21 Aralık 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

21 Aralık 2020 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin rûh-i şeriflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, ümmet-i Muhammed’in hastalarına şifâ, dertlerine devâ, borçlarına edâ, nâ-murâd olanların ber-murâd, nâ-şâd olanların karîben handân u şâdân eylemesi niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahman ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Rasûlullah Efendimiz’e de “raûf ve rahîm” buyuruyor. “Âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak mü’minlerin de bir “rahmet insanı” olmasını istiyor. Bu rahmet insanı olabilmek, ömrün bütün muhtevâsında takvâ, zühd, ihsan hâlinde yaşayabilmek. Bu şekilde bir rahmet insanı olabilmek.

Bugün de -inşâallah- rahmetin mala yansıması, karakter ve şahsiyete yansıması. Tebliğe, emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münkere yansıması, zamana yansıması, seher vaktine yansıması, âile hayatı üzerine yansıması… İdrâkimiz kadar anlatmaya gayret edeceğiz -inşâallah- Rabbimiz’in lûtfuyla.

Bütün bunlardan maksadımız; ashâb-ı kirâmı en çok sevindiren;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadîs-i şerîfiydi. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Ve bu rahmet yansımasıyla Rasûlullah Efendimiz’e bir yakınlığımız. Yani bir gölgenin sahibine yakınlığı gibi.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Cenâb-ı Hak -inşâallah- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanımayı cümlemize nasîb eyler -inşâallah-.

Yani biz bu dünyada Efendimiz’le beraberlik ufkunda yaşarsak, ona göre hayatımızı tanzim edersek, âhirette O’nunla beraber oluruz -inşâallah-.

Rahmetin mala yansıması:

Malum mal vs. bir imtihan. Yani Cenâb-ı Hak malla imtihan ediyor, canla imtihan ediyor, evlâtla imtihan ediyor… Mal da bir imtihan vasıtası.

İslâm’da mülk Allâh’a ait. Fert bilecek ki bu mülk, Cenâb-ı Hakk’ın bana emanet olarak verdiği bir mülk. Helâlinden kazanmak, paylaşmak ve infak etmek…

Yani insan, bir mü’min, bir veznedar olduğunun idrâki içinde olacak. Hiçbir zaman bir veznedar, “mal benimdir” demez. Çalıştığı yerde memurdur. Kişiye ihsân edilen mal, kendisine âhiret saâdetini kazandırmak içindir. Yani maldan imtihan.

Cenâb-ı Hak bir gafleti îzah ediyor; Fecir Sûresi’nin 15. âyeti:

“İnsan var ya (buyuruyor Cenâb-ı Hak.) Rabbi kendisine (mal verip) imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde «Rabbim bana ikram etti» der.”

Yani gafletinden; “Allah bu malı bana niye verdi? Ona vermedi, bana niye verdi?” Bunun idrâkinde olmaz gâfil insan. Hâlbuki mal, çetin bir imtihandır. Daima insan düşünecek:

“Bana niye verdi? Benim vazifem nedir?” Bunun idrâki içinde olacak. Çalışacak, kazanacak, infâk edecek. Kendisi riyâzat hâlinde yaşayacak. İsraf etmeyecek, pintilik olmayacak, Allah yolunda infak edecek.

Yine onun altındaki 16. âyette:

“Onu imtihan edip de rızkını daralttığında; «Rabbim beni önemsemedi!» der (üzülür).”

Hâlbuki burada da belki o kişi için bu hayırdır. Kârun gibi, Bel’am bin Bâûrâ gibi, diğer emsaller gibi, belki onu fazla mal, yoldan çıkaracaktı.

Onun için Allah’tan râzı olabilmek, her şeyde râzı olabilmek. Hayatın her safhasında Cenâb-ı Hak’tan râzı olmak. Kul, Allah’tan razı olursa, Allah da kulundan râzı oluyor; “Sâlih kullarıma katıl ve Cennet’ime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyuruyor.

Zenginlik, kibre ve insanları horlamaya vasıta olmayacak. Duâ almaya vesîle olacak. Hak rızâsını tahsil etmiş olacak. Böyle bir huzur hâli olacak.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ganimetler gelirdi, beşte bir. En büyük Efendimiz’in lezzeti-zevki; onları ihtiyaçlıya dağıtabilmek.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Dağıtırken diyor, sevinirdi diyor. Dağıtırken, açlığını unuturdu diyor. Büyük bir haz duyardı diyor. O maddî açlığını bertaraf ederdi…

İşte bir rahmet insanı olabilmek, bu hâlden bir hisse alabilmek… Yani veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olacak. Zira o alan kimse olmasaydı, veren kimsenin mes’ûliyeti ve mükellefiyetinden kendisini ne şekilde kurtarabilecekti?

Tabi bu zamanımızda maalesef ihtiras arttığı bir zamandayız, tabi bu bir de malın kazancına bağlı olan bir keyfiyet.

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri var Hak dostlarından. O buyuruyor ki:

“İnfâk eden, veren kimse diyor, aslında alan kimseye bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü veren, alan kimse vesîlesi ile dünya ve âhiret saâdetini kazanıyor.”

O vesîle ile birçok iptilâlardan, musibetlerden, kazalardan, belâlardan, sıkıntılardan kurtuluyor. Hepsinden daha mühimi, Allah rızâsını kazanıyor veren.

Onun için, alana bir teşekkür edâsı olacak, bir tevâzu hâlinde.

Biz, büyüklerden onu görürdük. Meselâ bir yere, bir zarfın içine koyarlardı; “Muhterem Mehmed Efendi; kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazarlardı üzerine.

Cenâb-ı Hak bize misal olarak, bulunduğumuz toplumla değil de, asr-ı saâdetle kendimizi tâdâd etmemizi arzu ediyor. Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde:

(İslâm’a) ilk (giren) Muhâcirler…” Bütün hayatları bir cefâ içindeydi. Yani îmanlarını muhafaza etmek için her türlü zulme katlanıyorlardı. Cenâb-ı Hak ilk başta onları takdir ediyor:

(İslâm’a) ilk (giren) Muhâcirler (Mekkeliler, ondan sonra) Ensâr, onlara tâbî olan ihsan sahipleri…”

Yani daima hâlimizi, bulunduğumuz toplumla değil de asr-ı saâdet ile kendimizi kıyas etmemizi Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Ve Allâh’ın o şekilde bizden râzı olacağını bildiriyor.

