Aile Yuvası

1998 – Eylul, Sayı: 151, Sayfa: 020

Cenâb-ı Hakk vahdâniyyeti kendisine münhasır kılmış, bütün mahlûkâtı çift olarak halketmiştir. Aralarına da cezb ve incizâb kanunu koyarak maddî ve mânevî kemâli, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır. Hiç şüphesizdir ki, eşref-i mahlûkât olan insanda fıtrî olan muhabbet temâyülü, ilâhî aşka yükselmenin ilk kademesini teşkîl eder. Bu itibarla Allâh Teâlâ, vermiş olduğu bu ulvî mertebenin muhâfaza edilmesi ve insan neslinin temiz ve mübârek bir şekilde devamı için âile hayatını zarûrî kılmış ve nikâhı emretmiştir.

Nikâh, kadın için, kadınlık duygu, istîdâd ve meziyetlerinin karşı cinsine tahsîs edilmesidir. Bu da hanımın, hanımlık vakar ve haysiyetinin muhafazasıdır. Erkek içinse nikâh, onu nefsin kötü âkıbetine dûçâr olmaktan kurtaran ve şerefli bir âile hayatı yaşatan mecrâdır.

Nikâh, rûhun sükûn ve huzûru yanında bedenin nizâmına da vücûd veren yegâne müessirdir. Ahlâkın güzelliği onun sayesindedir. Âile seâdeti, toplumun refah ve terakkîsi, yine nikâhla gerçekleşir. Kadın, kucağına aldığı yavru ile merhamet ve şefkat duygularının inkişâfına mazhar olur. Bir mürebbiyelik imtihanı yaşar. Erkek ise, mes’ûliyet duygusunun gelişip kuvvetlenmesi yanında âile reisi sıfatıyla olgunluk basamaklarını tırmanmaya başlar. Çünkü âile, millî bünye içinde en küçük, fakat en temel idârî bir ünitedir.

İşte bundan dolayıdır ki, insanlığa rehber olan -genç yaşta semâya refedilen Hazret-i Îsâ dışında- bütün peygamberlerin başından nikâh geçmiştir. Onları takip eden büyük ve mübârek şahsiyetlerin hayatı da böyledir.

Mü’minin, takvâsından sonra en kıymetli varlığı, sâliha bir hanıma sahip olmasıdır. Sâliha kadın, seâdet bahçelerinin en kıymetli tezyînâtıdır. Milletler, âilenin sağlamlığı ile terakkî eder. İnsanların bir erkek ve dişiden yaratılması gerçeğine mebnî olarak kurulan âile çatısındaki hikmetler, Allâh’ın pek yüce âyetlerindendir.

İdrâk sahipleri için nikâhdaki ibretler hakkında âyet-i celîlede şöyle buyurulur:

“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda muhabbet ve merhamet te’sîs etmesi O’nun âyetlerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen zümre için muhakkak ki ibretler vardır..” (er-Rûm, 21)

Bu âyet-i kerîme, birtakım hikmetleriyle birlikte izdivaçtaki en büyük gâyeyi göstermektedir: Allâh yolunda muhabbet ve merhamet sâhibi olmak… Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisiyle evlenilecek bir hanımın vasıfları ve tercih sebebi husûsunda:

“Kadın dört şey, yâni malı, güzelliği, soy-sopu ve dîndeki kemâli için nikâhlanır. Siz dîndar olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!..” buyurmuşlardır.

Diğer bir hadîs-i şerîfde:

“Kişinin yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla korunan) ahlâkında gizlidir.” buyurulur.

Cemiyet ahlâkını muhâfazada en müessir âmil, nikâh olduğu için Allâh Rasûlü -sallhallâhü aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması husûsunda ümmetini îkâz ederek:

“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olandır.” buyururlar.

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:

“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zîrâ onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana bir ecir vardır.”

Diğer taraftan âile yuvasının kurulması yolunda yapılan merasimlerde gâyet mütevâzî davranmak ve israftan kaçınmak zarûrîdir. Ayrıca gayr-i şer’î birtakım yanlış hareketler ve âdetlerle bu mübârek teşebbüse kötü bir başlangıç yapmak da, hüsrân kapısını aralamaktır. Ancak yüce şerîat hükümlerine bağlı ve ahlâk kâidelerine uygun nikâh meclisleri, mübârektir ve duâların makbûl olduğu mekânlardan biridir.

