23 Kasım 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin, bilhassa bu hastalıkta, bu virüste vefat eden kardeşlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, bu niyaz, bu duâ ile;

Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Hazret-i İlyas -aleyhisselâm-, Elyesa -aleyhisselâm- ve Zülkifl -aleyhisselâm-… Bunlar hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de fazla bir mâlumat yok. Cenâb-ı Hak bu peygamberleri methediyor.

Demek ki çok mübârek, sayılı peygamberlerden ki 124 bin peygamberin içinde, Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri geçiyor. Cenâb-ı Hak onların takvâlarını, zühdî hayatlarını bize bildiriyor.

İlyas -aleyhisselâm- hakkında bir rivâyete göre; Azrâil geliyor, ürperiyor. Azrâil diyor ki:

“–Ölümden mi korktun diyor İlyas diyor, sen diyor, peygambersin?” diyor.

“–Yok diyor, ölümden endişe etmedim diyor. Fakat dünya hayatı çok huzur veriyordu bana. Dîni yaşamaya gayret ediyordum yüksek bir takvâ üzerine. Dîni tebliğ ediyordum. Fakat şimdi kıyamete kadar rehin kalacağım kabirde. Bu hizmetimden mahrum kalacağım. Bu rûhânî hayatımdan mahrum kalacağım diye, onun için ürperdim diyor, ölümden bir korkum yok.” diyor.

Hakîkaten bu çok kıymetli, nefeslerimiz çok kıymetli. Zaten Cenâb-ı Hak Münâfikûn Sûresi’nin sonunda:

“…Ölüm ânı gelir de, «Yâ Rabbi, biraz (azıcık bir şey) aralasan da sadaka versem ve sâlihlerden olsam.» demeden evvel infak edin…” buyruluyor. (Bkz. el-Münâfikûn, 10)

Hepimizin başından geçecek bir hâdise… Cenâb-ı Hak cümlemize şu hayatımızın, nefeslerimizin kıymetini idrâk ettirsin inşâallah.

Elyesa ve Zülkifl -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’ın senâ ettiği iki peygamber. Diyarbakır’ın Eğil ilçesinde, oraya bir baraj yapılıyor -aşağı yukarı herhâlde 1985’lerde- orada caminin yanında Elyesa -aleyhisselâm-’la Zülkifl -aleyhisselâm-’ın kabri olduğuna dair bir işaret var, bir levha var. Ziyarete gidenler, orada Fâtiha okuyorlar.

Fakat tabi burada baraj olacağı için, suyun altında kalacak, o zaman, işte Özal zamanında, bu şeyi söylüyorlar. Özal da diyor ki:

“–Diyanete bir sorayım.” diyor. Dört kişilik bir heyetle kabir açılıyor. Epey bir derinde. Böyle mahzen gibi bir yerde, keçe gibi bir şeye sarılı. Aradan asırlar geçmiş. O dört kişi, diyanetten, oradaki tayin edilenler. Hattâ diyorlar ki:

“–Öyle bir şey ki yani elimizin ayağına değdiğini… Fakat keçeyi açmadık, uygun bulmadık diyorlar. Baştan Elyesa yahut da Zülkifl -aleyhisselâm- çıkardık. Dedik ki:

«–Yüzünü de açalım, bir görelim.» Bazı arkadaşlar:

«–Yok, açmayalım.» dediler.

«–Yok, açalım.» dedik. Açtığımızda şu manzarayla karşılaştık. Hakîkaten, yüzü, olduğu gibi, pembe-beyaz duruyor. Saçları beyaz ikisinin de. Hattâ kulak memesine kadar saçları geliyor. Sakalları beyaz. Bu şekilde aldık, tepede bir yere defnettik.” diyor.

Oraya bir cami yapılıyor. Yine caminin yanına, bir levha asılıyor. Allah rahmet eylesin. (Bkz. Altınoluk Dergisi, Temmuz 2014, sayı 341, sf. 48)

Cenâb-ı Hak peygamberler dahî, sevdiği kullarına, onların ömürlerine bereket veriyor, bir ibret olarak.

Yine Sâmi Efendi Hazretleri nakletmişti bir feth-i kabir hâdisesini. Bir yol geçiyor mezarlığın ortasından. Bir hâfız efendi varmış. Hâliyle hâfız, kāliyle hâfız, yüksek takvâsıyla hâfız. Onun kabri de açılıyor, o da aynı otuz sene evvel gömülmüş, aynı, kefeniyle, taptaze çıkıyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak peygamberlerine ve bazı velî kullarına, onlara, toprağa “Yeme!” emri veriyor. (Bkz. Deylemî, I, 284/1112; Ali el-Müttakî, I, 555/2488)

Bunu ben Medîne-i Münevvere’de de sormuştum. Oradaki Bakî Kabristanı’nda. Dedim:

“–Hiç bozulmamış ceset çıkıyor mu?” dedim.

“–Çıkıyor.” dediler. Çıktığı zaman orayı hemen kapatıyorlar, onun üzerini tekrar açmıyorlar orayı.

Elhamdülillâh, demek ki sâlih kullarına bir ibret olarak, bir iltifâtı Cenâb-ı Hakk’ın -elhamdülillâh-.

Bugün esâsında dersimiz, Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, oğlu Yahyâ -aleyhisselâm- ve Îsâ -aleyhisselâm-. Üç akraba peygamber.

Zekeriyya -aleyhisselâm- testere ile bölünerek şehid edilen mazlum peygamber. Kovuğun içine girince, onu testere ile ikiye bölüyorlar kovuğu, o şekilde şehid ediliyor.

Yahyâ -aleyhisselâm- var. O da şehid ediliyor.

Hastalara şifâ veren, ölüleri dirilten, âmâların görmesine vesîle olan Îsâ -aleyhisselâm- var.

İnşâallah bu üç peygamberin hayatından ibretler ve hikmetler, mevzumuz.

Bu üç peygamber, yaşadıkları çileler, tevhîd mücâdelesi bakımından birbirine çok benzer. Hepsi de, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra istikâmetten sapmış olan Benî İsrail Kavmi’ni irşadla vazifelendiriliyorlar. Onların tekrar hidâyete kavuşması için gayret gösteriyorlar.

Tevrat, zamanında, kendi menfaatlerine göre değiştiriliyor. Zekeriyya -aleyhisselâm- da vazifesi, Beyt-i Makdis’te bozulan Tevrat’ı tekrar düzeltmek.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın oğlu Yahya, Meryem Vâlidemiz’le teyze çocukları oluyor.

Yani Meryem Vâlidemiz’in annesi Hanne Hâtun, Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın hanımı Elisa, bunlar, ikisi de kardeş.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm- Kudüs’te bulunan Mescid­i Aksâ’da Tevrât yazar ve kurban kesmeyi idâre ederdi. Marangozluk yapardı ve el sanatı ile geçinirdi.

Mâlum, kavmi tarafından hunharca şehîd edilmiştir. Türbesi Halep’tedir.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm- Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’ın soyundan Elisa ile evlenmişti. Fakat yaşı ilerlemesine rağmen evlâdı olmadı. Takdîr-i ilâhî…

Zekeriyyâ -aleyhisselâm- kendisinden sonra Benî İsrâil’i irşad etmek üzere bir evlât istiyordu. Evlât istiyordu ama, bir taraftan da:

“«–Rabbim! (diyordu.) Ben (bu hâlde) kemiklerim zayıfladı; başım saçım ağardı. Ve ben (diyor) Rabbim! Sana (ettiğim) duâ ile hiç bedbaht olmadım!»” (Meryem, 4) diyor.

“–Yine Sana duâ ediyorum, bu neslin, İslâm’ı tebliği için, bir evlât nasîb eyle!” diyor.