Rahmetin yansıdığı mal, sâlih sahibini başının üstünde taşır. Çünkü o malı, gönlüne doldurmamıştır.

Cenâb-ı Hak yine, 18. âyet Tevbe Sûresi’nin:

“Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îman eden, namazını dosdoğru kılan (huşû ile kılan), zekâtını veren, Allah’tan başkasından korkmayan kimseler îmâr eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.”

Yani Allah’tan korkunca, fânîlerden korkma azalır, biter. Fânîlerden korkuyorsa, Allah’tan korkma azalır.

Tabi burada helâl kazanç çok mühim. Yani irâde maldadır, malın sahibinde değildir. Malın kazancına göre mal, o tarafa doğru sarf olur, gider. Yani bir kimse kendi malının helâl mi, haram mı, mekruh mu, ne kadar durumu, seviyesini görmek isterse, sarf ettiği yere bakmalı.

Bir misal:

Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî… Ticaretle meşgul olan varlıklı talebelerinden biri geliyor:

“–Üstad diyor, benim zekâtım şu kadar diyor, bunu ne yapayım?” diyor.

O zât da diyor ki Ebû Abbas Nihâvendî:

“–Gönlün kime karar veriyorsa, kimle mutmain oluyorsa, git ona ver bu zekâtını.” diyor.

Talebe, üstâdının yanından ayrılır. Dilenmekte olan bir âmâ görür yolun kenarında. Gönlü ona ısınır.

“Bu, muhtaç der, gözleri görmüyor.” der. Zekâtı olan bir kese altını çıkartıp verir âmâya. Keseyi alır âmâ, şöyle bir yoklar keseyi ve sevinmeye başlar.

Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken görür. Onlardan şu cümleleri duyar. Der ki:

“–Dün der, bir beyzâde der, tam bir kese altın verdi bana. Ben de meyhâneye gidip felekten bir gün çaldım…” der.

Çok üzülür. Hemen Ebû Abbas Nihâvendî Hazretleri’ne koşar. Hâdiseyi tam olarak ona anlatır. O da der ki:

“–Oğlum, (bir akçe verir) bu da benim zekâtım. Bunu da ilk gördüğün kimseye ver.” der.

O da alır bir dirhemi, genç bir delikanlı görür. Düşünür:

“Buna verilmez ama der, güçlü kuvvetli, ben âmâya verdim böyle oldu. Fakat üstad böyle der, bunu ilk gördüğüm bu delikanlıya vereyim.” der.

Delikanlıya verir. Delikanlı alır onu. İçinde bir keklik ölüsü vardır, onu alır, çöplüğe atar, devam eder.

Der ki veren:

“–Kardeş, bana bir muammâ oldu bu. Benden aldınız, koynunuzda bir keklik vardı, kekliği attınız…”

“–Ben yedi gündür iş bulamadım der, işsizdim der. Ancak çocuklarım da açtı der. Bir ölü keklik buldum. Bunu kaynatacağım, eğer bir helâl bir şey gelirse bunu atarım, o helâl gıdâyı veririm. İşte bu senin verdiğin bu bir akçeyle ben, maîşetimi alacağım. Çocuklarıma helâl yedireceğim ve sevindireceğim…”

Yani kişinin irâdesi yoktur malı üzerinde. Kazandığı yere doğru gider.

“–Bak oğlum der, malını kazanmakta dikkat et, der. Bak demek ki birçok malının kazancına yanlışlar girmiş ki, verdiğin para hebâ oldu.” der.

Yine helâl gıdâ ile sâlih ameller arasında çok sıkı bir irtibat vardır. Duânın kabulünde de helâl gıdânın ehemmiyeti vardır.

Efendimiz buyurur:

“Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah, pâk ve her şeyden münezzehtir (tayyibdir Cenâb-ı Hak). Bu itibarla tıyb (helâl) ve temiz olanlardan başkasını kabul etmez. Allah Teâlâ, peygamberlere emrettiği şeyleri mü’minlere de emretmiştir…” (Müslim, Zekât, 65)

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

«Ey peygamberler! Helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı pekâlâ bilirim.» (el-Mü’minûn, 51)

Bu o kadar hassas bir iş ki!.. Meselâ sokakta satılan, birçok fakirin-garibin gözü takılan mallar bile zarar verir. Yani vitrine edilmiş dönerler vs. şu bu… Eskiden lokantalarda bir perde vardı. Onu garip kimse görmezdi. Bugün maalesef hepsi alenî.

Efendimiz buyuruyor:

“Komşunuza eziyet etmeyin (diyor) yemek kokusuyla.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123)

Görüyoruz bugün balkonlarda hep ızgaralar var. Bu ne oluyor? Yiyene de şifâ olmuyor.

Yine Efendimiz buyuruyor ki:

“Birisi: «Yâ Rabbi, Yâ Rabbi!» diye duâ eder (diyor). Bu adamın (diyor) yediği haram, içtiği haram, giydiği haram iken, haramla beslenmişken, duâsı nasıl kabul olur?!” buyuruyor Efendimiz. (Müslim, Zekât, 65)

Yine bu, mânevî derste de çok mühim. İbrahim Desûkî Hazretleri:

“Ey kardeşlerim diyor, haram yediğiniz sürece, (kalpte) hikmet, mârifet (tuluat, sünuhat, ondan) bir şey elde edeceğinizi zannetmeyin.” buyuruyor.

Yine, Ebû Bekir Efendimiz’e bir yemek geliyor. Sonra getiren diyor ki;

“–Hiç sormadınız diyor, nereden geldi diye.”

“–Çok acıkmıştım, ondan soramadım, her zaman sorardım.” diyor.

Menfîlik olduğunu söylüyor.

Parmağını sokuyor, dışarı çıkartıyor.

“–Çok zahmet çektiniz.” diyor.

“–Yok diyor, eğer diyor, öleceğimi bilsem, o lokmayı midemde tutmazdım.” diyor.

Velhâsıl büyüklerde hep bu.

Yine Efendimiz buyuruyor, Buhârî hadîsi:

“Haramla beslenen vücudun müstahak olduğu yer, Cehennem’dir!” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)

Yani kazancımızda bir kul hakkı olmayacak, ona dikkat edeceğiz. Kiraya verdiğimiz dükkânlar vs. Allâh’ın istemediği işle iştigal etmeyecek.

Yine buna benzer bir şey:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a bir bardak süt ikram edildi. Halife sütü içti. Sütü veren kişiye;

“–Bu süt neredendir, nereden aldın?” dedi.