Hâsılı evlilik, İslâm’ın, üzerinde çok hassas bir şekilde durduğu maddî ve mânevî iki yönlü ulvî bir müessesedir. Dolayısıyla bu ulvî müessesenin te’sîsi husûsunda son derece ciddiyet ve dikkat sahibi olmak zarûrîdir. Aksi halde izdivacı basit bir beraberlikten ibaret zannederek oluşturulan âile yuvaları, arş-ı âlâyı titreten hâdiseler olarak ifâde edilen yersiz boşanmalarla neticelenmektedir. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyururlar:

“Evleniniz, boşanmayınız!.. Zîrâ boşanma dolayısıyla arş titrer…”

Hele zevk ve eğlence için kadın boşamak, hesap ve azâbı büyük bir cürüm ve zulüm olup merdûddur. Bu da, Hakk’ın aslâ afvetmeyeceği kul hakkını yüklenip helâk ve hüsrâna doğru gaflet dolu adımlarla yürümektir.

Karı-Koca Hakları

Âile seâdeti, iki tarafın karşılıklı haklarını iyi kullanmasına bağlıdır.

Âile reisi erkekdir. Âile riyâsetini düzgün yürütmek daha ziyâde erkeğe bağlıdır. Âyette: “Erkekler, kadınlar üzerinde idârecidirler.” (en-Nisâ, 34) buyurulmaktadır.

Âile reisliğinin erkeğe verilmesi, kadınların aşırı hissîliğinden dolayıdır. Husûsiyle neslin korunması, ancak şefkat duyguları ile mümkündür.

Bu üstünlük zulüm ve tahakküm için değil, âile nizâmını sağlamak ve izdivaç hayatını korumak içindir. Kadın da ev içine âid husûslarda âmirdir.

Erkeğin; nafaka, mesken, muhârebe, namazda imamlık, hükümdarlık gibi mükellefiyetleri üzerine alması, onun, itâatın kutbu olduğunu göstermektedir. Bu hâl, kadınlardan peygamber gelmemesinin en mühim delillerindendir.

Önce Âdem -aleyhisselâm-‘ın yaratılması, sonra Havvâ vâlidemizin bir filiz gibi ondan neş’et etmesi, erkeğin öncülüğünü gösteren açık bir hakîkattir. Hazret-i Âdem’in sol kaburga kemiğinden yaratılan Hazret-i Havvâ’nın, tek candan kopan ikinci bir parça olduğu gerçeği, aynı zamanda kadın ile erkeğin, yakınlık ve kaynaşmasına en güzel bir îzâhdır. Zîrâ bütün mahlûkâtın var oluş sebeplerinin temel sâiklerinden biri de: “Ben bir gizli hazîne idim. Mârifetime muhabbet ettim de mahlûkâtı yarattım.” hadîs-i kudsîsinde beyân buyurulduğu üzere muhabbettir. Bu da ilâhî aşka bir merhaledir. Zîrâ ilâhî aşk, varlığın sebebi olduğu gibi aynı zamanda gâyesidir de. Bunun için ilâhî aşka bir basamak olan sevme meyli, bütün canlılara ve hassaten insana fıtrî olarak verilmiştir. Lâkin bu fıtrî temâyülün gerçekleşmesi, muayyen bir mecrâda olmalıdır. İşte bu mecrâ, nikâhdır. Bunun içindir ki İslâm âile hayatının temeli, muhabbet, ahlâk, fazîlet, dînî metânet, hüsn-i muâmele, merhamet, sadakât, sabır, mukâvemet ve sulh u selâmet gibi mânevî cevherlerle tezyîn olunmuştur.

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ vâlidemizle cennette başlayan âile hayatı, Allâh’ın takdîr ettiği izdivaç kanunu ile âdemoğullarına intikâl etmiş, İslâm dîni ile ebedîleşmiştir. Gerçekten İslâm dîni, koyduğu kâidelerle âile hayatına cennet huzûru ve dâimî bir baharın rahmet semâsı olmuştur. Bu seâdete nâil olabilmek için, nikâh ve izdivaç kanunu ile birer Âdem ve Havvâ manzarası sergilemek, onlar gibi Allâh muhabbeti ve takvâ yolunda kaynaşan âdetâ tek can ve tek nabız hâline gelebilmek zarûrîdir.

Âile seâdetinin te’sîsi husûsunda âyet-i celîlelerdeki “ittekû” ifâdelerinin ihtivâ ettiği “takvâ” pınarından nasîb alabilmek çok mühimdir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, kadın hakları husûsunda vedâ hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:

“Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allâh’dan korkmanızı tavsıye ederim. Siz kadınları, Allâh emâneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allâh adına söz vererek helâl edindiniz!”

