Akıl ve Gönül Âhengi

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Haziran Sayı: 04

DENGE VE ÂHENK

Allah bütün varlıkları, denge ve âhenk kanunu içerisinde yaşatır. Sayısız ve girift binlerce varlığın ince ve mükemmel bir âhenk ile milyonlarca yıldır en ufak bir kusur olmaksızın kâinat sahnesinde yer alması, hep o hassas ve rakîk ilâhî ayar ve mîzânın eseridir. Ağaçla toprak, yaprakla dal, çekirdekle meyve, akla kara, geceyle gündüz, yer ile gök, hep yüce bir âhengin akıllara durgunluk verecek derecede kudret akışları ve nakışları ile doludur.

İşte;

İnsanoğlunu mükemmel ve kıymetli kılacak olan yegâne hikmet ve kaide de bu gerçeklerin içerisindedir. Yani kâinâtın özü olan insanda ilâhî irâde ile tecellî eden her şey, akıl ve kalbin zâhirî işleyişi, vücut mekanizmasının kusursuz hâli, rûhun o vücuttaki vazifesi gibi hususlar müthiş bir mükemmellik içinde seyreder. Ancak yüce bir imtihan gereği olarak bizim irademize bırakılan hususlarda ise, insanın bütün mahareti, ilâhî dengeden ve emirlerden alabileceği nasibe ve tefekkürünün derinliğine göre değişmektedir.

Eğer insan; bu istikamette bilhassa akıl ve gönül âhengini îman, irfan ve aşk ekseninde tesis edebilirse; aklın da kalbin de verimkârlık, güzellik ve mükemmellik bakımından erişilmez ufuklarına yükselir.

Bu ise çok zor bir meseledir. Ciddî bir ilmî ve mânevî eğitim şarttır.

Çünkü akıl ve gönül, yaratılışları îcabı dâimâ farklı şeylere temâyül gösterirler. Biri his ile diğeri mantık ile hareket eder. Çoğu kere de mantık hisse, his de mantığa uymaz. Çünkü akıl, maddeye ve nefse daha yakınken, gönül de mânâya ve rûha daha yakındır. Bu itibarla:

AKLIN VE GÖNLÜN TEMÂYÜLLERİ

Akıl hodgâmlık, gönül diğergâmlık ister.

Akıl gururun peşinde koşar, gönül mütevâzı olmayı sever.

Akıl şüphe harabesi, gönül inanç ve samimiyet sarayıdır.

Akıl menfaatperesttir, gönül fedâkârlık ve rûhâniyetten yanadır.

Akıl doğru yanlış tefrik etmeden menfaatine ulaşabilmek için uğraşır, gönül içine sinecek şekilde dürüst bir muvaffakıyete taliptir.

Akıl hırçın, gönül sâkindir.

Akıl bir damla, gönül okyanustur.

Akıl yakıcı, gönül yeşerticidir.

Akıl direksiyon, gönül şofördür.

Bu durumda eğer akıl gönle galebe çalar da baskın çıkarsa, insanın hayat dengesi bozulur. İki dünyası da altüst olur. Çünkü onda insan sarayında padişah olmaya tam bir liyâkat ve salâhiyet yoktur. Zira direksiyonla şoför yer değişirse o araba felâkete dûçâr olur. Dolayısıyla insanda gönül yönetici; akıl da onun yardımcısı, desteği makamındadır. Yani akıl her hâlükârda gönle tâbî olmalıdır ki, her iki taraf da doğru bir istikamete girebilsin…

Bunu zarûrî kılan hakikati, en güzel ve canlı hâliyle bütün bir kâinatta müşâhede edilen muazzam denge ve âhenkte seyretmek mümkündür:

ÂHENGİN EN GÜZEL ÖRNEĞİ: KÂİNAT…

Şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikâr bir gerçek. Bu nizam ve âhenk, son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde hiç şaşmadan kâinat yaratıldığından beri devam edip gitmektedir. Bu âlemde sonsuz âhenk tecellîlerinden biri olarak mâlûmdur ki, şayet dünyanın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer ebedî yaz, kış olan yer ebedî kış olurdu. Yahut güneşle dünyamız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, her şey yanar kavrulurdu.