O da dedi ki:

“–Filân yerde su başına uğramıştım. O sırada çobanlar sulamak için zekât develerini getirmişlerdi. Bana bu zekât devesinden bir kap süt verdiler. Ben de size onu getirdim.” dedi.

Tabi zekât, ehline verilir. Ehli olmayan zekâtı alırsa, tehlike!

Bu sözü duyar duymaz, Hazret-i Ömer, hemen parmağını boğazına sokarak içtiği sütü dışarı çıkarttı. (Bkz. Muvatta’, Zekât, 31)

Efendimiz buyuruyor; babanın çocuğuna vereceği şeylerden biri de, helâl bir rızık yedirmesi ona. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VI, 401; Ali el-Müttakî, XVI, 443)

En helâl rızık, kendi emeğiyle kazandığı rızıktır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük’ten dönerlerken, Sa‘d el-Ensârî -radıyallâhu anh- kendisini karşıladı. Rasûlullah Efendimiz’le musâfaha etti.

“–Elin neden böyle?” dedi. Elinde filân nasırlar vardı. Dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Bunlar kürek ve çapa izidir. Bunlarla çalışıp âilemin nafakasını kazanıyorum.”

Onun bu hâline ziyâdesiyle memnun olan Rasûlullah Efendimiz:

“–Bunlar ateşin temas etmeyeceği ellerdir.” buyuruyor. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 424-425; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 86)

“–Bunlar, (yine) Allâh’ın sevdiği ellerdir.” buyuruyor. (Bkz. Serahsî, Mebsût, VII, 62)

Burası da çok mühim:

Hızır -aleyhisselâm-’ı, meşhur Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri davet etti. Hızır -aleyhisselâm-, Gucdüvânî Hazretleri’nin ikram ettiği yemekleri yemedi. Sofradan kendisini geriye çekti. Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri hayretle:

“–Bunlar helâl lokmadır dedi; niçin yemiyorsunuz?” dedi, üzüldü.

Hızır -aleyhisselâm- şu cevâbı verdi:

“–Evet dedi, lokmalar helâldir dedi; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiş.” dedi.

Yani yenilen yemeğin helâl olup-olmamasının da ötesinde, hangi hâlet-i rûhiye içinde pişirildiğinin dahî bir ehemmiyeti var. Zira insanın hâl, hareket, muâmelât ve ibadetlerinin rûhâniyetine tesir eder.

Tasavvuf erbâbının güzel bir ifadesi var:

“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin!”

Helâl lokma yiyin, ağzınızdan da rûhânî cümleler çıksın.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin çok nasihatleri var bu hususta. Yani bir helâl gıdanın getirdiği, haram lokmanın yahut şüpheli lokmanın getirdiği zâyiâtı vs… Meselâ buyuruyor:

“Lokma vardır, seni her iki dünyanın zâhidi yapar, (hem dünyana huzur verir, hem âhiretini kazanırsın) gönlünü dünya ve âhiretin Hâlık’ına yönlendirir.

(İbadete şevk verir. Yani ehlûllah, ibadet için güç kazanayım diye yerlerdi.)

Haram yemek, seni dünya ile meşgul eder, mâsıyetleri sana sevimli gösterir.”

Yine, Bâkî Billâh Hazretleri diyor ki:

“Yemeğin az olmasıyla yetinilmemeli, onu pişiren odun, su ve kaplarda helâle ehemmiyet vermelidir. Ayrıca yemeği pişiren kişi gâfil olmamalı, huzûr-i ilâhîde bulunduğunun şuuru içinde pişirmelidir.”

Dışarıda olan yemekleri bir düşünelim o zaman. Besmeleyle mi pişiyor, abdestli mi pişiyor, nasıl pişiyor?..

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin bir talebesi yanına geldi, mânevî hâllerinin kaybolduğundan bahsetti.

“–Oğlum dedi, yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” dedi.

Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirirken ocakta, helâl olup olmadığı şüpheli bir odun parçası yaktığını tespit etti, hemen tevbe etti, eski hâline döndü.

Bilhassa Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, helâle riâyet hususuna çok ihtimam gösterirdi. Yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması hususunda çok ihtiyatlı davranırdı.

Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederlerdi. Hastalara şifâ olsun diye oradan yemek alıp götürürlerdi.

Şâh bin Şücâ‘ el-Kirmânî Hazretleri buyuruyor:

“Kim gözünü haramlardan korur, nefsini şehevâttan uzak tutar, bâtınını murâkabe, zâhirini de Sünnet’e ittibâ ile îmâr eder, helâl lokmayla beslenirse, onun firâseti hiçbir zaman şaşmaz!” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 237)

Mevlânâ Hazretleri hâlini arz ediyor:

“Bu seher diyor, benden diyor, ilham kesildi diyor. Tuluat, sünuhat olmadı bu seher diyor. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girmiş.

Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet geliyorsa, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”

Belki biraz fazla duruyoruz ama, bugün bu çok mühim.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri buyuruyor:

“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.”

Bir gün kendisine:

“–Efendim (diyor cemaatten birisi), namazı diyor, ön safta kılmanın faziletini anlatır mısınız?” diyor. Hazret de diyor:

“–Kardeşim! Sen diyor, ekmeğini nereden kazandığına bak diyor. Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl diyor; bu hususta sana bir güçlük yok.” diyor.

Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri var. Koyunları var. Bir kişiye koyun satıyor. Alan da bir müddet sonra gelip:

“–Bu koyunu, Efendi, geri al.” diyor.

“–Niye?” diyor.

“–Ot yemiyor!” diyor.

Tüsterî Hazretleri:

“–Onun ot yemediğini sen nereden çıkarıyorsun?” diyor. Adam diyor:

“–Onu otlatmak için bir tarlaya saldım diyor; ağzını hiçbir şeye sürmedi.” diyor.

Tüsterî Hazretleri diyor ki:

“–Ey efendi diyor, sen yanlış yapmışsın diyor! Bilesin ki diyor, başka insanların ekinlerini yemek, bizim koyunumuzun âdeti değildir; git ona paranla aldığın otu ver!” buyurdu.

Adam gidip denildiği gibi yapıyor, ot alıyor, hayvanın önüne koyuyor, hayvan yemeye başlıyor.

Yani demek ki bir zamanlar müslümanların helâl gıdâ hususundaki hassâsiyetleri, sahip oldukları hayvanlara bile sirâyet ederdi. Bu çok mühim. Yani hayvan bile bulunduğu yerin karakterine giriyor.