Bu itibarla hanımların, ev tanzîmi ve sâlih bir nesil yetiştirmek yolunda evladlarının ahlâkî yapıları ile meşgûl olmak yerine, hanımlıklarına, müstesnâ fıtratlarına zıd işlere yönlendirilmeleri, mantık, iz’ân ve îmâna sığmaz. Çünkü âiledeki huzûr ve seâdet, kadındaki ve erkekteki istîdadların yerli yerince kullanılması ve korunmasıyla elde edilebilir.

Kadınlığın kemâli, Allâh’ın verdiği güzel kâbiliyetleri muhâfaza ile tahakkuk eder. Şâyet kadın, husûsiyetlerini ilâhî ta’yine ters bir sûrette yönlendirir ve kendi hakîkatine vedâ ederse, kıymetini mahveder; huzûrsuz ve bedbaht olur. Âile ocağını kurutur. Böylece toplum hayâtı çoraklaşır. Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun’î bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Yaratılıştaki husûsiyetlere zıd olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini za’fa uğratmakta ve âileyi yaralamaktadır. Diğer taraftan zamanımızdaki çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliyye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliyye devrinin kadını arasında sadece bir kıyafet farkı kalmıştır. Bu ise, rûhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum cinâyetidir.

Nitekim Allâh Teâlâ, bu cinâyetlerdeki çirkin, iğrenç hâlin ve merhamet mahrûmluğunun acı âkıbetini, duyan, hisseden gönüllere:

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günâh sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9) âyetindeki tehdîdle ne dehşetli olarak beyân eder.

Çocuk istememek; ilâhî lutfa nankörlük, nikâhın ciddî gâyesine aykırılık, rûhânî, ictimâî, ahlâkî kıymet ve lezzetlere karşı duygusuzluktur.

Gerçek şudur ki, Cenâb-ı Hakk, her varlığı ve o varlığın her cüz’ünü bir maksad için yaratmış ve o maksadla yaratılış gâyesini gerçekleştirmeye müsâit bir biyolojik ve psikolojik yapı lutfetmiştir. İşte bu realite sebebi ile İslâm, yaratılış husûsiyetindeki gerçeği esas alıp beşeri ona göre istikâmetlendirmiş, kadınlık ve erkeklik istîdadlarını, gerektiği şekilde yönlendirmiştir.

Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, cihan kadınlarının zirvesinde bulunan kızı Hazret-i Fâtıma’ya bütün ev işlerini düzenlemesini, Hazret-i Alî -radıyallâhu anh-‘a da dış işleri tanzîm etmesini emir buyurmuş, böylece bir âilede olması gereken iş bölümünü fıtrî husûsiyetler çerçevesinde te’sîs etmişti. Ancak mübârek kızı Hazret-i Fâtıma, ev işlerinin çokluğu, buna mukâbil bedeninin zayıflığı ve evladlarının küçük olması dolayısıyla birgün kendisine gelip yardımcı istedi. O rahmet ve merhamet Peygamberi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, mübârek kızının bu isteğini hoş görmeyip kabûl etmedi.

Bizzat Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- tarafından, hem de iki gözünün nûru mübârek kızı üzerinde bütün ümmete sergilediği bu misâl, çok ibretlidir. Bu hakîkat istikametinde bilmelidir ki, hanımların ev işleri ve neslin eğitimi ile bizzat meşgûl olmaları, onların şerefini müstesnâ bir şekilde artırır.

Âilede Babalar, Anneler ve Kardeşler

Baba, âile huzûr ve seâdetinin nâzım otoritesidir. Âilenin kartvizitidir. Zîrâ babayı hayat mücâdelesi ve evin geçimi ile mükellef kılan Allâh -celle celâlühû-, onu kadına göre bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metîn kılmıştır.

Âilede seâdetin sağlanması hiç şüphe yok ki, iyi bir babanın olgun idâresine dayanır. Lâkin bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde bir şeyler beklemek, ana ve çocuklar için hak değildir. Erkeğin vazîfesi, israfa sapmamak ve luzûmundan aşağı düşmemek şartı ile ortalama bir gıdâ ve geçim te’mîn etmektir. Erkek zengin dahî olsa, isrâftan korunmakla mükelleftir. Zîrâ mülk, Allâh’a âid olduğu için insana sadece bir emanet olarak verilmiştir. İnsan bu şuûr içinde hareket etmezse, israfın ağır mes’ûliyyetini yüklenmiş olur. Burada insan karnının, bir tehlike kazanı olduğunu unutmamak gerekir. Onun infilâkı, maddî ve mânevî helâktir.