Tabi bu duâ çok mühim. Yani hepimiz için duâ çok mühim. Duâ da tabi, samimî ilticâ istiyor. Cenâb-ı Hak Furkan Sûresi’nin sonunda da 77. âyette:

(Rasûlüm!) De ki: (Eğer kulluk ve) duânız olmasa, (ne işe yararsınız!)..” (el-Furkân, 77) buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak, kulunun daima bir duâ hâlinde olmasını arzu ediyor.

Ârif mü’minler, hayatın acı-tatlı bütün safhalarında, dâimâ duâ hâlinde yaşarlar. Zira duâdan uzak durmak, Hak’tan uzak durmanın bir işareti olmuş oluyor.

Yine Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a ilticâsı şu şekilde, Meryem Sûresi, beşinci, altıncı âyette:

“Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir oğul ver (yâ Rabbi)! O (…) Yâkub hânedânına vâris olsun! Rabbim onu rızâna lâyık kıl!”

Böyle bir, Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın duâsı var yaşlılık hâlinde. Demek ki buradan bize intikâl eden, dâimâ sâlih ve sâliha bir nesil talep edeceğiz Cenâb-ı Hak’tan.

Rabbimiz kıyamete kadar neslimizin sevdiği, râzı olduğu kulların gelmesini, lûtf u keremiyle ihsan etmesi için, Cenâb-ı Hak yine âyet-i kerîmede buyuruyor:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

((Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74])

Zevç ve zevce “kurrate’l-ayn : göz nûru” olacak, onlardan göz nûru olan bir nesil gelecek ve bu nesil de takvâda önder olacak.

Furkan Sûresi’nde de böyle bir âyet var. O da bizim için duâ edeceğimiz, daima takvâda önder olabilmek.

“Zekeriyyâ (-aleyhisselâm-) mâbedde namaz kılarken melekler ona şöyle nidâ ettiler:

«–Allah sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdîk edici (…) iffetli, sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.»” Âl­i İmrân, 39. âyet.

Diğer bir âyet-i kerîmede de:

“«–Ey Zekeriyyâ! (Cenâb-ı Hak buyuruyor.) Biz Sana bir oğul müjdeleriz ki, onun adı Yahyâ’dır. Daha önce ona kimseyi adaş yapmadık!»” (Meryem, 7)

Bu, “adaş yapmadık”tan ifade olarak Yahyâ -aleyhisselâm- hiç günah işlemediği gibi bu günaha da bir istek duymamış hayat boyunca. (Bkz. Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, 7, 221)

Adaşı olmayan, buyruluyor, emsâli olmayan.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“Âdemoğullarından herkes mutlaka bir hata (bir günah) işlemiş veya buna istek duymuştur (günaha), ancak Yahyâ bin Zekeriyyâ bunun hâricindedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 292, 295, 301; Krş. Hâkim, el-Müstedrek, 2: 647/4149)

Yine Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın duâsı âyette:

“«–Ey Rabbim (diyor)! Bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, nasıl bir oğlum olabilir?»

(Cenâb-ı Hak da) buyuruyor:

«–İşte böyledir! Allah dilediğini yapar!»” (Âl­i İmrân, 40)

“…«–O Bana kolaydır. Daha önce, Sen hiçbir şeyken Sen’i yaratmıştım!»…” (Meryem, 9)

Demek ki “كُنْ فَيَكُونُ” (“…Ol, der; o da hemen oluverir.” [el-Bakara, 117; Âl-i İmrân, 47, 59…]) yani “ك ve ن” iki harfin yan yana gelmesiyle o anda oluyor her şey. Cenâb-ı Hakk’a bir güçlük yok. Düşünelim Cenâb-ı Hakk’ın azametini: Bu kadar küreler, trilyonlarca yıldızlar, hepsi nasıl bir boşlukta duruyor, havada? Bütün güç, hepsi Cenâb-ı Hakk’a ait.

Kul, acziyetini hiçbir zaman unutmayacak. Neden halk edildiğini dâimâ hatırında tutacak. Ben niye halkedildim? Vazifem nedir?

Demek ki:

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Allâh’a güzel bir kul olmak, takvâ, mârifetullah’tan da bir nasip alabilmek.

(Zekeriyyâ:) «–Rabbim! (Oğlum olacağına dâir) bana bir alâmet göster!» dedi. (Bir heyecanlandı. Cenâb-ı Hak da):

«–Sen’in için alâmet, insanlarla üç gün konuşmamandır, ancak işaretleşmendir. Ayrıca Rabbini çok zikret; sabah-akşam tesbîh et!»” (Âl­i İmrân, 41)

Cenâb-ı Hakk’ın bir peygambere verdiği tâlimat: “Rabbini çok zikret, sabah-akşam tesbih et!”

Bir de orada bir konuşmama orucu vardı.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm- insanlarla üç gün konuşmadı. Ancak yazardı, yazmasıyla konuşurdu.

Cenâb­ı Hak buyurur:

“Biz onun duâsını kabûl ettik, Yahya’yı verdik; zevcesini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık.

Onlar (bütün bu peygamberler) hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak Biz’e yalvarırlar. Onlar Biz’e karşı derin bir huşû içindeydiler.” (el­Enbiyâ, 90)

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın istediği; havf ve recâ arasında bir mü’minin… Hem korkacak, hem sevecek, hem “Aman yâ Rabbi!” diyecek devamlı.

Yahya -aleyhisselâm- kendisine kitap verilmediği için Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şerîatine tâbîydi. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şerîati ile amel eden peygamberlerin sonuncusudur.

Cenâb-ı Hak yine âyet-i kerîmede:

“«–Ey Yahyâ! Kitâb’a (Tevrât’a) var gücünle sarıl!» (dedik) ve henüz sabî iken ona (ilim ve) hikmet verdik!” (Meryem, 12)

“Tarafımızdan ona bir kalp yumuşaklığı, temizlik de (verdik). O sakınan bir kimse idi.” (Meryem, 13)

Bu âyet-i kerîmeler ışığında, mü’min bir erkeğin taşıması gereken vasıflar, neler olduğunu anlarız:

Bir; Kitâb’a sımsıkı sarılacak. Yani bizim için, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye sımsıkı sarılacak. Bir boşluk bırakmayacak.

İkincisi; İffetli olacak. İffet, insana âit bir keyfiyettir. Diğer mahlûkat serbest bu hususta.

–Sâlihlerden olmaya gayret edecek. Hanımsa sâlihalardan olmaya gayret edecek.

–Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunacak. Yani kendinden başlayarak, akrabası, en yakınından çevre çevre… Velhâsıl toplumun gidişinden kendisini mes’ûl görecek.

–İlâhî emirlere sımsıkı sarılacak.

–İlmi mîras edinecek. Yani Hakk’a râm eden bir ilim olacak. Bu da mârifetullah, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek. O zaman Cenâb-ı Hak da yardım ediyor.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Allah’tan korkun, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282]) buyuruyor.

–Hayır işlerine koşuşacak.

–Huşû sahibi olacak. İbadetler, hepsi huşûlu olduğu zaman kıvama geliyor. Cenâb-ı Hak:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler felâh buldu, onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyuruyor.

Yani her ibadetin bir zâhirî tarafı var, bir de bâtınî tarafı var. Zâhir ve bâtın bir âhenk içinde devam edecek.

–Günahlardan uzak duracak. Rasûlullah Efendimiz; “Töhmet altında olan yerlerde bulunmayın.” buyuruyor.

–Şefkat, merhamet, rikkat sahibi olacak. Hassas bir kul olacak.

–Cenâb-ı Hakk’a daima ilticâ edecek, duâ hâlinde olacak.