Merhum Sâmi Efendi Hazretleri’nin, Erenköy’deki bulunduğu evde, bir yaralı köpek bahçeye geliyor. Efendi diyor ki:

“–Bunu baytara götürün diyor, tedavi ettirin.” diyor.

Hayvan sağlam olarak geliyor belki birkaç gün sonra. Sonra bu iyileşen hayvan, hasta bir hayvanı tekrar bahçeye getiriyor.

Kevnî âyetler… Bunlar bir ibret levhası.

Yine Sâmi Efendi Hazretleri buyuruyor:

“Kulun duâsına icâbet olunması için ilk şart; helâl lokma ile gönül âlemini ıslah eylemek, son şart ise ihlâs ve huzûr-i kalptir. Yani Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla yönelebilmektir.”

Yine tarihte de misaller var. Yavuz Sultan Selim geçerken bağlık-bahçelik bir yerden, şüpheleniyor. Yeniçeri ağasına:

“–Git bak, torbalarda bir şey almış mı asker diyor. Haram lokma yiyen bir ordu kazanamaz diyor. Git bana haber ver.” diyor.

Gidiyor, bakıyor;

“–Yok efendim, hiçbir torbada hiçbir şey yok.” diyor.

Diyor ki Yavuz Sultan Selim;

“–Eğer bir şey aldı deseydin, Mısır seferinden vazgeçerdim.” diyor.

Efendim; diğer bir şey;

Rahmetin şahsiyete yansıması:

Hayırlı bir insan olabilmek, rahmet insanı olabilmek. İslâm’ın karakter ve şahsiyetini tevzî edebilmek.

Efendimiz buyuruyor:

“Müslüman; dilinden, elinden müslümanların (fayda gördüğü) kimsedir…” (Buhârî, Îmân, 4-5)

Yine:

“Mü’min bal arısına benzer…” buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmi, no: 8147)

Nasıl arı; dâimâ tertemiz yerlerden yer, güzel bir ambalaj yapar, o hâneleri doldurur, sonra ikram eder. İşte bir mü’min de bal arısına… Bu da bir kevnî âyet. İnsan bal arısını bir görecek, Cenâb-ı Hak onu insana bir misal olarak halketti. Onun yaptığı şeyi de şifa olarak ihsan ediyor.

Rahmetin şahsiyete yansıması için, öncelikle nefsânî arzular;

Yani kibir, enâniyet, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik ve emsâli bütün kötü hasletler yok edilecek.

Yani şu bardağa bir necâset düşse, bu su içilebilir mi?

Kalp, çok mühim bir uzuv. Cenâb-ı Hakk’ın tecellî mekânı.

Yani gönül, rûhânî istîdatlarla inkişâf ettirilecek. Yani gönüllerde ne olacak;

Cömertlik olacak, merhamet olacak, şefkat olacak, hizmet olacak, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi faziletlerle kalp müzeyyen hâle gelecek. İlâhî müşâhedenin altında olduğumuz, kalpte idrâk hâline gelecek.

Cenâb-ı Hak Furkan Sûresi’nde, o ibâdurrahmân’ın / Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kulun bir vasfını bildiriyor:

“Onlar (diyor), yalan yere şahitlik etmezler…” (el-Furkân, 72) diyor. Kim olursa olsun, daima doğrudur, cetvel gibi doğru.

“…Boş sözlerle de karşılaştıkları zaman, (orada durmaz) vakar ile oradan ayrılıp geçerler.” (el-Furkân, 72) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Yine bu gönlün misali Dâvûd-i Tâî Hazretleri var. Bir talebesi et getiriyor. Ete bakıyor, talebesine bakıyor, talebe:

“–Efendim diyor, siz diyor, çok uzun zamandır et yemediniz.” diyor.

Talebesini de kırmak istemiyor. Tabi güzel bir nezâket lisânıyla:

“–Yavrum diyor, şimdi ben bu eti yesem diyor, bir müddet sonra dışarı çıkar diyor. Şu iki yetimden ne haber diyor. Eğer diyor, onlara diyor, verirsek diyor, Arş-ı Âlâ’ya çıkar.” buyuruyor.

İnce hassâsiyeti…

Seriyy-i Sakatî;

“Mü’minin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” hadîs-i şerîfini okuyor. Bir talebesi:

“–Üstad diyor, sizin mahalle yandı diyor. Yalnız sizin ev kurtuldu, diğer hepsi yandı.” diyor.

“–Elhamdülillâh.” diyor.

Otuz sene sonra Seriyy-i Sakatî’ye bir dostuna;

“–Otuz senedir bunun bir tevbesi içindeyim. O gün kendime sevindim, duygusuz kaldım etrafıma karşı…”

Demek ki Cenâb-ı Hak, çok hassas bir mü’min kalbi istiyor. Öyle bir kalp olacak ki işte bu kalp, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olacak.

İmkânı olunca, eğer isteyen kimse, muhtaç olduğunu biliyorsan, onu bekletmemek lâzım. Bak; Allah bizi bekletiyor mu? Devamlı öğünler geliyor. Sabah, öğle, akşam, devamlı yiyoruz. Demek ki muhtaç bir insan geldiği zaman, onu bekletmemek lâzım.

Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne, camide bir garip geliyor;

“–Ben açım.” diyor.

“–Olur diyor, göndereyim.” diyor. Eve gidiyor, unutuyor. Sabahleyin bir geliyor, kenarda vefat etmiş.

“–Eyvah diyor, ben ne yaptım!” diyor. Hemen kefen alıyor, vs. alıyor, onu, cenazeyi alıp götürüyor, tâ gömene kadar işini bitiriyor. Ertesi sabah yine seher vakti, tekrar mescide, ona mânevî olarak bir yazı mihrapta:

“Yaptığın hayır kabul edilmedi!”

Onun için ânında yapmak. Geciktikçe o, fire vermeye başlar. Yani ihtiyaç sahibini bekletmemek.

Çünkü senin için bir nîmet. Sen onunla Hak rızâsını kazanacaksın, rahmet insanı olacaksın.

Demek ki rahmet insanı, yaşadığı zaman ve mekânda âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz’in temsilcisi olmanın gayreti içinde olacak.

Nasıl ashâb-ı kirâm temsilcisi olmanın gayreti içindeydi, insan olan her yere gidiyordu… Demek ki bir mü’min de yaşadığı devrede o şekilde olacak.

