Mü’minin Şerefi Geceleri Değerlendirmesindedir

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

MÜ’MİNİN ŞEREFİ, GECELERİ DEĞERLENDİRMESİ, MÜ’MİNİN İZZETİ, İNSANLARDAN BİR ŞEY BEKLEMEMESİNDEDİR.

Yine Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede, Enfâl Sûresi’nde; yine bizim kalbî durumumuz nasıl? Benim Allâh’a olan yakınlığım ne kadar? Cenâb-ı Hak bir ölçü veriyor oraya da:

“…Allah anıldığı zaman yürekleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor; “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ”

Bize acıklı bir havâdis geldiği zaman kalbimiz ne şekilde oluyor?

Sevinçli bir havâdis geldiği zaman kalbimiz nasıl oluyor?

Burada, onun ötesinde “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ”; “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)  buyuruyor.

Ondan sonra:

“…Allâh’ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman da îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.

İşte sahâbe bu durumdaydı:

“Bir âyet indiği zaman zannederdik ki gökten bir sofra indi. Allâh’ın murâdı nedir derdik, birbirimizle tartışırdık. Müzâkere ederdik.

Akşamleyin evimize gittiğimiz zaman hanımlarımız da bizlere:

«–Bugün ne geldi, ne getirdin, ne götürdün değil, ne, çarşıda ne var ne yok değil, Şam’dan ne kervan geldi-gitti değil; bugün hangi âyet indi? Cenâb-ı Hak nasıl bize, Allah rızâsını biz nasıl tahsil edelim?..»”

Sabahları beyleri de çıkarken, babaları çıkarken:

“–Aman bize şüpheli bir lokma getirme. Biz dünyada her şeye katlanırız ama Cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi.

Üçüncü vasfı:

يَتَوَكَّلُونَ: “…Yalnız Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ederler.” (el-Enfâl, 2)

Bir imtihan dünyasında şartlar devamlı değişiyor. Daima hayatta sürprizler var. Karşılaştığımız sürprizler karşısındayız.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (Gaybı Allahʼtan başkası bilemez).

Ötesini bilemiyoruz sürprizin. Acaba hayır mıdır şer midir? Cenâb-ı Hak orada da “يَتَوَكَّلُونَ” buyuruyor. “…Onlar, tevekkül ederler. Rab’lerine dayanırlar.” (el-Enfâl, 2)

Çünkü Cenâb-ı Hak gaybı kulundan gizlemiş. Müstakbeli bilemiyoruz. Bir an sonrasını bilemiyoruz. Demek ki Cenâb-ı Hak; istinad, dayanak, sığınak, kendisini istiyor.

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ buyuruyor. “Cenâb-ı Hakk’a koşun!..” diyor. “Cenâb-ı Hakk’a firar edin!..” (ez-Zâriyât, 50) Cenâb-ı Hakk’a sığının buyuruyor.

Ondan sonra gelen dördüncü madde de:

“Namazlarını ikāme ederler…” (el-Enfâl, 3)

Yani geometrik bir namaz değil. Kalp ve beden âhengi içinde bir namaz kılarlar. Tâdil-i erkânla kılarlar. Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Secdeleri ayrı bir güzellik, bir nûrâniyet verir.

Yine Efendimiz’in yanında bulunanlar için Fetih Sûresi’nin sonunda:

“…Sen onları rükû ederken, secde ederken görürsün (buyuruyor). Onların alınlarında «مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ» secde alâmetleri vardır…” el-Fetih, 29 buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bizden böyle bir mâneviyatla dolu bir yürek istiyor.

Beşinci olarak da:

“…Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda harcayan kimselerdir.” (el-Enfâl, 3)

Bu da bir dostluğun ifadesi oluyor.

Akabe biatları oldu. Yani Medîneli Müslümanlar geldiler. Bu, şeytan taşlamanın oradaki o yokuşta -Mekke’nin içine giremiyorlardı, terör vardı- orada Efendimiz’le buluştular.

Efendimiz onlara, Cenâb-ı Hakk’a biat etmeyi, Allah Rasûlü’ne biat etmeyi bildirdi, Müslümanlığın ilk şartı olarak.

Abdullah bin Revâha dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah dedi, -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Biz dedi, Allâh’a biat ediyoruz, Sana biat ediyoruz dedi. Bunun karşılığı ne var?” dedi.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Cennet var.” buyurdu.

