ben, hayra yormayı tercih ederim.” buyurmuşlardı.

Sahâbîler;

“–Hayra yorma (tefe’ül) nedir?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Güzel, olumlu sözdür.” buyurdular. (Buhârî, Tıb, 19; Müslim, Selâm, 102)

Kurbana dair telâkkîlerde de dikkatli olunmalıdır:

Yeni alınan arabanın önünde kurban kesmek, arabayı kanın üzerinden geçirmek, bunu yapmazsa arabanın başına bir şey geleceğine inanmak bid‘attir…

İnsan, ev veya araba aldığı için şükür kurbanı kesip insanlara ikrâm edebilir.

Ancak bunun illâ evin veya arabanın önünde kesilmesi gibi inançlar yanlıştır. Burada maksat; sadece Allah rızâsı için infak ve tasaddukta bulunmak, Allâh’a şükretmektir.

Baykuşun ötmesinden, köpeğin ulumasından, kurbağanın sesini yükseltmesinden, yıldız kaymasından, göz seğirmesinden, burun kaşınmasından mânâ ve hükümler çıkarmak bid‘attir…

Remil (kum üzerine çizgiler çizmek), bakla dökmek, kurşun dökmek, fala bakmak… gibi hurâfeler de müslümanlara Mısır ve Âsurlulardan geçmiştir.

Hâsılı;

Bütün bu mâlûmat, göstermektedir ki; bir müslüman bâtıl, boş ve yanlış şeylerden kurtulmak için, hak ve doğru olanı öğrenmek mecburiyetindedir.

İmam Şâfiî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Sen kendini hakla meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

Müslüman ilmihâlini iyi bilmelidir. Kur’ân ve Sünnet kültürünü ikmâl etmeli, evlâtlarının da bu kültürle yetişmesini temin etmelidir.

Cenâb-ı Hak; hakkı hak bilip, ona ittibâ, bâtılı bâtıl bilip ondan içtinâb edebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Ümmet-i Muhammed’i bâtıl inanış ve hurâfelerden muhafaza buyurup, sahih bir îman selâmeti bahşetsin.

Âmîn!..