Benliğini bertaraf edecek rahmet insanı. “Ben” kelimesini unutacak. “Yâ Rabbi, Sen!” diyecek. Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet olabilmenin derdinde olacak. Gönlü bir dergah hâline gelecek, vakıf insanı olacak.

Diğergâm olacak, hodgâm olmayacak. Önce kendini düşünmek yerine dâimâ “Kardeşim, sen!” diyecek, paylaşacak. Bu çok mühim. Bu her yerde öyle.

Meselâ Fâtih’in askerleri İstanbul surlarına tırmanırken, yukarıdan Rum ateşleri atılıyordu, kızgın yağlar dökülüyordu çıkmasın diye. Fakat Fâtih’in askerleri:

“–Bugün şehid olma sırası bize geldi!” diyorlardı. Allah da onları o surların tepesine çıkarttırdı.

Yine burada Hazret-i Mevlânâ’nın, bir hâlini bildiriyor. Daha evvel üniversitede zirve hoca vs… İşte Şems diye bir derviş geliyor, o dervişle büyük bir kaynaşma oluyor aralarında, rûhî bir muhabbet oluyor. Ve onu, Şems’i çok arıyor Mevlânâ, onu kaybediyor sonra, çok arıyor. Ondan birçok şeyler öğrendiğini söylüyor, yani kitaplarda olmayan şeyleri öğrendiğini Mevlânâ o Şems’ten. Diyor ki:

“Şems diyor, bana bir şey öğretti diyor. (Zihnine değil, kalbine öğretti):

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, sen Celâleddîn, ısınma hakkına sahip değilsin!» dedi bana.

Ben de diyor, biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

“Piştim ve yandım” diyor orada. Bu, zihnin bilgisi değil, kalbin bilgisi bu. Kalbin, bir muhabbetle yoğrulması. Nasıl bakıyor bütün mahlûkâta? Hâlık’ın nazarıyla bakıyor. “Beni yaratan Allah, bütün o insanları, mahlûkâtı yaratan Allah, aynı Allah…”

Hasan Harakānî Hazretleri:

“Türkistan’dan (o zamanki bulunduğu yer) Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin par­mağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o (hüzünlü) kalp, benim kalbimdir.”

Cenâb-ı Hak âyette, Bakara 143:

“İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız…”

Neyin şahitliği; İslâm’ın şahitliği. Rasûlullah Efendimiz de bize şahit olacak kıyamette, şefaat edecek.

“…Sizi mûtedil bir ümmet kıldık…” buyuruyor.

Velhâsıl; kulda kalb-i selîm olacak, kalb-i münib olacak, nefs-i mutmainne olacak, râdıyye, merdıyye ve kâmile olacak. Demek ki kalp merhaleler katedecek, Rasûlullah Efendimiz’e yakınlık peydâ edecek. Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyacak. Cenâb-ı Hak’la olan o kurbiyyet artacak.

Ne buyuruyor Rasûlullah Efendimiz, kudsî bir hadîs-i şerîfte:

“…Ben o kulumun diyor, gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum…” diyor. (Buhârî, Rikāk, 38)

İmâm Gazâlî’nin bir nasihati var:

“Her mü’min diyor, sabah namazını kıldıktan sonra kendisine şu hatırlatmalarda bulunsun (kendisine şunu telkin etsin):

«–Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince sermâyem de gider, artık kazanma imkânım da kalmaz.

Bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. (Yani hayat takviminden bir sayfa daha açtı. Ölebilirdim. Bu gece çıkmayabilirdim dünyaya.)

Eğer ömrüm son bulsaydı, elbette bir günlüğüne de olsa dünyaya geri gönderilip çokça sâlih ameller işlemeyi temennî edecektim. (Ama heyhat, geçmiş olacaktı.)

Farz et ki diyor, bugün öldün diyor. Dünyaya dönmeye de diyor, bir günlük izin verildi diyor. (Ne yaparsın diyor.) O hâlde diyor, bugün günahlara kat’iyyen yaklaşma! Sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zira her nefes, paha biçilmez bir nîmettir.”

En mühim israf, zamanın israfıdır. Cenâb-ı Hak bildiriyor Münâfikûn Sûresi’nde:

“Ölüm ânı gelir de (diyor, hepimize gelecek), «Yâ Rabbi biraz daha yaşatsan da sadaka versem (yani bütün Allâh’a kulluk, seferber olsam) ve sâlihlerden olsam demeden evvel (buyuruyor), infak edin…” (el-Münâfikûn, 10) diyor Cenâb-ı Hak.

Hattâ diyor, “Sâlihler bile (diyor, Hak dostları bile) son nefeste üzülecekler, keşke daha öteye geçseydik diye.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Çünkü kabirde, kıyamette kazanma-kaybetme bitti. Son nefeste artık senin karnen verilecek. Bu dünya dershanesindeki vazifen bitmiş oluyor.

Cenâb-ı Hak:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler felâh buldu.” (el-Mü’mi­nûn, 1) diyor.

Demek ki burada neyle felâha erecek? İbadetlerle.

Namaz 99 yerde geçiyor. Zekât, sadaka, infak, toplarsak 125 yerde geçiyor.

Cenâb-ı Hak ibadetleri de rûha bir vitamin olarak ikram etti. Onun için ona çok duâ edelim “Allah bize namazı sevdirsin, ibadetleri sevdirsin, zekât vermeyi, hayır-hasenat yapmayı, hiçbir şeyin yok, bir mü’mini tesellî etmeyi… Bir mü’minin gönlüne bir ferahlık, bir huzur hâli vermeyi…

İhsan hâlinde; 194 yerde geçiyor. Yani ihsan ne demek? Hem ikram sahibi demek, hem de kendisini ilâhî müşâhedenin, ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olanlar. Yani;

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ

“…Nere(ye gitseniz, Cenâb-ı Hak) sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4) Bunun idrâki içinde olabilmek.

Tefekkür, 137 yerde geçiyor. Kâinatta zerreden küreye her şey bir tefekkür malzemesi. Düşünebildiğin kadar düşün…

“Ey îmân edenler!” Cenâb-ı Hak kullarına hitap ediyor 80 küsur yerde. Mü’minin kurtuluşunu Cenâb-ı Hak istiyor, Cennet’e girmesini istiyor. 80 küsur yerde “Ey mü’minler!” diye Cenâb-ı Hak “Ey îmân edenler!” diye hitâbı var.

254 yerde takvâ var. Nefsânî arzuları bertaraf edilecek, rûhânî istidatlar inkişâf edecek. Bu güzel bir ahlâk müslümanda olacak.