Abdullah bin Revâha Hazretleri dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz bu alışverişten vazgeçmeyiz dediler. Ne güzel alışveriş yaptık Sen’inle dediler. Biz Allâh’a biat ettik, Sana biat ettik.” (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Bunun üzerine hocamızın okuduğu bu âyet-i kerîme indi: “Canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” (Bkz. et-Tevbe, 111)

Demek ki bu dünya da bir, bu dünya bir pazar yeri, bir imtihan yeri, kabri satın alma yeri, kıyâmeti satın alma yeri, âhireti satın alma yeri, Cennet’i satın alma yeri.

Bu hususta Cenâb-ı Hak ne istiyor: Candan fedakârlık istiyor, maldan fedakârlık istiyor. Tabi bunun meyânında her şeyden fedakârlık. Cenâb-ı Hak ne verdiyse, ne ihsân ettiyse, Cenâb-ı Hakk’a, Cenâb-ı Hak yolunda onu bezledebilmek, cömertçe sarf edebilmek.

Yine Cenâb-ı Hak:

“Onlar ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerindeyken (her vakit) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Yani Cenâb-ı Hak’la beraber olurlar.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Bir misal olarak: Şuraya bir mercek koysak Güneş’in altına, mercek bütün Güneş huzmelerini toplar. Altına çer çöp, kağıtlar koyalım, hepsini yakar kül eder. Kalp de o hâle gelecek.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Hayatın bütün zikzakları, sürprizleri, vesâireleri, olumsuz hâlleri, Cenâb-ı Hakk’a yakınlık karşısında yok olacak.

Çünkü biz, ebedî hayat için geldik, dünya için gelmedik. Diğer mahlûkat, hayvanat, dünya için geldi, bizim için geldi onlar. Bize Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatlarının tecellîsi.

Fakat Cenâb-ı Hak, insi ve cinni

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye) Allâh’a kulluk için halketti. Demek ki Cenâb-ı Hak, öyle bir hâlimizi istiyor ki, her hâlimizde Cenâb-ı Hak’la beraber olacağız.

Bunun alâmeti nedir?

Yine âyet-i kerîmenin devamında. Şimdi, Efendimiz, bir, “insan”da tecellî eden mûcize. En alt kademeden en üst kademeye kadar misal.

Kur’ân-ı Kerîm, lâfızda bir, ilâhî bir mûcize. Bir benzeri yok, kıyâmete kadar bir mûcize.

Şu kâinat da ayrı bir mûcize. Bu da fiildeki bir kitap.

İşte Cenâb-ı Hak:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ buyuruyor. İlk âyetinde:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Bu ne demek; yaratan Rabbinin adıyla oku?

Kalp, Cenâb-ı Hak’la dost olacak, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.

Şu erik ağacı nasıl o eriği veriyor? Kime veriyor? Şu erik ağacı, eriği verirken içinde ne vitamin var, kimler yiyeceğini biliyor mu?

Bir tavuk, yumurtayı yaparken içinde ne kadar protein var, ne kadar enerji var, biliyor mu?

İnsan, doğuracağı çocuğu, ne olduğunu, nasıl şeklini, biçimini, kaderini biliyor mu?

Şu kâinattaki ekolojik denge…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak, gözünün gördüğü her yerde, gözünün gördüğü her şeyde, kalp tefekküre girecek; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Şu kâinat, ilâhî bir azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar vitrini. Kalp eğer tekâmül ederse, ilâhî azamet vitrinlerini seyreder. Kalp eğer hantal kalırsa, nefsânî vitrinleri seyreder.

Her şey de ilâhî azamet vitrini. Sâdî-i Şîrâzî diyor ki Şeyh Sâdî:

“Ağaçlardaki tek bir yaprak bile mârifetullâh’a, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya bir dîvandır. Fakat -af edersiniz- ahmaklar için de bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

Yine diğer bir mütefekkir:

“Âkiller için bu âlem, yani kalbi olanlar için bu âlem, bir seyr-i bedâyî, ilâhî azameti seyretme, ilâhî kudret akışlarını seyretme, ondan hisselenme, duygulanma, seviye kazanma; ahmaklar için de yemekle şehvet.”

Velhâsıl biz, âhiret için geldik dünyaya. Dünya için gelmedik.

Onun için Cenâb-ı Hak:

“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler, (semâya bakınca) derinden derine bir tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Güneş ve Ay, iki tane takvim dönüyor. Hiç takdim, te’hir yok. Trilyonlarca yıldızlar. Mesafeleri hayalden öteye. Hepsi bir, Cenâb-ı Hakk’ın bir kaderi içinde devam ediyor: Beyaz delikten doğuyor, bir misket gibi çıkıyor tonlarca ağırlığında, devrini tamamlıyor, kara delikten yıldız mezarlığına giriyor. Her şeyde fânîlik… Hiçbir trafik kazası yok.