Bu ve benzeri keyfiyetler, bütün semâvî cisimlerin hayatı mümkün kılacak bir şekilde programlanmış olduğu gerçeğini ortaya koyar.

Böylesine mükemmel, girift (iç içe), çok ince bir hesap mekanizmasının varlığı, yaratıcısının şânına lâyık olduğu cihetle âdetâ O’nun varlık ve birliğine, kudret ve azametine ulvî bir nişânedir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“O, gökleri yükseltmiş ve bir ölçü (denge) koymuştur.” (er-Rahmân, 7)

“Gökleri yedi kat üzerine yaratan O’dur. Rahmân’ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü çevir bak; bir çatlak görebilir misin?”

“Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer…” (el-Mülk, 3-4)

Bir meyve bahçesinin sahibi; bir sabah kalktığında fidanların bazılarının düzensiz bir şekilde devrilmiş bulunduğunu görse, bunu bir fırtınanın veya tabiî bir âfetin neticesi olarak kabullenebilir. Ancak ağaçların devrilişinde bir hesap ve düzen olsa, meselâ her üç veya beş ağaçtan biri sırayla devrilmiş bulunsa, bunun tabiî bir âfetle meydana geldiğini kabul edemez. Anlar ki, bu hasara, hesaba muktedir bir varlık sebep olmuştur. Bu bir düşmanı olabilir. O hâlde düşünmelidir ki, beş-on ağacın devrilmesinden ibaret bir hâdisenin, şuûru olmayan sebep veya sebeplere bağlanmasını kabul edemeyen idraklerin, kâinattaki bunca hesabî inceliğe rağmen onun sırf bir tesadüf eseri ve kendi kendine var olduğunu iddiâ etmesi ne abes bir gaflettir!

Şair Necip Fazıl, böyle bir gaflete sürüklenenlere şöyle seslenir:

Yön yön sarılmışım ne yana baksam,

Sarılan olur da saran olmaz mı?

Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;

Geçip de aynaya soran olmaz mı?

Bir zerrede bile sonsuz sırlar barındıran şu kâinat manzûmesindeki ulvî tecellîleri îzah sadedinde Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

 “Denizi damlada, güneşi ise zerrede görmek mümkün!.. Fakat yazık ki gafiller, mehtaptan daha parlak olan mum önünde bile ışık göremiyorlar!..”

SEBEPLER ZİNCİRİ VE ŞEYTANIN TUZAKLARI

Fıtratı bozulmamış her bir sâlim irade ve gönül, kâinattaki sebepler zincirini şuurlu bir şekilde fark eder ve hepsinin de bir müsebbibü’l-esbâba, yani Cenâb-ı Hakk’a vardığını idrâk ile îmân eyler. Ancak bu hususta şeytan, beşer tefekkürünü yanıltmak için her köşe başında insanoğluna bin bir hile ve tuzak kurmuştur. Nice gâfillerin düştüğü bu tuzaklara yakalanmamak bakımından Hazret-i Mevlânâ, iblisin desîsesini hatırlatarak gönülleri şöyle îkaz buyurur:

“Sen bu îmân husûsunda şeytanın oyununa gelme. O öyle bir hırsızdır ki, karanlık geceleri kollar ve fırsatını bulunca kapına gelir, tıklatır. Sen de kapıya çıkar elindeki kandili tutuşturarak gelenin kim olduğunu görmek istersin. Fakat çakmağı her çakışında o hırsız kavı[1] tutup söndürür. Sen de karanlık dolayısıyla bunu görmeyip hakikatin dışına çıkar ve «kav nem kapmış» dersin. Böylece kavı söndüren hırsız, sana gizli ve meçhul kalır da sen ondan gafil olursun.

Şeytan, senin îman kandiline gaflet karanlığında işte böyle müdahale etmektedir. Dolayısıyla seni asıl müessirden bîgâne bırakıp gönül hânenden bütün fazîletleri çalmakta ve neticede seni âhiret müflisi hâline getirmektedir. Böyle giderse gözün ve gönlün ne eserden haberdar olur, ne müessirden; ne ilâhî sanatkârı fark eder ne de varlıktaki sanat hârikalarını!..”