İşte bunu Yusuf Sûresi’nde de görüyoruz. Kardeşleri Yusuf -aleyhisselâm-’a muhtelif zulümler… Kıskandı, haset etti. Sonradan anladılar ki Yusuf -aleyhisselâm-’ın faziletini gördüler. Dediler ki:

“Hakîkaten sen dediler, Allah seni bizden üstün kılmış dediler. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.” (Bkz. Yûsuf, 91) demişler.

Demek ki güzel ahlâk, ne güzel bir terbiye ediyor. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri, onu dediler. Hiçbir zaman onları azarlamadı, devamlı ikram etti onlara. O ikramda ezildiler, anladılar; “Sen Yusuf’sun.” dediler. “Hakîkaten Allah seni bizden üstün yaratmış.” dediler.

İşte nedir bu? Peygamber ahlâkı. Zirve; Efendimiz’in ahlâkı.

Rahmetin emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’e yansıması:

Bu da 11 yerde geçiyor. Demek ki mü’minin de en mühim vazifesi bu: Yaşayacak, rûhânî hayatla donanacak, seherlerle mânevî gıdasıyla dolacak. Gündüze o şekilde girecek. Nefsânî arzuları bertaraf edecek. O şekilde gerek hâliyle gerek kavliyle…

Cenâb-ı Hak buyuruyor Âl-i İmrân 110:

“Siz, insanlar için (iyiliği için) çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. (Cenâb-ı Hak bir istîdat veriyor. Hayırlı bir ümmetsiniz.) İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Bir baba, bir anne evlâdından başlayarak çevre çevre gidecek. Cenâb-ı Hak yine buyuruyor:

“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9)

Bu bilenler, bilmeyen kim ya!? Neyi bilmeye geldik biz dünyaya?

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye. [İbn-i Kesîr, IV, 255])

Cenâb-ı Hakk’ı bilmeye geldik. Cenâb-ı Hakk’ı gönülden tanımaya geldik. Ârif-ârife olmaya geldik. Yani bilenlerin, yani mârifetullahta mesafe kateden, üç hususiyeti olacak:

Cenâb-ı Hak “سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا” buyuruyor. “…Secde ve kıyam hâlinde olan seherlerde…” (Bkz. ez-Zümer, 9) Seherlerde Cenâb-ı Hak davet ediyor.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ

(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.

Hayatında her zaman bir âhiret endişesi içinde olanlar. Peygamberlerde bile bu endişe var, hesap verme endişesi.

Onun için, Rasûlullah Efendimiz’in zorlukta ve muvaffakıyetlerde bir cümlesi vardı:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Hendek seferinde çok zor durumlar oldu. Açlık had safhaya geldi, soğuk vs… Ashâb-ı kirâm:

“–Acaba bize Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye bir şeye düştüler. Orada Rasûlullah Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat, âhiret hayatı.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Arkadan, Cenâb-ı Hak buyuruyor âyette; gözükmeyen ordularını gönderdi.

Yine o Mekke Fethi’ne girerken büyük bir zafer… Yine Efendimiz’in başı, devesinin önünde, sakalı devesinin sırtına değiyordu. Etrafına bir şımarma olmasın diye:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ buyuruyordu.

Üçüncüsü de:

وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ

(“…Rabbinin rahmetini dileyen…” [ez-Zümer, 9])

Bir mü’min duâ hâlinde olacak. Daima duâ hâlinde. Hep peygamberlere baktığımızda, veliyyullâh’a baktığımız zaman, hep duâ hâlinde, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde.

En büyük Rahmet Peygamberi’ne ümmet olduk. En büyük Rahmet Kitabı’na muhatap olduk. En büyük rahmet, cihâna Efendimiz gönderildi. Tebliğ, bir enerji oldu ashâb-ı kirâma. Demek ki bu tebliğ, bizim için bir farîza bugün, bilhassa bugün.

İlk âyet Hira’da;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ olarak başlıyor. “Rabbinin adıyla oku…” (Bkz. el-Alak, 1) Hiç Cenâb-ı Hak unutulmayacak. Neye baksan Cenâb-ı Hakk’ı -içerken, otururken, yatarken- her zaman Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacaksın; “Aman yâ Rabbi!” zikredeceksin.

Demek ki Allah bizimle beraberdir. Bunu kalp unutmayacak. Takvâ sahibi olacağız. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ buyuruyor. “…Takvâ sahibi olun!..” (el-Bakara, 282) diyor.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) Allah sana doğruyu gösterir, Allah sana yardım eder.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

فَفِرُّوۤا اِلَى اللّٰهِ

“Allâh’a koşun…” (ez-Zâriyât, 50) buyuruyor, Allâh’a firâr edin buyuruyor.

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri buyuruyor:

“Bir aziz zât diyor, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görüyor (aziz bir zât, sâlihlerden birisi Allâhu a‘lem). Diyor ki Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ne:

«–Üstad diyor, ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım, biz dünyadayız daha diyor, ne amel yapalım?» diyor.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri de tek cümle söylüyor, onunla iştigal edin kâfî diyor. O nedir?

«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!»”

Son nefeste; bir meslekte ihtisâsın var, o meslek hatırına gelebilir mi? Ne hatırına gelir? İlâhî perdeler açılacak, dünyevî perdeler kapanacak, dehşetli bir an yaşanacak.

Vedâ Haccı’nda da Efendimiz:

“İki emanet bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldıkça yanlışlığa düşmezsiniz (buyuruyor, hatâlara düşmezsiniz): Allâh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerîm, Rasûl’ün sünnetidir.” buyuruyor. (Muvatta’, Kader, 3)

Câzip bir hadîs-i şerîf var, hattâ bir ecir verici bir noktada:

“Sünnetimin unutulduğu bir zamanda kim benim bir sünnetimi ihyâ ederse, ona bir şehid sevabı verilir.” buyruluyor. (Bkz. Heysemî, I, 172; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200; Suyûtî, el-Câmî, no: 9171)

Tabi bugün sünnet değil, farzlar gitti. Ne mirasta bir şeyler var, ne öşürde var, ne hak-hukukta var vs. vs… Farzlar kayboldu. Onun için, esâsında bugün bir müslüman takvâ hayatı yaşarsa çok kazançlı bir mevsimde, bir bahar mevsiminde.

Cenâb-ı Hak; “nîmetlerimi sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. en-Nahl, 18) Fakat öbür tarafta:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen toplumları da, gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz!” (el-A’râf, 6) diyor.