–Anne-babasını velî-nîmet bilip onlara ikram edecek. “Sakın ha üf deme!” buyruluyor. Onlara قَوْلًا كَرِيمًا iltifatlı olarak konuş, buyuruyor. (el-İsrâ, 23)

–Velhâsıl ailesinin maddî-mânevî varlığına sahip çıkacak.

Yani bu, Yahya -aleyhisselâm-’ın vasıfları, demek ki Cenâb-ı Hak bildirdiğine göre Yahya -aleyhisselâm-’ı, bir mü’minin de bu şekilde olması zarûrî.

Evlâtlarımızın terbiyesi küçük yaştan itibaren başlar. Fakat günümüzde maalesef bu ihmal ediliyor. Hem onlara babalar-anneler sözlü olarak anlatacak, bir de fiilî olarak tatbîkâtı anne-babadan çocuklar bir ders alacak. Onların hâlinden hâllenecek.

Unutmamak lâzım ki, çocuklar sözleri değil, gördüklerini tatbik ederler.

Maalesef bugün de işte televizyon vs. internet… Ancak ne yapıyor; gördüklerini tatbik ediyor çocuk. Hepsinin elinde bir telefon.

Efendimiz, Yahyâ -aleyhisselâm-’ın hâlinden haberler veriyor. Yani nasıl bir tebliğ ettiğini, ibadette hiçbir zaman ortak koşmamasını, namazı, orucu, sadakası ve zikretmesi…

Gelelim şimdi Yahya -aleyhisselâm-’ın şehid edilmesine:

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın getirdiği şerîate göre, kardeş karısıyla evlenmek yasaktı. Eğer birisi böyle yaparsa onun cezâsı kısırlaştırma yapılıyordu.

Yahyâ -aleyhisselâm-’ın peygamberliği sırasında kral, kardeşinin karısı ile zinâ etti. Bunun üzerine Yahya -aleyhisselâm-, bunun ilâhî kanunlara aykırı olduğunu söyledi. Biraz sertçe izah etti, bunun ağır bir günah olduğunu. Kral tarafından zindana atıldı Yahyâ -aleyhisselâm-.

Daha sonra çıkartıldı. Kralın doğum günü şenliğine, zinâ ettiği kadın, kızıyla birlikte katıldı. Bu kız, yapmış olduğu gösterilerle kralı âdeta büyüledi ve mest etti. Kral, o gün, kız ne dilerse onu yapacağına söz verdi, nefsine mağlup. Kız da, Hazret­i Yahya’nın başını istedi. Kral çok üzülse de, verdiği söz gereği Yahya -aleyhisselâm-’ın başını keserek şehîd etti. (Luka, 3/19­20; Matta, 14/1­12)

Bu, Luka ve Matta İncil’lerinde aynen var bu da.

Rivâyete göre Yahya -aleyhisselâm- başı kesildikten sonra zâlim Herot’a:

“–Bu kız sana câiz değildir!..” diye hitâb ediyor.

Buradan da gelen tebliğ:

Mü’min hiçbir zaman bir Allah düşmanından korkmayacak. Dâimâ Allah’tan korkacak. Zaten Allah’tan korkan, Allah düşmanından korkmaz. Allah düşmanından korkan da Allah’tan korkmaz.

Ve bu şekilde şehid edildi. Yahya -aleyhisselâm-’ın mübarek bedeni, muhtelif şehirlerde. Başı, Şam’daki Umeyye Câmii’nde gömülü olduğu bildiriliyor.

Kız ise, bu da yerin dibine geçtiği bildiriliyor. Tabi çok ağır bir cürüm.

Îsâ -aleyhisselâm-’ın semâya çekilmesi de bu vakte rastlıyor. Çünkü o zaman yahudîler, peygamber öldürecek kadar azgınlaşmıştı. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb­ı Hak, yahudilerin çok peygamber öldürdüğünden bahsediyor. (Bkz. en­Nisâ, 155)

Yahya -aleyhisselâm- şehid edildiği zaman otuz küsur yaşındaydı. Allah yolunda gösterdiği fedakârlıklarla, Rabbimiz, üç tehlikeli günde Yahya’nın ilâhî rahmete nâil olduğunu bildiriyor. Bu da, hep okuyoruz, Meryem Sûresi 15. âyette:

“Doğduğu gün, öleceği gün, diri olarak kabirden kaldırılacağı gün ona selâm olsun!” âyet-i kerîmede.

Beyzâvî, tefsirinde bu âyet-i kerîmeyi şöyle açıklıyor:

“İnsanlara musallat olan şeytan, ona hayatında zarar vermesin! Kabir azâbından sâlim olsun! Hesap korkusu ve Cehennem azâbı görmesin!”

Îsâ -aleyhisselâm-, Yahya -aleyhisselâm-’ın doğumundan altı ay sonra Kudüs’te doğmuştur, altı ay aralarında fark vardır.

–İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberlerin sonuncusudur.

–“Ülü’l­azm” peygamberlerdendir.

–Lâkabı “Rûhullâh”tır.

–Otuz yaşında peygamberlik verilmiş, otuz üç yaşında diri diri bir şekilde semâya ref edilmiştir, kaldırılmıştır.

–Kendisine kitap olarak “İncîl” gönderilmiştir.

–Amel olarak da Tevrât’a tâbî idi. Fakat tabi sonra Pavlos onu kaldırdı. Pavlos, krallara gitti:

“–Bu dedi, Benî İsrâil’e aittir Tevrat. Siz dedi, yalnız dedi, İsâ’yı Rab olarak bilin, kâfî dedi. Kânunları sizler yapacaksınız dedi. Sezar’ın hakkı Sezar’adır.” dedi.

Velhâsıl bu şekilde Îsâ -aleyhisselâm-’ın olan, zaman içinde Tevrat’tan koparıldı, dünyevî bir nizam kalmadı.

Yine Efendimiz’in bildirdiğine göre kıyâmet yaklaştığında dünyaya inecek, evlenip çocukları olacak, “Hazret­i Mehdî” ile buluşacak, İslâm’ı bütün cihâna yaygın kılacak ve Medîne­i Münevvere’de vefât edecek. Yine rivâyete göre, Rasûlullah Efendimiz’in medfun olduğu Hücre­i Saâdet’in yanına defnolunacaktır.

Îsâ -aleyhisselâm-’ın annesi Hazret-i Meryem, Dâvud -aleyhisselâm-’ın neslindendir.

Annesi Hanne, babası İmrân’dır. Meryem Vâlidemiz’in annesinin, çocuğu olmuyordu. Çok sâliha bir hanımdı.

“–Yâ Rabbi dedi! Benim bir çocuğum olursa, onu Beyt­i Makdis’e hizmetçi yapacağım!” dedi.