YARATICI ZAR OYNAMAZ!

Einstein’ın şu ifadeleri de ne kadar mânidardır:

“Kâinâtın yaratıcısı zar oynamaz. Yarattığı hiçbir şey rastgele ve hesapsız değildir. Bu itibarla derin bir îmâna sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Çünkü ilimsiz din kör, dinsiz ilim topaldır.”

Akl-ı selîm sahibi bir insan bu kâinatta nereye yönelse, Allâh’ın varlık ve azametini seyreder. Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlâkıyla beşeriyeti kemâle erdirmek gibi tecellîler hep ilâhî lutfun eseridir. Diğer taraftan insana bin bir istifadeler takdim ederek hizmet eden bütün ilimlerin neticesi de, nihayet Allâh’ın varlık ve azametini gösterip beşere aczini tattırmak ve bulunduğu kulluk makamını idrâke yardımcı olmaktır.

İnsan kendisine ve kâinâta alıcı ve idrâk edici gözlerle bakınca derhâl anlar ki, zâhir olan kudret ve saltanat karşısında îmân etmemek ne kadar gülünç ve tuhaf olur. Şair ne güzel söyler:

Süzülür nice mânâ sonsuzlarca sistemden,

Tecellî eksik olmaz âyîne-i âdemden!..

Ne müteâl hakîkat; yerler-gökler direksiz,

Bir zerre yok koskoca kâinatta ölçeksiz!..

Üstünde sonsuz fezâ, altında kara toprak;

Ey kul, sana yakışan; seccâdeye kapanmak!.. (Seyrî)

GÖNÜL GÖZÜYLE BAKIŞ ŞART

Elbette ki şu sonsuz kâinat, Allâh’ın varlık ve azametinden bir nişânedir. İnsanoğluna yüce bir îman ışığıdır. Ancak kâinattaki gerçekleri ve sırları görebilmek için bütün âlemi gönül gözü ile yani basîretle temâşâ etmelidir. Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:

“Akıl sahiplerinin nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, yüce yaratıcının mârifetinden bir defterdir. (Fakat gafiller için, hiçbir şeydir.)”

Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ, Selçuklu medreselerinde nice zâhirî ilimlere sahip sadece bir müderris olduğu devresi hakkında «hamdım» diyor ve gönül âleminde kâinat sayfalarını okumaya başlamasıyla birlikte ilâhî hârikaları seyrederek aşk ile dolduğu devre için de «piştim ve yandım» ifadelerini kullanıyor. Çünkü o, kâinat kitabında satırlarda olmayan aşk sırlarını okumuş ve şöyle demiştir:

“Aşk uğrunda pervâne, ateşe atıldı. Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp yakılıyordu da hâl lisânıyla; «Sen de böyle ol!» diyordu.”

“Yağı konmuş, fitili tutuşturulmuş kandil, kırık boynu ile hem yanıyor, hem de yavaş yavaş, yumuşak yumuşak: «Sen de böyle ol!» diyordu.”

Mum, hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıstıraba vermişti. Fakat gözyaşlarını dökerken etrafa ışık saçıyordu. Bana da; «Benim gibi ol! Sen de nefsinden sıyrılarak böyle yan; böyle eri!» demekte idi. Yine o mum; «Bu dünyada kazanç elde etmek, yararlanmak için altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan, benim gibi yanmaya, erimeye bak!» diyordu.”

Derya, eteğini incilerle doldurmuş, baş köşeye çekilmiş, kurulmuş; içindeki incileri belli etmemek için kendisini acı göstermeye kalkışıyor ve bana; «Gösterişten kaçın; cevherini içinde gizleyerek sen de benim gibi ol!» demek istiyordu.”

“Bahçede bulunan gül, yanağını kirlerden arındırmış, gömleğini yırtmış, tebessüm ediyor. Dikenlerin verdiği acılara, kederlere sabrediyor. Âdetâ; «Ey insanoğlu, sen de benim gibi ol! Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim? Neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesilesi ile âleme güzellikler ve hoş kokular takdim etme imkânına kavuştum. Dikenle hoş geçinmek, bana, daha neler neler kazandırdı…» diyordu.”