Peygamberler Allâh’ın dostu, hepsi Cennetlik. Onlar tebliğden hesaba çekilecek.

Rabbimiz buyuruyor Tevbe 111. âyet:

“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…”

Demek ki mallar ve canlar, şu beden, Cenâb-ı Hak malzeme olarak veriyor. “Bu bedeni ben nerede kullanacağım?” Çünkü bu beden konuşacak yarın. Fussilet Sûresi’nde, gözler, kulaklar, bedenler, deriler konuşacak buyruluyor. Yabancı şahide ihtiyaç yok. Bugün basit bir insanların yaptığı kompütere basıyorsun, her şey ortaya çıkıyor.

“Kitabını oku, bugün nefsin sana kâfidir…” (el-İsrâ, 14) buyuruyor âyette Cenâb-ı Hak.

Cenâb-ı Hak, mü’minden tâkatini istiyor. Verdiği tâkat kadar istiyor. Herkese verdiği tâkat ayrı. Herkes o tâkatinden hesaba çekilecek. Yani bir sahâbî ömür boyu bunun derdinde.

Şimdi, zekâtını biliyorsun, kırkta bir diyorsun. İnfâkın, sadaka da açık. Fakat Allâh’ın sana verdiği istidat ne?

Hangi muhittesin sen? Hangi insanlarla berabersin? Hep bunlar sana Allâh’ın bir lûtfu.

İşte sahâbî bu lûtfunu ödemek için, insan olan her yere gitti sahâbî. Niye gitti? Bir bedeli ödemek, dünya dershanesinin imtihanını verebilmek için.

Vedâ Haccı’nda 120.000 kişi var takriben. Gelmeyen çoluk-çocuk, hasta vs. 30.000 kişi varsa, 150.000 kişi.

Medîne-i Münevvere’de, Mekke-i Mükerreme’de medfun, Bakî’de ve Cennet-i Muallâ’da Mekke’de gömülü 20.000 sahâbî yok. Hepsi dünyaya dağılmış; “Gittiğim yer kabrim olsun.” diye.

İşte bugün maalesef bir câhiliye devri yaşanıyor.

Tabi burada, kulun terfi edebilmesi için, haddini bilecek. Nasıl haddini bilecek? Allâh’ın verdiği bütün nîmetleri tefekkür edecek. Biz “sıfır” sermaye ile dünyaya geldik. Ne olarak dünyaya geleceğimizi de bilmiyorduk. İnsan olarak geldik, müslüman olarak geldik. Ne büyük nîmet!..

Demek ki bunun karşılığında ne olacak? Tasavvufun ilk şeyi; “ben” unutacaksın “ben” kelimesini. Ne gelecek “ben” yerine? “Yâ Rabbi Sen” diyeceksin. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Nasıl nefsini… Rabbinin senin üzerinde bir nîmetlerini bileceksin. Bir hiçliğini idrâk edeceksin. Yani hiçlik idrâkine varmadan nefis engelini aşmak mümkün değil.

Onun için dergâhlarda “hiç” levhası vardı “hiç” yazarlardı. Gaye şu; kendinin hiç olduğunu bil! Çünkü âriflik, bu “hiç”ten sonra başlıyor. Onun için bu “hiç”likten sonra ne gelecek? Takvâ hayatı gelecek. Takvâda ne gelecek? Rasûlullah Efendimiz’i daha yakından tanıma imkânları olacak. Cenâb-ı Hakk’a lâyık bir mü’min bir kul olabilecek.

Takvânın da buyruluyor; Rasûlullah Efendimiz’in bütün hayatının muhtevasıyla yaşayabilmek, yaklaşabilmek. Fakat esas takvânın üç hususiyeti var, fârik olarak:

Birinci hususiyeti; hürmet. Yani bu nedir? Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilmek.

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])

Kimseyi küçük görmeyeceksin, alay etmeyeceksin.

Ne buyruluyor; “Her geleni Hızır bil.” buyruluyor. “Her seheri de Kadir bil!” buyruluyor. Onun için bir mü’min bütün mahlûkata Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakacak. Herkes bir gönül sahibi. Gönüllerin de sahibi Cenâb-ı Hak. O’nu unutmayacak.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor ki, kalp kırmamak hususunda şöyle buyuruyor:

“Şunu iyi biliniz ki kalp Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. (Nasıl komşusu oluyor? Cemâlî sıfatların tecellî ettiği mekân oluyor.) O’nun mukaddes Zât’ına kalpten daha yakın bir şey yoktur Cenâb-ı Hakk’a. O hâlde ister mü’min olsun, ister âsî olsun, günahkâr olsun, kalbe eziyet etmekten sakınınız. Çünkü komşu âsî de olsa himaye edilir. Aman bundan uzak durun! Zira küfürden sonra kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur.”

Bunun için bakın ecdad o kadar ileriye gitti ki; meselâ Bezmiâlem Vâlide Sultan var, hastanesi var. O kıymetli annemiz, Şam’da bir vakfiye kurdu. Vakfiyesinde şu var, yani bir müstahdem çalışan bir kimse, evde bir eşya kırarsa, o mal sahibi tarafından azarlanmayacak. O kırılan mal, tazmin edilecek. Yani bir gönle diken batırılmayacak. İşte bir müslümanın gönül ufku…

Takvânın ikinci alâmeti merhamet. Bu da insanlığımızın şiârı, tescili. Zira merhamet varsa insan vardır. Merhamet olmayan yerde insan ve insanlıktan söz edilmez.

İşte görüyoruz Suriye vs.yi. Yani toprağına merhamet tohumu ekilmeyen yerler, bir hüzün, bir hüsran… Merhamet, sende olanı, onda olmayana senin ikram etmendir. Diğer ifadeyle merhamet, başkasının mahrumiyetlerini senin telâfi etmendir.

Bu sebeple îmânın lezzeti, merhametle hissedilir. İşte Efendimiz, zirve bir merhamet. Bir aç insan olması, Efendimiz’in huzurunu bozardı. Hattâ öyle bir şeyler olurdu ki, mürâcaat edene, Efendimiz verecek bir şeyi yok; Efendimiz borç alırdı, borç alarak yine onun ihtiyacını görürdü. Onun için Peygamber Efendimiz’e Cenâb-ı Hak “raûf ve rahîm” diyor; çok merhametli, çok şefkatli buyuruyor.