Beyt-i Makdis’e alınırdı o zaman erkek çocukları. Büluğ çağına kadar orada kalırlardı, orada bir takvâ üzerine yaşatılırdı. İsteyen, büluğ çağından sonra ayrılır, isteyen orada Beyt-i Makdis’te devam ederdi. Meryem Vâlidemiz’in annesi de:

“–Ben dedi, onu Beyt-i Makdis’e hizmetçi yapacağım.” dedi. Öyle bir nezirde bulundu. Hâmile kaldı ondan sonra. Âyet­i kerîmede buyruluyor:

“İmrân’ın karısı şöyle demişti: «–Rabbim! Karnımdakini âzatlı bir kul olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabûl buyur. Şüphesiz (niyâzımı) hakkıyla işiten, (niyetimi) bilen Sen’sin!»” (Âl­i İmrân, 35)

Bir müddet sonra bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Adını Meryem konuldu:

“…«–Rabbim (dedi)! Ben onu kız doğurdum. (Dedi. Hâlbuki o zaman kızlar adanmıyordu.) Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu Sen’in korumanı istiyorum!» dedi.” (Âl­i İmrân, 36)

Buradan gelen intibâ:

Demek ki bir anne, daha hâmileyken karnındakinin bir emanet olduğunun telâkkîsinde olacak. Allâh’ın ona bir emanet verdiğinin idrâki içinde olacak. Sonra o evlâdı bilecek ki onu sâlih yahut sâliha olarak yetiştirecek, kendi ihtiyarlık zamanında ona belki baston olacak. Sâliha bir annenin derdi burada zikrediliyor. Doğuruyor çocuğu, sâlih ve sâliha olması…

O zamana kadar Beyt­i Makdis’e erkek çocuklar adanıyordu. Tabi çok sevaptı. Fakat Cenâb-ı Hak, Hanne’nin ilticasıyla onu da kız olarak Beyt-i Makdis’e adandı.

Tabi burada yine bir aile olarak Efendimiz -Buhârî hadîsi-:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz… Erkek, âilesinin çobanıdır, sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır, sürüsünden sorumludur.” (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

Yine âyet-i kerîmede:

“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6)

Tabi ki insan hem kendisini koruyacak, şeriatin muhtevası içinde yaşayacak, evlâdı da öyle yaşayacak, Cehennem azâbından korunacak. Burada baba erken ölür, anne erken ölür, evlât erken ölür, kader-i ilâhî. Fakat bir fâcia; kıyamette yolların ayrılması!..

Cenâb-ı Hak:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

“–Sizler Cennet’e buyrun büyük bir selâmla!”

“–Siz mücrimler! Siz bu tarafa, siz Cehennem tarafına!” (Bkz. Yâsîn, 59)

En feci ayrılık, orada olacak -Allah korusun-.

Onun için, anne-baba, evlâdını ufak yaşta, iş işten geçtikten sonra değil… Fakat maalesef bugün iş işten geçtikten sonra “eyvah” diyor, “vah vah” diyor, “keşke” diyor ama, olmuyor…

Yani İslâm, anneyi yalnız biyolojik bir yapı olarak görmez. Annenin mânevî yapısında, terbiye etme özelliği vardır. Anne, hayâ ve edep sahibi olacak ve bu şekilde bir nesil yetişecek.

اَلاُمُّ مَدْرَسَةٌ: -atasözünde buyruluyor- “Anne bir mekteptir.” Onun için anne çok mühim.

Efendimiz:

“Erkek evlâdından çok, kız evlâtlarınıza daha çok îtibar edin.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IV, 153; lbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IV, 69)

Çünkü, nesli onlar koruyacak. Nesli yetiştirme mes’ûliyeti ihmâl edilirse, âkıbet hazin olur. Evlât, yabancı yerlerin evlâdı olur. Neticede annelerin feryatları da “keşke”leri de bir fayda vermez.

Daima baktığımız zaman tarihe, peygamberler, sâlihler, kahramanlar vs. hepsinin arkasında sâliha bir anne vardır. Tabi babanın da hususiyetleri var.

Babanın hususiyetleri:

–Akıl ve tecrübe. Helâl lokma getirecek, helâlinden kazanacak, evin ihtiyacını görecek.

–Nâmus ve şerefi koruyacak baba.

Hanne, kızı Meryem’i Beyt­i Makdis’te vazifelilere teslim etti. Meryem’i kim himâyesi altına alacak? Burada kur’a çekildi. Kur’a da, Beyt­i Makdis’in imâmı ve Hanne’nin eniştesi olan Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’a çıktı.

Bunu âyet-i kerîme bildiriyor. (Bkz. Âl­i İmrân, 44)

Meryem sütten kesilince, Beyt­i Makdis’te bir oda tahsis edildi. Bu odaya yalnız Zekeriyyâ -aleyhisselâm- giriyordu. On iki yaşına kadar Meryem Vâlidemiz orada kaldı. Zekeriyyâ -aleyhisselâm- devamlı kilitli olan bu odaya her gün, kilidini açar, rızkını bırakır, çekilirdi. Fakat içerde değişik meyveler görürdü. Öyle ki yazın kış meyveleri, kışın da yaz meyveleri olurdu.

“–Meryem! Bu nereden geldi?” derdi. Meryem de:

“–Bu, Allah tarafındandır, Allah dilediğine sayısız rızık verir.” derdi. (Âl­i İmrân, 37)

Yani burada şunu da görüyoruz, takvâ yaşandığı zaman dâimâ Cenâb-ı Hak’tan ilâhî yardımlar geliyor. Bunu Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te vs. görüyoruz. Hep Allâh’ın yardımı gelmesi, az bir güçle büyük bir gücü bertaraf etmeleri.

Yalnız bunu Huneyn’de görmüyoruz. Çünkü Huneyn’de o zaman müslümanlar, dediler:

“–Biz artık çok güçlüyüz dediler. Yeni kumandanlar geldi. Biz nasıl olsa kazanırız!” dediler.

Bir an yardımı unuttular Cenâb-ı Hak’tan geldiğini, bir an allak bullak oldular. Onlar da Rasûlullah Efendimiz’in îkâzıyla yine derlenip toparlandılar.

Demek ki bir mü’min daima “ben ettim, ben yaptım, ben şöyle” demeyecek “Yâ Rabbi Sen’sin” diyecek “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyecek.

Yine muhtelif âyetler var. Bir kısmı âyetlerin:

“…İnananlar ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhîm, 11; et-Tevbe, 51)

Tedbire dikkat edeceksin, tevekkül Cenâb-ı Hakk’a olacak. Yine, diğer bir sûrede:

“…Şâyet mü’minler iseniz, sadece Allâh’a tevekkül edin!” (el-Mâide, 23)

Yine, diğer bir, Talâk Sûresi’nde:

“…Kim Allâh’a tevekkül ederse, Allah ona yeter!..” (et-Talâk, 3)

Yani biz ne kadar kul olabilirsek, Cenâb-ı Hak’tan o kadar yardım gelir.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Her rekâtta tekrarlıyoruz.

(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz, yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5)

Tabi burada “cemî” olarak geliyor, sırf ferdî değil, hem kendimizi ihyâ edeceğiz, hem de:

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74])

Toplumun selâmeti için önder olmaya gayret edeceğiz.

Yani buna tarihte; fertte, ailede, toplumda ne kadar takvâ olunursa o kadar Allâh’ın yardımı geliyor. Ömer bin Abdülaziz devri meselâ. Osmanlının ilk üç asrı. Endülüs’ün o ilk zamanları. Hep Cenâb-ı Hakk’ın yardımı, târihen sabit.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Siz Allâh(ın dinin)e yardım ederseniz (yani yaşarsanız, yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Bkz. Muhammed, 7)

Demek ki her an ayak kayabilir. Onun için kul daima bir teyakkuz hâlinde olacak. Nasıl, mayın dolu bir huduttan geçerken, baştan koyunlar geçirilir, sonradan insanlar koyunların izinden geçer ama yine çok dikkatli geçerler.

Yani demek ki şu dünya hayatında yanlış bir hâlimiz olmasın. Onun için bir teyakkuz hâlinde hayatımızı idâme ettirmemiz lâzım.

Mevlânâ Hazretleri:

“Gideceğin yerde (diyor, yani kabirde, âhirette) yalnız kalmak istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten birer kendine yardımcı al.” buyuruyor. (Dîvân-ı Kebîr, II, 692)

Yine, Es’âd Efendi Hazretleri’nin güzel bir ifadesi var:

“Kiracılar bir yerden diğer yere taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlumdur.

Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalardan kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (yani infak edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten çok hayret verici bir iştir.” diyor Es’ad Efendi Hazretleri.

Velhâsıl ibadetimizle, muâmelâtımızla, ahlâkımızla bir mü’min, yeryüzünde Allâh’ın şahidi olacak. Yani dînin temsilcisi olacak.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz geceleri daha ziyade ibadetle meşguldü. Gündüzleri ise âyetleri tebliğ etmek, tefsir etmek, örnek olabilmek, bilhassa müslümanların dertleriyle dertlenebilmek için gayret hâlindeydi. Müsterşidi irşad, yani hidâyet bekleyenleri hidâyete dâvet ediyordu.

Bizim için Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Siz, insanlığın (iyiliği için, hayrı) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Demek ki iyiliği emredeceğiz. Bir defa kendimiz takvâ sahibi olacağız. Çünkü sırf söz kâfî değil. Söz ve takvâ da lâzım ki kalpten çıkan enerji in’ikâs etsin, tesir altında bıraksın.

Bir de Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…(Verdiğimiz) nîmetlerden sorulacaksınız.” (Bkz. et-Tekâsür, 8)

En büyük nîmet, İslâm nîmeti. Onun için en büyük nîmet olan İslâm’ı yaşayarak tebliğ etmemiz lâzım.

Sahâbî bu yüksek mes’ûliyet duygusuyla dünyanın dört bir tarafına sefer etti. Giderken de yorulmadı. Tâ Çin’e giderken yorulmadı, Semerkand’a, yorulmadı, bir bezginlik gelmedi. Zira gönüllerinde Allah rızâsını kazanmak vardı. Rasûlullâh’ın kalbinde bir yer olması vardı. Allah yolundaki her hizmet, gönülleri için bitmez tükenmez bir enerji… O verdiği hazla yorulmuyordu sahâbî.

Eyyûb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında iki sefer geldi İstanbul’a.

Yani bir kişinin hidâyete ermesi, Rasûlullah Efendimiz’e çok büyük bir haz veriyordu. Tâif’te sevindi, o kadar çektiği eziyete, cefaya rağmen bir köle müslüman olması Efendimiz’i sevindirdi.

Efendimiz ziyarete gitti yahudi çocuğunu. O da müslüman oldu bu alâka karşısında. Efendimiz sevindi; “Bir kişi daha Cehennem’den kurtuldu.” buyuruyor.

Velhâsıl Efendimiz:

“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Demek ki bugün, bu yağmurun damlası olabilmek. Ki âhirzamandayız, şartlar bir câhiliye devrine döndü. Dünya bugün modern bir câhiliye devrine döndü.

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti, hayırlı ümmet vasfında bir hayat yaşayanlar için ne büyük bir nebevî müjde:

“Bir gün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le beraber oturuyorduk. Allah Rasûlü bir ara;

«–Söyleyin, îmân edenler arasında en üstün îmâna sahip olan kimlerdir?»

Ashâb-ı kirâm; önce melekler dedi, sonra peygamberler, daha sonra şehidler… Rasûlullah her defasında;

«–Evet, onlar öyledir, haklarıdır. Allah onları öyle mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Ama ben bunları sormuyorum.» dedi Efendimiz. Ben bunları sormuyorum, dedi.

Ashâb;

«–Öyleyse kimler olduğunu Siz söyleyiniz yâ Rasûlâllah!» deyince -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«–Onlar, şu an babalarında ve atalarında meknuz olan bazı kimselerdir ki; onlar gelecekler, beni görmeyecekleri hâlde bana îmân edecekler, (asr-ı saâdet ümmeti işte. Yani onlar babaları, anneleri… İslâm dîninde devam edecekler. Onlar beni görmedikleri hâlde îmân edecekler) beni tasdik edecekler ve Kur’ân okuyup muhtevâsıyla amel edecekler. (En mühim bu. Kur’ân muhtevâsını okuyup o muhtevâda amel edecekler.) En üstün îmâna sahip olan bunlardır.»” (Hâkim, IV, 96/6993; Heysemî, X, 65)

Demek ki bugünkü vazifemiz de bu olmuş oluyor. Yani bir takvâ hâlinde bir İslâm’ı yaşayabilmek.

Allah -celle celâlühû-’nun Hazret­i Meryem’e en büyük ikramları şunlar:

–O zaman Beyt­i Makdis’e erkek çocukları adanıyordu. Kız çocuğu olarak o adandı.

–Allah Teâlâ, onu bir peygamberin himâyesine verdi Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın.

–Rızkını Cennet nîmetlerinden ihsân etti. Her açışta Zekeriyyâ -aleyhisselâm- ayrı ayrı nîmetler görüyordu.

–Peygamberlere gönderdiği melek olan Cebrâîl ile görüştü.

–Onu ve evlâdı Hazret­i Îsâ’yı şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hak korudu.

–Oğlu Îsâ -aleyhisselâm- kundakta iken konuştu. Annesine yapılan iftirâlara cevap verdi.

Efendimiz buyuruyor:

“İmrân kızı Meryem, zamanında dünyada bulunan kadınların en hayırlısıdır. (Kendi ümmetinin yani asr-ı saâdet ümmetinin kadınlarının) en hayırlısı Hatice’dir.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Fedâilü’s­Sahâbe, 69)

Hazret-i Meryem Vâlidemiz’in vasfı, gece-gündüz ibadet ederdi. Takvâ sahibiydi.

Cenâb-ı Hak âyette Meryem’i bildiriyor:

“Melekler demişti: «–Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı, seni bütün dünya kadınlarına tercih etti.” (Âl­i İmrân, 42)

Arkadan ama mühim bir tâlimat geliyor:

“Ey Meryem! Rabbine ibadet et…”

Allah sana bu ikrâmı verdi, istîdâdı verdi.

“Ey Meryem! Rabbine ibadet et…”

Yani daima bir tevâzu ve hiçlik isteniyor.

“…Ve secdeye kapan! (Yani secde et ve yaklaş. Bir huzur vermesi lâzım.) Rükû edenlerle beraber sen de rükû et!»” (Âl­i İmrân, 43)

Demek ki burada namaz çok mühim. Meryem -aleyhesselâm-’ın kalp ve beden âhengiyle bir namaz kılmasını Rabbimiz istiyor.

Yine burada bir ibretli hâdise var. Meryem Vâlidemiz 15 yaşında Yusuf-i Neccar isimli birisiyle nişanlandı. Fakat Cenâb-ı Hak, evlenmeden önce ona babasız bir çocuk vereceğini müjdelemişti. Âyet­i kerîmede buyruluyor:

“Melekler demişlerdi ki: «–Ey Meryem! Allah Sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. (Yani bir çocuk müjdeliyor.) Adı Meryem oğlu Îsâ Mesîh’tir; dünyada da, âhirette de îtibarlı ve Allâh’ın kendine yakın kıldıklarındandır.»” (Âl­i İmrân, 45)

Mesîh kelimesi İbrânicede “mübarek” anlamına gelmektedir.

Yine:

(–Ey Meryem!) O sâlihlerden olacak (o gelen çocuk, İsâ -aleyhisselâm-) beşikte iken ve yetişkinlik hâlinde insanlarla konuşacak.” (Âl­i İmrân, 46)

Meryem -aleyhesselâm-:

“«–Rabbim (dedi)! Bana bir erkek eli değmeden benim bir çocuğum olabilir mi?» dedi. (Cenâb-ı Hak) buyurdu ki: «–İşte böyledir. Allah dilediğini yaratır! Bir işe hükmedince ona «Ol!» der; (yani “ك , ن” كُنْ / ol der) o da olur.»” (Âl­i İmrân, 47)

Melekler, Meryem’e hitâben Hazret­i Îsâ hakkında sözlerine şöyle devam ediyorlardı:

 “Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrât’ı ve İncîl’i öğretecek.” (Âl­i İmrân, 48)

Hem Tevrat, hem İncil.