“Hazret-i Âdem, tam kırk yıl tevbe ile yalvarıp yakardı. Günahının bağışlanması için yas tutup ağladı. Evde çocuklarına; «Siz de benim gibi olun!» diyordu.”

“Sus! Sabret! Şu dağdaki kayaya bak da ibret al! O bile hiçbir şey söylemiyor, öylece susmakta, fakat sessiz ve için için ağlamakta. Âdetâ o da; «Ey insanoğlu, sus; ağla!» demek istemekte.”

“O hâlde ey basîret sahibi akıllı kişi! Kâinattaki aşk dersini güzelce oku da sen de yan! Eri! Bağrını yırt! Gafletin için yas tutup ağla! Ya da dağlardaki kayalar gibi sessizliğe gömülerek gözyaşlarını içine akıt!..”

İşte kâinat kitabında Mevlânâ Hazretleri’nin okuduğu birkaç satır!

Bu bakımdan ârifler, hikmetler ve ibretler sergisi olan bu âlemi, âkiller için seyr-i bedâyî, ahmaklar için yemek ile şehvet olarak tarif etmiştir.

Nefsânî olarak yaşanan bir dünya hayatı, helâke götüren hile ve desîselerle doludur.

AYNADAKİ SON NAKIŞ

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, insanın gençlik, zindelik ve dinçlik mevsimleri ile, ardındaki süprizler cümbüşünü ve gel geç maceralarını şu misaller ile anlatır:

“Sen; ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”

“Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurub zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”

“Ey sâlik; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binanın harabe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

İnsanoğlu bu gerçekleri kavradığı nisbette akıl ve gönül âhengine ulaşır ve neticede nefsine galebe çalarak onu tezkiyeye muvaffak olur. Aksi hâlde nefsin vahşî ve tehlikeli hisleri arasında sayısız gaflet kıskaçları içerisinde boğulur gider.

EDEP MAYASI

Allah yolunda kulun en çok dikkat edeceği husus, akıl ve gönül âhengidir. Bunun en bâriz tecellî ve neticesi de hiç şüphesiz ki ilâhî edebe bürünmekten ibarettir. Hazret-i Mevlânâ bu hakikati şöyle özetler:

“Aklım, kalbime; «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îman edepten ibarettir.» dedi.”

AKLI VE GÖNLÜ MUHAFAZADA ÇARE

Edep mayasıyla yoğrulan bir îman bereketine mazhar olacak bir akıl ve gönül âhengi olmadığı takdirde insanoğlunun bu fânî âlemde idrâki de yanar, aklı da. Kalbi infilâk eder. Dünya âlemindeki sayısız imtihan tecellîleri, iptilâlar, musibetler, çileler ve nihayet ölüm macerası karşısında çatlar. Ziya Paşa’nın dediği gibi;

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez

Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!..

kabîlinden bir hâlet yaşar. Ancak akıl ve gönül âhengini ilâhî edep dairesinde gerçekleştirmek mümkün olursa, o zaman, idrakteki yanışlar ve kalpteki infilâkler nihayet bulur ve insan, ebedî bir sükûn ve sekînetin huzur ikliminde yalnızca ilâhî bir hayret ve hayranlık hâli yaşar. Cenâb-ı Hakk’ı, büyük bir acziyet içinde şöylece tenzih ve tesbih eder:

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

سُبْحَانَ مَنْ بِقُدْرَتِه۪ يَعْجِزُ الْفُحُولُ

“Muazzam sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ederim!

Sonsuz kudreti ile idrakleri âciz bırakan Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ve tesbih ederim!”

Allâh’ım!

Akılları gönülden mahrum bir mayın hâline gelmekten, gönülleri de akıldan mahrum dar bir zindan kesilmekten muhafaza buyur. Bizleri akıl ve gönül âhengi içerisinde «mârifetullâh»a erdir ve yüce dergâhında ebedî huzur ve sükûnete mazhar bahtiyar kullarından eyle!

Âmîn!..


Dipnot:

[1] Çabuk tutuşan madde, kurumuş ve hafiflemiş ağaç kabuğu. Eskiden çakmak taşı ve kav, ateş tutuşturmak için kullanılırdı.