Zor Zamanlarda Mü’min Yüreklerin Tesânüdü (Kur’ânî Tâlimatlar 51)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Mart, Sayı: 217

OLAN OLMAYANA VERSİN!

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir defasında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir seferde bulunuyorduk. Bu esnada devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa-sola bakınmaya başladı.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar, azığı olmayanlara versinler!» buyurdu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha birçok mal çeşidi saydı. İşte o zaman kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladık.” (Müslim, Lukata, 18; Ebû Dâvûd, Zekât, 32)

Sahâbenin dünya nimetlerine bakışı buydu. Hulefâ-i Râşidîn devrinde, muazzam fütuhat gerçekleştirildi. Semerkant’tan Kayravan’a geniş bir coğrafya fethedildi. Ganîmetler elde edildi. Ancak sahâbenin evinin dekoru değişmedi. Onlar Allâh’ın kendilerine lutfettiği imkânları, dâimâ Allah yolunda sarf edilecek bir malzeme olarak gördüler.

Onların Rasûlullah Efendimiz’den aldığı tâlimat şuydu:

Mü’minin vazifesi;

  • Allâh’ın lutfettiği nimetleri riyâzat hâlinde kullanmak,
  • Kifâyet miktarına kanaat etmek ve
  • İhtiyacından fazlasını infâk etmektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Sana neyi infâk edeceklerini soruyorlar.

قُلِ الْعَفْوَ

De ki: «İhtiyaç fazlasını!»” (el-Bakara, 219)

İNFÂK ETMEMENİN VEBÂLİ

Âyet-i kerîmede ağır bir îkaz vardır:

“…Altın, gümüş biriktirip Allah yolunda infâk etmeyenleri elem veren bir azapla müjdele!

O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak (ve onlara şöyle denilecek):

«–İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız!

Tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı!» (et-Tevbe, 34-35)

Müfessir Kurtubî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Altın ve gümüş biriktirmekten maksat her çeşit serveti biriktirmektir. Biriken servetin zekâtını tam olarak vermeyenler bu âyetin ifade ettiği azâba dûçâr olacaklardır.”

Elbette iş kurmak, genişletmek, fabrika vs. tesis etmek için para biriktirmek lüzum edebilir. Zekâtı ve diğer vazifelerini yaptıktan sonra bu meşrû gayeler için para biriktirmek vebâl olmaz. Bir müslüman çalışır, kazanır ve infâk eder.

Bir müslüman Allah için kazanıp Allah yolunda harcayacağım niyetiyle gayret edip para kazanırsa ve o güzel maksadını da samimiyetle yerine getirirse, asla kaybetmeyeceği ebedî bir kâra mazhar olur.

Demek ki;

Zekât verilenin asgarîsidir. Sadaka ve infakları artırmak lâzımdır.

ZEKÂT YETMEZ!

Bilhassa zor zamanlarda, ihtiyaçtan fazlasına sahip olan imkân sahiplerinin tek vazifesi zekâttan ibaret değildir.

6 Şubat’ta meydana gelip, 11 vilâyetimizde çok can kaybına ve büyük tahribata yol açan deprem felâketi de böyle husûsî zamanlardandır.

İçinde bulunduğumuz asırda; Arakan’dan Filistin’e, Suriye’den Yemen’e, Doğu Türkistan’tan Afrika’ya nice müslüman memleketi mâtem yurdu hâline gelmiş vaziyettedir.

Rasûlullah Efendimiz’in îkazları çok mühimdir:

“Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetine dâimâ merhameti telkin etmiştir.

Merhamet; sende olanı, mahrum ile yani kendisinde olmayanla paylaşmandır.

DİN KARDEŞLİĞİ

Peygamberimiz, ashâbı arasında tesânüdü müesseseleştirmişti. Önce muhâcirler arasında, hicretten sonra da muhâcir ve ensar arasında «kardeşlik» ahitleri tesis etti.

Medineli Müslümanlar; evlerini-barklarını Allah yolunda terk eden, îmandan taviz vermemek için hicret eden muhâcir kardeşlerine;

«İşte evim! İşte malım, al yarısı senin olsun!» dediler.

Muhâcirler ise, eşsiz bir kanaat hâlinde müstağnî davranarak karşılıksız değil, ancak vazife ve emek paylaşımıyla istifâde etmeyi kabul ettiler. Karşılıklı fazîlet sergilediler.

Cenâb-ı Hak sahâbenin bu güzîde zümrelerini bizlere rızâsının vesilesi olarak gösterip şöyle metheder:

(İslâm dînine girmekte) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.

Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Onların fârik vasfı dâimâ fedâkârlık ve diğergâmlıktır.

Câbir -radıyallâhu anh- anlatır:

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gazveye çıkmayı murâd ettiler ve;

«–Ey muhâcirler ve ensar topluluğu! Malı ve akrabası olmayan kardeşleriniz vardır. Her biriniz onlardan iki veya üç kişiyi yanına alsın.» buyurdular.

Aslında bizlerin de ancak bir kişi ile nöbetleşe binebileceğimiz bir devemiz vardı. Ben nöbetleşe binmek üzere iki (veya üç) kişi aldım. Benim de ancak onlardan biri gibi deveme sırayla binme hakkım vardı.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 34/2534)

Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh- anlatır:

“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sıkıntı içinde bulunan biri geldiği zaman, yanındakilere döner:

«–Bu zâta yardım ediniz, sevap kazanırsınız. Allah Teâlâ istediği şeyi Peygamberi’ne söyletir.» buyururdu.” (Buhârî, Zekât, 21, Edeb, 36, 37, Tevhîd, 31; Müslim, Birr, 145)

HEP BERABER!