Cenâb­ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruyor:

(Rasûlüm!) Kitap’ta Meryem’i de zikret! Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.” (Meryem, 16)

Çok geçmeden Allah Teâlâ, Meryem’e Cebrâîl’i gönderdi. Âyet­i kerîmede buyruluyor:

(Meryem) onlarla kendi arasına bir perde çekmişti (insanlarla). Derken, Biz ona Rûh’umuzu gönderdik. O da kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” (Meryem, 17)

Yani Cebrâîl geliyor, bir insan şeklinde görünüyor. Burada “Ruhu gönderdik.” Bundan maksat, Cebrâil -aleyhisselâm-’dı.

Hazret­i Meryem, karşısında genç bir delikanlı görünce, korktu. Onun Hazret­i Cibrîl olduğunu bilmediği için büyük bir endişeye kapıldı:

(Meryem) dedi ki: «–Ben (dedi, Sen’in şerrinden Allâh’a sığınırım dedi.) Sen’den, çok esirgeyici olan Allâh’a sığınırım. Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen, (ne olursun bana dokunma dedi Cebrâil’e.)»” (Bkz. Meryem, 18)

(Melek de dedi ki:) «–Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbimin gönderdiği bir elçiyim.» dedi.” (Meryem, 19)

(Meryem dedi ki:) «–Bana hiç insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım hâlde benim (için) nasıl çocuk olabilir?»” (Meryem, 20)

Bana hem erkek eli değmiyor, hem ben iffetsiz de değilim, nasıl benim çocuğum olabilir?!

(Melek dedi ki: Evet) «–Öyledir!» dedi. (Zira) Cenâb-ı Hak buyuruyor: «–Bu Bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil, kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iştir.” (Meryem, 21)

34 yerde kadın ismi geçen yalnız Meryem var Kur’ân-ı Kerîm’de başka yok. Âsiye Vâlidemiz var ama “ona bir köşk verdik” buyuruyor, ismi geçmiyor. Bir Meryem Vâlidemiz var, o da 34 yerde geçiyor. Çok yerde Îsâ -aleyhisselâm-’dan bahsedilirken, “Meryem oğlu Îsâ” deniliyor.

Demek ki burada şunu görüyoruz: “İffetini korumuş olan (Meryem)…” (el-Enbiyâ, 91)

Demek ki Cenâb-ı Hak iffet üzerinde ne kadar çok duruyor.

Demek ki burada annelere-babalara en büyük bir ders, evlâtlarımızı, bilhassa kız çocuklarımızı iffetli olarak yetiştirebilmek. Tabi bugün o çok zor. Fakat ona göre Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu var.

Tabi ondan sonra Meryem hâmile kalıyor, nasıl kaldığını da bilmiyor. Yani babasız olarak. Bunun üzerine onunla, karnındaki çocukla uzak bir yere çekildi. (Bkz. Meryem, 22)

Doğum sancıları artmaya başladı. Kurumuş bir hurma ağacının yanına geldi, ona yaslandı.

Doğum sancısı… Onun artık tâkati de yok, kimse de yok, bakın ne ağır bir imtihan!.. Etrafta da iftirâlar başlıyor: “Nereden aldın bu çocuğu, kimden aldın, ne yaptın?..” Öyle bir ağır imtihan.

“Keşke, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim, dedi.” (Meryem, 23)

Rabbimiz’in azametinin muktezâsı; Âdem annesiz ve babasız yaratıldı.

“Allah nezdinde Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona «Ol!» dedi oluverdi.” (Âl­i İmrân, 59)

“…Ona (melek) seslendi: «–Tasalanma (dedi)! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücûda getirmiştir.»” (Meryem, 24)

“Hurma dalını kendine doğru silkeledi, üzerine tâze, olgun hurma döküldü!” (Bkz. Meryem, 25)

Yani kışın taze hurma geldi. O hurmayı yiyecek suyu içecek, gıdasını ondan alacak.

Meryem, hurma dalını kendisine çekip salladığı zaman kış mevsimi olmasına rağmen, ağaç birdenbire hurma vermeye başladı. Meryem, önünden su içip taze hurmalardan yedi. Rabbimiz böylece onu tesellî ediyordu. Ona denildi ki:

“Ye, iç! Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen, de ki: «–Ben çok merhametli olan Allâh’a oruç adadım. Artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım!»” (Meryem, 26)

Çünkü gelip sataşıyorlardı.

(Meryem) nihayet (Îsâ’yı kucağına) alarak kavmine getirdi. (Kavmi) Dedi ki: «–Ey Meryem! Hakîkaten sen iğrenç bir iş yaptın!»” (Meryem, 27)

Ne kadar ağır imtihanlar!..

“…Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (Meryem, 28) dediler.

“Meryem bunun üzerine (susarak) çocuğu gösterdi.

«–Biz, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?»” (Meryem, 29) Meryem Sûresi.

Îsâ -aleyhisselâm- Cenâb­ı Hakk’ın verdiği konuşma kâbiliyeti ile dile geldi kundakta:

“–Ben, Allâh’ın (seçilmiş bir) kuluyum (dedi Îsâ -aleyhisselâm- oradaki, annesine iftirâ atanlara)! O, bana Kitâb’ı verdi ve beni peygamber yaptı!” (Meryem, 30)

“Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem, 31)

Demek ki hep peygamberlerde baktığımız zaman namaz var, infak var.

“Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.” (Meryem, 32)

“Doğduğum gün, öleceğim gün, diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâmet banadır (dedi).” (Meryem, 33)

Bu bir, Allâh’tan apaçık bir mucizeydi. Fakat bir kısım bedbahlar, hâinliklerine devam ettiler.

Fakat Îsâ -aleyhisselâm-’ın bebekken konuşması, birçok iftirâyı bastırdı. Ama kısa bir müddet sonra gâfil kavim:

“–Babasız çocuk olur mu?!” dediler. Sonra da:

“–Yapsa yapsa bu zinâyı eniştesi Zekeriyyâ yapmıştır!” dediler.

“–Sen Meryem’le zinâ ettin!” diye bühtanlarda bulundular ve üzerine hücum ettiler.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm- onların şerrinden korunmak için bir ağacın kovuğuna saklandı. Şeytan, insan kılığında geldi:

“–Zekeriyyâ burada.” dedi. Onlar da, bedbahtlar, testereyle o kütüğü ikiye bölünce parçalanıp, vefat etti.

Yani oğlu nasıl vefat ediyor, baba nasıl vefat ediyor?..

Mısır’da Hazret­i Meryem ve Hazret­i Îsâ, on iki sene kaldılar. Bu zamanda fevkalâde hâdiseler meydana geldi.

Orada bir hırsızlık oluyor ev sahibinin. Orada hepsi itham altında kalıyor. O zaman Îsâ -aleyhisselâm-, bir kötürüm var, bir de âmâ var, ancak bu ikisinin yaptığını işaret ediyor. Tedkik ediyorlar, hakîkaten bu hırsızlığı onlar yapmış. Bu şekilde Îsâ -aleyhisselâm-’ın seviyesi de yükselmiş oluyor.

Îsâ -aleyhisselâm- yine rivâyete göre, Mısır’da on iki sene kaldıktan sonra Kudüs’e dönüyor. “Nâsıra” kasabasına yerleşiyor. Hristiyanlara bu sebeple “Nasrânî” deniliyor.