Misâfirlere hâl ve şânına uygun bir sûrette ikrâm ise, âilenin mürüvvet vazîfesidir.

Giyimde de itidâli muhâfaza zarûreti vardır. Tefâhür, yâni böbürlenmek ve çalım satmak gâyesi ile giyinme ve süslenmeler harâmdır. Allâh Teâlâ buyurur:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!..” (Lokmân, 18)

Baba ve anne, âile fertlerini, hattâ hizmetkârlarını, onların dînî duygularını ve ahlâkî güzelliklerini bozacak sohbetlerden, gayr-i İslâmî gezintilerden, menfî roman ve televizyon programlarının âfetlerinden korumak mecbûriyetindedir. Nitekim Allâh Teâlâ buyurur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!” (et-Tahrîm, 6)

Âile fertlerini muhâfaza ve onların âhıret seâdetlerini hedefleyen fedâkâr baba ne mübârek bir babadır!..

Sâlih bir babanın durumu, hadîs-i şerîfde ne güzel bildirilir:

“Allâh’ın rızâsı, babanın hoşnudluğunda; Allâh’ın gazabı ve azâbı da, babanın öfke ve kızgınlığında gizlidir.”

Âilenin içten görüntüsünde ise, evi çekip çeviren, düzenleyen, toparlayıcı olan ve nesli yetiştiren unsurun anne olduğu gerçeği vardır. Bunun için anne; duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetlerle techîz edilmiştir.

Bizleri önce bir müddet karnında, sonra kollarında, ölünceye kadar da kalblerinde taşıyan annelerimize sevgi ve saygı husûsunda denk olacak bir varlık yaratılmamıştır. Kendisini âilesine hasr ve hibe eden vefâkâr anne, engin bir sevgiye, derin bir saygıya, ömürlük bir teşekküre lâyıktır. Babanın yorgunluklarını, çocukların usandırıcı hırçınlık ve taşkınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, ancak anne kalbidir. Bu ulvî kıymet dolayısıyladır ki Allâh Teâlâ buyurur:

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını vasıyet ettik!.. Çünkü anası, onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır.. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için:) Önce bana, sonra da ana-babana şükret!” diye tavsıyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır..” (Lokmân, 14)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Anne hakkına dikkat et!Onu başında taşı! Zîrâ anneler, doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyâya gelmeye yol bulamazlardı.”

Şefkat ve merhamet, en güzel bir şekilde anaların gönlünde yerini bulur. İnsandaki analık hususiyyeti, hiçbir mahlukâtın analık mefhumuyla mukâyese edilemeyecek derecede üstündür. Çünkü insan yavrusunun yalnız fizikî varlığına değil, aynı zamanda ruhuna sunulacak ilk gıdâ da, anada tezâhür eder. O ana ki, kâinâtın Rabbine en yakın olmak istîdâdıyla mücehhez olan insanı doğurmaktadır. Peygamberlerden en âciz ferdlere kadar beşer olan her varlık, hem fizikî, hem de mânevî olarak ilk gıdâsını anadan alır. Analar, yaratıcının ilâhî merhametinden en fazla nasîb almış varlıklardır.

Ancak analık mefhumu, tek başına numarasız bir gözlük gibidir. Bir akrep bile yavrularını sırtında taşırken, doğurduğu çocuğunu herhangi bir sâikle götürüp yol kenarına bırakan, vicdânını yitirmiş ana da anadır; buna mukâbil sakat doğmuş bir evlâdını yaşadığı müddetçe şefkat ve merhametiyle kuşatıp üzerine titreyerek koruyan ana da anadır!

Hanımların seâdet saltanatı, fazîletli birer anne olmaları ile başlamaktadır. Bilhassa:

“Cennet annelerin ayakları altındadır!..” hadîs-i şerîfi, sâliha anneler hakkında en yüksek bir şehâdet-i Muhammediyye’dir.

Anne, ilâhî kudretle genişletilmiş bir rahmet kucağıdır.

Evlâdlar, kalbî âhenk, vicdânî incelik, ahlâkî düzeni bozulmamış olan âilelerde muhabbet bağlarını takviye ederek seâdete vesîle olan müstesnâ nîmetlerdir.

Hadîs-i şerîfde buyurulduğu vechile:

“Çocuklar, cennet çiçekleri, kalb meyveleri, ilâhî ihsân ve rızıklardır.”