Demek ki Peygamber Efendimiz’le beraber olmak isteyen bir mü’min; merhametli olacak, şefkatli olacak, aslâ katı kalpli olmayacak.

İşte bugün Suriye bir mâtem ülkesi. 8 seneden beri çadır. Yani bir mâtem ülkesi. Yani merhamet tohumu ekilmeyen beldeler, bir mâtem ülkesi oluyor. Myanmar öyle, Yemen öyle…

Üçüncüsü; hizmet.

Hizmet ne yapar? Hizmet Hakk’a yaklaştırır. Vuslat’a vâsıl eder. Çünkü Allâh’ın kuluna hizmet etmek, yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamında.

Mevlânâ Hazretleri hizmetin insana verdiği mânevî ihsanları şöyle ifade eder:

“İbadet ederek, ihsan ve ikramlarda bulunarak, halka hizmet ederek elde edeceğin gönül gözü ile (yani dünyan değişir diyor Mevlânâ, başka bir âleme girersin buyuruyor), gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün. (Başka âleme girersin.) Âdî taşlar yerine inciler, mücevherler seyredersin. İnci de ne demektir? Sen kendin deniz olursun; göklerde seyreden, gezip dolaşan güneş kesilirsin.”

Cenâb-ı Hak, dînine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarıyla meşgul olan kimselerin husûsî sıkıntılarına Cenâb-ı Hak kefîl olur.

Yine Buhârî metni:

“…Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümanın bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir…” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Her mü’min, İslâm’ı güzel bir şekilde temsil etmekle mükelleftir, mecburdur. Fakat İslâm’ı en güzel bir sûrette temsil edebilecek olanlar, “Peygamber Ahlâkı”na sahip olanlardır, Muhammedî meşrep olanlardır.

Yani sadece ilme vâris olanlar, dîni gerçekten, gerçek mânâda temsil edemezler. İlmi var, çünkü “ثَمَنًا قَلِيلًا” (az bir dünyalık) (Bkz. Âl-i İmrân 77, 187, 199…) Daha kalp muhabbetle dolmamış…

İlme vâsıl olmanın yanında, Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâllenen ve ahlâkına sahip olan kimseler ancak gerçek mânâda dîni temsil edebilirler.

İslâm medeniyeti, îmandan doğan bir medeniyettir.

Zamana yansıması:

وَالْعَصْرِ

(“Zamana andolsun ki” [el-Asr, 1]) Zaman en kıymetli. Zaman bir nîmet. Zamanın ne olduğunu, kıymetini kabirde anlayacağız. Kabirde yapacak bir şey yok, bitti. Bir koridorda bekleyiş artık.

Efendimiz buyuruyor:

“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmıştır:

(Bunlardan biri) sıhhat, (öbürü de) boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)

İnsan bunu kaybedince, farkına varır o zaman.

İşte bilhassa kulun ilâhî rahmete en yakın olduğu zamanlar, seher vakitleri, Ramazan günleri, kandil geceleri.

“Üç türlü insanın, Allâh’ı göreceği müjdelenmiştir:

(Bir:) Saf ve samimi kalpler. (Merhametli, şefkatli, temiz, berrak kalpler, kristal gibi olan kalpler, samimî kalpler)

(İkincisi:) Gecenin karanlığında güneşi bulanlar. (Kalbin nûruyla aydınlananlar. Nûrânî bir seher geçirenler.)

(Üçüncüsü:) Ölümü hayatta iken bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar. (Yani ölümü unutmayanlar.)”

Ne vardı Efendimiz’in ahlâkında? Allâh’a rızâ vardı, teslîmiyet vardı, kulluk vardı. Cenâb-ı Hak da oraya bir huzur yağdırıyordu.

Rasûlullah Efendimiz’in gece namazlarından sonra teheccüdden sonra yaptığı bir duâ var:

“Allâh’ım! Sen’den, katından vereceğin öyle bir rahmet istiyorum ki, o rahmetle;

Kalbime hidâyet ver.

(İki:) İşlerime nizam ver.

(Üç:) Dağınıklığıma düzen ver.

(Dört:) Rûhuma kâmil îman nasîb eyle.

Zâhirime amel-i sâlih (lûtfet).

Amellerime temizlik ve ihlâs ihsân eyle.

Rızâna uygun istikâmeti ilhâm et.

Ülfet edeceğim dost lûtfet ve beni her kötülüklerden koru!” (Tirmizî, Deavât, 30/3419)

Rasûlullah Efendimiz bu, okuduğu duâdır seherlerde.

Bir de Efendimiz buyuruyor:

“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Bu bereketin bugün bir câhiliye devrinde -inşâallah- bir rahmet damlası olabilmek…

Yani hepimizin önünde kıyâmete kadar açık duran bir kapı bu, rahmet kapısı. Onun için bir yağmur damlası olabilmek, Cenâb-ı Hakk’a daimâ bir ilticâ hâlinde bulunabilmek.

Âlemlerin Efendisi şöyle buyuruyor:

“Yeniden dirilme günü çok sıcak bir gündür (kıyamet). O gün ferahlamak için şimdiden oruç tut. Kabir yalnızlığı için gece karanlığında iki rekât namaz kıl. (Yani teheccüd namazı. Tabi asgarî iki rekâttan sekiz rekâta kadar. Yine imkânı olanlar için) Büyük hâdiseler için bir kere haccet ve bol sadaka ver. Ya haklı yere bir söz söyle (haklı bir söz) yahut da yanlış bir söz söylemekten dilini koru!” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kitâbü’t-Teheccüd)

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Aman gece kalkmaya gayret edin. Çünkü o, sizden evvelki sâlih kimselerin âdetidir. Şüphesiz gece ibadetine kalkmak, Allâh’a yakınlıktır. Bu ibadet, günahlardan alıkoyar. Hatâlara kefâret olur. Bedenlerin dertlerini giderir.” (Tirmizî, Deavât, 101/3549)

Allah, cümlemizi -inşâallah- Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tecellî ettiği o mübârek kullardan eylesin cümlemizi.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımayı, O’nun mennun edecek -kıyamet günü- bir ümmet olmayı nasip eylesin. Zira;

“Ben kabrimde bile diyor, sizin güzel amelleriniz bana gelir, sevinirim diyor. Kötü ameller gelir, üzülürüm diyor, istiğfar ederim diyor.” (Bkz. Heysemî, IX, 24)

“Sakın (buyuruyor Vedâ Haccı’nda), benim diyor, günah işleyerek yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..