Atmosferin oksijeninde azotunda bir değişiklik yok. Değişse ne olur?!

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

“…Göklerin ve yerin yaratılışında (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Nedir bu? Kalbin kıvamını gösteriyor. Yediğimiz her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı düşünebilme.

Kime, kim ikram ediyor? Bir buket getirene, bir çiçek getirene bir teşekkür ediyoruz. Peki bu buketi, o çiçeği var eden kim? Ona nasıl teşekkür edeceğiz?

Cenâb-ı Hak:

“Yerin ve göklerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbih ederiz, bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Velhâsıl hayat, beşik ile tabut arasında med-cezirlerle dolu bir akış. Onun için kalp uyanacak. Mezarda uyanmadan dünyada uyanacak. Eğer mezarda uyanacağız hepimiz ama, onun bir faydası yok. Herkes uyanacak, kâfir de uyanacak mezarda, fakat her şey bitmiş olacak.

Onun için buyruluyor:

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

(“Ölmeden evvel ölünüz.”) Ölmeden evvel, bu nefsânî arzulardan vazgeçin.

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)

Hayatınız, nasıl olsa ilâhî bir ekranlar gelecek önümüze, bize kendi hayatımız seyrettirilecek; kendimizi bir hesaba çekebilmek. Zaten ilâhî bir hesaba gireceğiz.

Velhâsıl dünya ve âhiret hayatının saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki, ölüm bilmecesini çözmekle gelir. Onun için burada en rahat bizim için öğüt de, önünden geçtiğimiz kabir, mezar taşları.

Cenâb-ı Hak:

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

(“Her canlı ölümü tadacaktır.” [Âl-i İmrân, 185]) buyuruyor.

Efendimiz şöyle buyurdu -tabi kendi şahsında bize olan bir tebliğ-:

“Cebrâil bana geldi ve şöyle dedi (buyuruyor):

Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin.

İstediğini sev, mutlakâ ayrılacaksın.

İstediğin şeyle amel et (gerek hayır ve gerek şer), ancak onun karşılığını elde bulacaksın.

Bil ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (yani ihyâsında), izzetiyse insanlardan müstağnî olmasında (devamlı «Yâ Rabbi!» demesinde, Cenâb-ı Hakk’a sığınmasında).” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Geceleri kâim olmasında: Cenâb-ı Hak yine gecelere bizi davet ediyor. Birinci şart; Kitap ve Sünnet üzere hayatımız olacak. Âile hayatımız, ticârî hayatımız, sadakamız, infâkımız vs. Gecelerde takviye görecek bu. Seherlerde, gecenin üçte ikisinden sonra.

Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfâr ederler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor. Seherlerde istiğfara davet ediyor.

Cenâb-ı Hak:

“…(Verdiğimiz) nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

“…Şükreden kullarım azdır.” (es-Sebe’, 13) buyuruyor.

En büyük nîmet, müslüman olmamız. Bir budistlerin arasında dünyaya gelebilirdik. Ne büyük bir nîmet!

Verdiği nîmetler Rabbimiz’in. En büyük Peygamber’e ümmet olduk.

Elhamdülillah, müslüman bir beldenin içindeyiz.

Bir Sûriye’de bulunabilirdik bugün. Bir Burma’da bulunabilirdik bugün.

Yine Cenâb-ı Hak:

سَاجِدًا وَقَائِمًا buyuruyor. “…(Geceleri) secde ve kıyam hâlinde olurlar…” (ez-Zümer, 9)

سُجَّدًا وَقِيَامًا buyuruyor. “İbâdurrahman (Allâh’ın o rahmetinin tecellî ettiği kullar), geceleri secde ve kıyam hâlinde olurlar.” (Bkz. el-Furkān, 64)

Cenâb-ı Hak kuluyla beraberlik istiyor; “مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ” buyuruyor. “…Şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) buyuruyor. Biz ne kadar yakınız?

Efendimiz’i seviyorsak, Efendimiz:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyuruyor.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Âile hayatımız ne kadar benziyor?

Yavrularımızı yetiştirmemiz ne kadar benziyor?

Ticârî hayatımız ne kadar benziyor?

Beşerî münasebetlerimiz ne kadar benziyor?

Merhametimiz, şefkatimiz, fedakârlığımız, ihlâsımız ne kadar benziyor?

Ne kadar O’nunla beraber olmak istiyoruz kıyâmet günü?..