Orada da bir hâdise var, bir hidâyete getirme var o kasabada. Kral, bir çamurdan kuş yap, uçsun, diyor. Ölü dirilsin diyor. Âmâ iyileşsin diyor. Hepsini yapıyor.

Saff Sûresi’nde bu aynısı, bugünkü İncil’de var:

“Hatırla ki, Meryem oğlu Îsâ: «–Ey İsrâiloğulları! Ben size Allâh’ın elçisiyim; benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı, benden sonra gelecek «Ahmed» adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim!» demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince:

«–Bu apaçık bir büyüdür!» dediler.” (es­Saff, 6)

Orada “Faraklit” olarak geçiyor.

Havârîleri/yardımcıları, bu Barnabas İncili’nde de geçiyor, aynı, orada, Barnabas İncili’nde:

“Ben gideyim de diyor, Faraklit gelsin.” diyor.

Faraklit, Ahmed mânâsı.

“Faraklit’in gelmesi diyor, benim gitmeme bağlıdır.” diyor.

Burada, diğer bir âyette de, bu da çok mühim bizim için, Saff, 14. âyet:

“Ey îman edenler! Allâh’ın yardımcıları olun! Nitekim Meryem oğlu Îsâ havârîlere: «–Allâh’a (giden yolda) benim yardımcılarım kimlerdir?» demişti. Havârîler de: «–Allah (yolunun) yardımcıları bizleriz!» demişti…” (es­Saff, 14)

Demek ki buradan bize gelen tâlimat; “Allah yolunun yardımcıları olmak”.

“…İsrâiloğulları’ndan bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti. Nihayet Biz, inananları, düşmanlarına karşı destekledik; böylece üstün geldiler.” (es­Saff, 14)

Velhâsıl burada da Allah yolunda yardımcı olmak.

Bir de semâdan inen bir sofra vardır. Kısaca, bu sofrada balık vs. yanında biraz sirke vs. Bundan hastalar yemesi için. Sonra bir kavim alay ettiler. Onlar da -Allah korusun- kötü bir âkıbete uğradı.

Sonra bu havârilerin, Îsâ’nın Nusaybin’e gitmeleri var. Ondan, yine Îsâ -aleyhisselâm-’dan gelen hâtıra olarak Habîb-i Neccar var.

Bu, Yâsin’in 2. sayfasında. Antakya tarafına iki havâri gönderdi tebliğ edici, Îsâ -aleyhisselâm-’ın en yakınlarından. Sonra üçüncüyü gönderdi. Onlar kabul etmediler. “Sen dediler, bizim gibi insansın.” dediler.

“Derken şehrin öbür ucundan (Habîb-i Neccâr isminde) bir adam koşarak geldi: «–Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz!» dedi.” (Yâsîn, 20)

İki şey söyledi:

“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun…” (Yâsîn, 21) dedi. Yani daima peygamberler ve sâlih kimseler; “Bizim ecrimiz Allâh’a ait.” diyorlar. Yani “Sizden makam, mevki, para-pul, ona ihtiyacımız yok diyorlar. Bizim ecrimiz Allâh’a aittir.” diyorlar.

Bu, gelen Habîb-i Neccar da:

«–Ey kavmim! Bu elçilere uyun!» diyor.” (Yâsîn, 20)

“Sizden herhangi bir ücret istemeyen kimselere tâbî olun…” (Yâsîn, 21) diyor. Bunlar size Allah rızâsı için geliyor. Bir dünya menfaati yok.

İkinci olarak da:

“…Bunlar, hidâyete ermiş kimselerdir.” (Yâsîn, 21) diyor.

“–Bunların hayatında bir yanlışlık, bir defo, bir ârıza görüyor musunuz?” diyor. O zaman üçüncüsü:

“–Yok.” diyor, “Bu gelen bu üç kişiye uyun!” diyor.

Demek ki burada şu var: Demek ki dîni temsil edecek kimse, “Benim ecrim Allâh’a ait.” diyecek. Makam-mevki vs. şu bu, filân… O olmayacak hayatında. Allâh’ın yeryüzünde şahidi olacak. Cenâb-ı Hak onu istiyor. “Sizler, yeryüzünde Allâh’ın şahitlerisiniz buyuruyor. Yani dîni temsil edersiniz.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143; Âl-i İmrân, 140)

İkincisi de:

Hidâyet üzere olacak. Yani dîni bütün muhtevâsında yaşayacak. Bir yer eksik kalmayacak.

Yani iki hususa dikkat edecek:

Bu elçiler, söz, davranış ve fiillerinde bir bozukluk, bir yanlışlık görüyor musunuz? Yani bunlar güzel ahlâk üzere değil mi?

İkincisi; bunlar sizlerden herhangi dünyalık makam, mevki istiyorlar mı? Kullardan bir iltifat, bir alâka bekliyorlar mı?

Bunlar diyorlar ki o karye halkı:

“–O zaman diyorlar, seni taşlarız?” diyorlar Habîb-i Neccâr’a. Habîb-i Neccâr da diyor ki:

“–Bana diyor, ne olmuş ki diyor, beni Yaratan’a ben diyor ibadet etmeyeceğim diyor. Hâlbuki diyor, hepimiz diyor, Rabbimiz’e döndürüleceğiz.” diyor. (Bkz. Yâsîn, 22)

“O’ndan başka ilâh mı edineyim (diyor)? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse, onların (putlarının) şefâati bana hiçbir fayda vermez; beni kurtarmazlar.” (Yâsîn, 23)

“İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum.” (Yâsîn, 24) diyor putperestlere tâbî olursam.

“Şüphesiz ben, Rabbinize inandım; beni dinleyin!” (Yâsîn, 25) diyor.

Onlar da:

“–O zaman seni taşlarız.” diyorlar. O da râzı oluyor taşlanmaya. Îman celâdeti. Aynı bu, Firavun’un sihirbazları gibi. Onlar da:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

dediler.

“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök, bizim canımızı müslüman olarak al.” (el-A’râf, 126) dediler.

Habîb-i Neccar da aynı şeyde. Demek ki burada Cenâb-ı Hak bir îmânı bize bildiriyor. Bir îman nasıl olacak.

Âyet-i kerîmede:

“«–Cennete gir!» denildi. (Taşlanırken. Bunun üzerine kavmine kızacağı yerde onlara acıdı ve şöyle) dedi: «–Keşke kavmim, Rabbimin bana olan bu ikrâmını bilseydi!»” (Bkz. Yâsîn, 26­27)

Ebû Mücâhid Hazretleri buyuruyor ki:

“Mahlûkâtın en ahmağı nefistir. Çünkü kendi aleyhine olan şeyleri ister.”

Bunun için, nefsin temizlenmesi zarûrî. Onun için emr-i bi’l-mârûf çok mühim bugün.

Bugün meselâ maalesef ne deniyor; İSLAM FOBİ deniyor. Diğer hiçbir şeye bir fobi denmiyor, en bâtıl şeylere bile o Hind dinlerine, Yahudiliğe, Hristiyanlığa fobi denmiyor. Çok acıklı bir şey.

Niye? İslâm, merhamet, şefkat dîni. Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildi.

Efendimiz; insanlara karşı terör, hayvanlara karşı terör, nebâta kadar terör… Efendimiz hep bunlarla mücâdele etti. Kâfir olsun mü’min olsun daima her insanın hakkına riâyeti esas aldı.

Bugünkü Hristiyanlığa gelince:

İki şeyde darbe yedi Hristiyanlık. Bir Pavlos’la yedi. Bir de Yahova şahitleriyle yedi. Bunlar, Hristiyanlığın içini boşalttılar. Dînî akâidi konsiller tayin etti. Konsiller yani insanlar tarafından dînin akâidi tahrif edildi.