Bu itibarla anne ve baba, evlâdları hususunda ciddî bir ihtimâm üzre olmalıdırlar. Bilhassa kız çocuklarına daha ayrı bir îtinâ göstermek zarurettir. Çünkü onlar, yarınki kurulacak âile yuvalarının temel taşıdır. Allâh Rasulü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyururlar:

“Bir kimse üç kız çocuğunu yetiştirip terbiye eder, onları evlendirir ve onlara ihsân ve iyilikte devam ederse, o kimseye cennet vardır.”

Bu müjdelere kulak ve gönül vermeyen ana-babalar; dünyânın zevk ve safâsından vazgeçmeyen, çocuk sevgisindeki ince zevk-i selîme eremeyen, evlenmenin ulvî gâyesinden uzak olan, nefsânî lezzetlerin hududunu aşamayan, tembel, kaba ve gâfil kişilerdir.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in te’sîs ettiği huzurlu âile çatısı altında çocuklar başıboş bırakılmamıştır. İslâm, onları, Allâh’ın rızâsının babanın hoşnudluğunda olduğunu ve cennetin annelerin ayakları altında bulunduğunu beyân ederek istikâmetlendirmiş, âileye ulvî birer bağ ile bağlamıştır.

Hususiyle üzerinde durulan anne ve baba hakkı da, evlâdları yönlendiren en müessir bir sâikdir.

Cenâb-ı Hakk buyurur:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!..”

“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi sen onlara (öyle) rahmet et!..} diyerek duâ et!” (el-İsrâ, 23-24)

Ana-baba hakkına riâyetten sonra, kardeşler arasında da, silsile-i meratib vardır. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyurur:

“Âilede en büyük kardeş, baba mevkîindedir.”

Bir âile çatısı altında bulunan ağabeylik, ablalık ve kardeşlikler, hep hak ve vazîfeler dengesi içinde muhabbetle yerini alır. Ancak bu muhabbetin dışına çıkılır ve rızâ-yı ilâhîye mugâyir tarzda hareket edilirse, buradaki ölçü değişir. Şayet büyük ağabey, kendisine verilen mevkîi adâletle muhâfaza etmez de küçüklerine zulmederse, kardeşlerinin onu baba yerinde sayıp itâat etmeleri gerekmez. Böyle durumlarda {REF Allâh’a isyan husûsunda mahlûka itâat yoktur.} kâidesine riâyet edilir. Nitekim anne ve baba bile evlâdı yanlış yola sevkederlerse, onlara dahî aslâ itâat edilmeyeceğini, sadece iyi muâmele ile iktifâ edilmesinin gerektiğini Cenâb-ı Hakk şöyle beyan eder:

“Eğer onlar (ana ve baban), seni bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu hususda senin için bir ilim (gerekçe, delîl, zarûret vesâire) yoktur, (yâni annelik ve babalık hakkı bir mecbûriyet ifâde etmeyeceği gibi, şirk koşmanı gerektirecek bir durumun mevzûbahis olması mümkün değildir); (dolayısıyla) sakın onlara itâat etme! (Yine de) onlarla dünyâda iyi geçin; (fakat) bana yönelenlerin yoluna tâbî ol!. (Çünkü) sonunda dönüşünüz ancak banadır.” (Lokmân, 14-15)

Ancak böyle bir durum olmadığı, yâni bütün âile fertlerinin îmân ve İslâm çizgisinde olduğu âile yuvasında ise, küçükten büyüğe doğru bir rızâ kazanma vardır. Çocuklar, ana ve babanın rızâsını; ana, çocuklarla birlikte babanın rızâsını; baba ise, hepsi ile birlikte Allâh’ın rızâsını kazanma yolunda gayretle mükelleftir. Bu da hayatın gâyeli ve bereketli bir şekilde değerlendirilmesi demektir.

Nitekim şâir, Allâh’ın lutfettiği ömrü gâyeli kullanmayı ne güzel ifâde eder:

Seni annen doğurup attığı gün dünyâya ağlıyordun,

Bütün âlem gülüyordu bir yanda..

Öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin,

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân ardından!..

Bütün bu söylenenler, âilenin, ferdî ve ictimâî huzûr, seâdet ve selâmetin en müessir temel taşı olduğunu göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-: “Kişinin cenneti, evidir!..” buyurmaktadır.

Bu demektir ki, -Allâh muhâfaza buyursun- onda cehennem olma istîdâdı da vardır.

Ey Rabbimiz! Bizlere ve âilelerimize, sana kulluk ve tâat üzre hoşnud olacağın bir takvâ hayatı nasîb eyleyip hânelerimizi lutuf ve seâdet cenneti eyle! Binbir isyan ve gaflet amellerinin tutuşturduğu azâb cehennemi eyleme!

Âmîn!..