İbadetler kaldırıldı. Namazı âyin, sünneti vaftiz, orucu perhize çevirdiler.

Kilise’ye para mukabilinde günah çıkarma salâhiyeti verildi. Yani bir insan, kendi gibi insanın günahını çıkartmaya başladı.

Muâmelât, ukûbat, hak hukuk vs…. Bu da “Sezar’ın hakkı Sezar’a!” denildi. Dünya hakkındaki kaideler Sezar’a bırakıldı. Din, mâbede mahsus hâle geldi. Vs. böyle oldu.

Birkaç misal veriyorum:

İznik’te 325 senesinde bir konsil toplandı. Bu, Îsâ’nın rab olduğunu kabul etti, “Îsâ rabdır” dedi. Bir de o zamana kadar çok İncil vardı birbirine tezatlı. Îsâ -aleyhisselâm-’ın 65 sene sonra doğumundan, İncil’ler yazılmaya başladı. Birbirine tezatlı İncil’ler. Dört İncil tercih edildi. Luka, Yuhanna, Markos, Matta İncilleri. Bunlar içinde de ayrı ayrı tezatlar var.

325’te, yani Îsâ rab oldu, dört İncil’e düştü. Bir rivâyet, 800 İncil diyorlar. Yani herkes kendine göre, benim kalbime doğdu diye İncil yazıyordu.

Kadıköy’de bir konsil toplandı. O da Kutsal Rûh’un tanrı olduğunu kabûl etti.

Bu şekilde üç tane tanrı oldu. Bir Allah, bir de oradan Îsâ O’nun oğlu, o da rab oldu, Rûhu’l-Kudüs…

431’de Efes’te bir konsil toplandı, bu, İzmir tarafında. “Meryem tanrı annesidir. Meryem de tanrı mıdır, değil midir?” bunun tartışması oldu.

Velhâsıl akâid böyleydi.

Bugünkü İncillere baktığımız zaman, Îsâ güya insanlığın affı için… İnsanlığın affı da şuradan geliyor güya:

Havvâ Vâlidemiz -güya- Âdem’i kandırdı, yasak meyveye yaklaştı. Ondan doğan insanlar hep günahkârdır. Hâlbuki İslâm:

“Kimse kimsenin günahını çekmez.” (Bkz. en-Necm, 38; ez-Zümer, 7; Fâtır, 18; el-En‘âm, 164) Herkesin günahı kendine.

Bunun için, Âdem -aleyhisselâm-’dan beri bütün doğan insanlar günahkârdır, Cehennemliktir. Ancak bu vaftize batırınca, günahtan kurtuluyor. Îsâ da, bu insanları affetmesi için çarmıha doğru gitti, râzı oldu.

Matta İncili’nde diyor ki:

“–Allâh’ım, Allâh’ım, beni Sen niçin terk ettin?!” diyor. Hem bir âciz bir insan gibi, Cenâb-ı Hakk’ı suçlu görüyor;

“–Niçin beni terk ettin?!” diyor.

Burada günahlar ibadet hâline geliyor. Bu, Îsâ -aleyhisselâm-’ın son yediği yemeğe izâfe ediyorlar. Güya, Îsâ -aleyhisselâm- ekmeği kırıyor, üzerine şarap döküyor;

“–Bu benim diyor, bedenimdir diyor, şarap ise benim kanımdır.” diyor.

Bir “ümmü’l-habâis”, bütün cinâyetlerin başı, kavgaların başı içki, Îsâ -aleyhisselâm-’ın kanı oluyor.

Velhâsıl bugünkü Hristiyanlık bu. Yani akâid insanlar tarafından, muâmelât böyle Sezar’a ait, içi boş tamamen.

Onun için İslâm fobi deniyor. Niye İslâm fobi diyorlar?

İslâm, nefsânî arzuları… Dünyaya bir imtihan için geldiğimiz için, bir imtihan dünyasındayız, nefsâniyete âit olan şeyleri İslâm reddediyor.

Onun için tezkiye şart. Tezkiye olacak; kibirdi, şirkti, merhametsizlikti, iffetsizlikti… Bütün o kötü işlerden kalp korunacak. Onun için de kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının mazharı olacak. Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Dîn, zâhiriyle ve bâtınıyla beraber yaşanacak. Huşû içinde yaşanacak, Cenâb-ı Hak’la dost olunacak.

Velhâsıl günümüz bu şekilde maalesef, İslâm fobi diyorlar. Hâlbuki İslâm rahmettir. Nasıl İslâm bir korku olabilir?

Bize düşen ne? Bize düşen, Cenâb-ı Hakk’a şükretmek. Bu da çok zor tabi. Tabi Cenâb-ı Hak bizi insan ve müslüman olarak yarattı -elhamdülillâh-. Yahut da hidâyete eren insanlar var içimizde. Bu tamamen Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. En büyük Peygamber’e ümmet kıldı. Bu da çok büyük bir nîmet. Bunlar hepsi meccânen, bir bedel ödemedik. Fakat Cenâb-ı Hak dünyada bu bedeli istiyor.

Hayat, bütün, şerîatin muhtevâsı içinde geçecek. Kul, kalb-i selîme erecek.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Cenâb-ı Hak’la dost olacak.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyecekler.” (Yûnus, 62) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Ve Cennet’te ebedî olarak Cenâb-ı Hak’la dost olan kul taltif edilecek.

Efendimiz, ümmetine çok düşkün, çok seviyor:

“Aman (diyor, günah işleyerek diyor), beni diyor, kıyamet günü diyor, mahcup etmeyin.” buyuruyor Vedâ Hutbesi’nde. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Yine Efendimiz, o kadar ümmetinin derdinde ki, o Vedâ Hutbesi’nde, sonunda:

“–Tebliğ ettim mi diyor, duymayan var mı?”

“–Tebliğ ettin yâ Rasûlâllah!” diyorlar. Tekrar:

“–Tebliğ ettim mi?” diyor, üç sefer tekrarlıyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84)

Yani peygamberler bile o kıyâmetin bir endişesi içinde… Çünkü Cenâb-ı Hak:

“Peygamber gönderdiğimiz toplumları da, gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6)

Tabi buna mukâbil de bizler de aynı durumdayız. Hem kendimiz takvâ üzere bir hayat yaşayacağız, hem de devrin akışından kendimizi mes’ûl göreceğiz.

Onun için emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunmak. Hem kavlî olarak hem de fiilî olarak, yani toplumun akışından kendimizi mes’ûl görebilmek.

En mühim:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraber.” olacak. (Buhârî, Edeb, 96) Biz, Efendimiz’den 1400 küsur sene sonra dünyaya geldik. Fakat Efendimiz:

“Ben kardeşlerimi özledim.” buyuruyor. İnşâallah Cenâb-ı Hak İslâm’ı yaşamak ve İslâm’ı yaşatmak…

Cenâb-ı Hak cümlemize -inşâallah- nasîb eylesin. Rasûlullah Efendimiz’i anlamayı cümlemize Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

O çok büyük bir nîmet. Zaten Rasûlullâh’ı anlayan, Allâh’ın velî kulu olur. Anlayan, Efendimiz’in izinde gider. Anlayan, O’na meftun olur, ashâb-ı kirâmın olduğu gibi. O kadar ashâb-ı kirâm meftun oldu ki:

“–Yâ Rasûlâllah emret diyordu, canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun!” diyordu.

Cenâb-ı Hak cümlemize o fedakârlığı nasîb eylesin -inşâallah-. Rasûlullah Efendimiz’e dost olmayı, Cenâb-ı Hakk’a dost olmayı nasîb eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..