İhtiyaçların had safhada olduğu anlarda bu yardım ve tesânüd / dayanışma davetini umûmî olarak yapardı.

Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.

Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:

«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının!.. Şüphesiz ki Allah hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1)

[Bu âyet-i kerîmeyi okuyarak hepimizin aynı anne-babadan gelmiş ve birbirini gözetmesi gereken kardeşler olduğumuzu hatırlattı.]

Sonra da şu âyeti okudu:

«Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18)

[Bu âyet-i kerîmeyi okuyarak, herkesin yapacağı yardıma, uhrevî bakımdan, vereceği kişiden daha muhtaç olduğunu, herkesin yardım etmekle, aslında kendi âhiretine hazırlık yapmış olacağını hatırlattı.]

Daha sonra;

«–Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)

Zor zamanlarda mü’minlerin sergilemesi gereken tesânüdü Rasûlullah Efendimiz daha birçok vesile ile gösterdi.

İdrâk edilen ilk Kurban Bayramı’ydı, o gün Medine’ye dışarıdan birçok misafir gelmişti. O sene kıtlık vardı, gelenlerin çoğu aç ve yoksuldu, doyurulmaları gerekiyordu. Onların bu durumunu dikkate alan Rahmet Peygamberi, kurban etlerinin misafirlere ikrâm edilerek üç gün içerisinde tüketilmesi tâlimâtını verdi. Hattâ o seneye mahsus olarak kurban etlerinin üç günden sonra sahipleri tarafından yenilmesini yasakladı. (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 9-10)

Hattâ bu misafirlerin içler acısı durumlarını gören Peygamber Efendimiz, bayram namazından sonra Bilal-i Habeşî ile birlikte hanım cemaatin yanına gitti. Onlardan da bu yoksullar için yardım talep etti ve bilezik, gerdanlık, küpe ve benzeri birçok ziynet eşyası verdiler. (Ahmed, IV, 283) (Hadislerle İslâm, II, 515)

TEVBE EDİLEN HAMD

Peygamber Efendimiz buyurur:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan (mü’minlerden) değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87)

Seriyy-i Sakatî -rahmetullâhi aleyh-, dersinde talebelerine bu hadîs-i şerîfi îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve;

“–Üstâdım! Bağdat çarşısı yandı, kül oldu. Yalnız sizin dükkân kurtuldu. Gözünüz aydın!” der.

Seriyy-i Sakatî aldığı haberin karşısında birden;

“–Elhamdülillâh!..” deyiverir.

Otuz sene sonra bir dostuna;

“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim!..” der. (Hatîb el-Bağdâdî, Târih, IX, 188; Zehebî, Siyer, XII, 185-186.)

Unutmayalım ki;

Asrın felâketi diye adlandırılan son büyük depremlerde on binlerce kardeşlerimizin evleri-barkları târumâr oldu. Ehl-i îman hükmen şehîd oldu. Nicesi yaralandı. Gönülleri ızdırapla doldu. Geride gözyaşı ve hüzün sel oldu. Pek çok sahipsiz yetim, bîçâre ve öksüz kaldı. 

Onların dertleriyle dertlenmek, bizim için îmânımızın bir îcâbıdır.

RAHMET TELKİNİ

Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsı / en güzel isimleri vardır. Bir hadîs-i şerifte 99 isim hâlinde tâdâd edilmiştir. Rabbimiz, besmele-i şerîfede mübârek isminin yanında bunlardan ikisini bilhassa zikretmiştir:

Rahmân ve Rahîm…

İkisi de rahmet ve merhamet kökündendir. Bu bir telkindir. Demek ki, bizden de merhametli olmamızı istemektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı, merhametli olanlaradır.

Şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:

Tâbiîn neslinden, âlim, muhaddis, ârif ve fâzıl bir zât olan Abdullah bin Mübârek -rahmetullâhi aleyh-; haccını îfâ ettikten sonra, Kâbe-i Muazzama’da yakaza hâlinde iken, semâdan iki meleğin indiğini müşâhede eder. Meleklerden biri diğerine;

“–Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amel hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeye niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu kadar huccâcın haccı kabul edildi.” der.

Abdullah bin Mübârek Hazretleri, merak ve hayret içinde kalır. Bir kervanla Şam’a gider. O zâtı bulup;

“–Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?” diye sorar.

Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırır. Heyecanından kendinden geçer. Kendine geldiğinde şöyle anlatır:

“–30 senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Bu maksatla 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile olan hanımım;

«–Komşudan et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister misin?» dedi.

Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı:

«–Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça et kestim. Şimdi onu kaynatıp çocuklarımı avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamazsam, mecburen onu yedireceğim.

İsterseniz size de vereyim. Fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.» dedi.

Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Bin bir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim ve; «Yâ Rabbi, hac niyetimi kabul et!..» diye Rabbime ilticâ ettim.”

Bunları dinleyen Abdullah bin Mübârek Hazretleri;

“–Rabbim bana doğruyu bildirmiş!” buyurur.

Cenâb-ı Hak, mü’minlerin din kardeşi olduklarını bildirmiş ve onları birbirilerine zimmetlemiştir.

SEVİNÇLE…

Fazîlet odur ki, kişi mü’min kardeşinin yarasına merhem olmayı büyük bir sevinç olarak karşılar.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu asil duyguyu ne güzel ifade etmiştir:

“İki nimet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum:

Birincisi; bir kimsenin, ihtiyacını karşılayacağımı ümit ederek bana gelmesi (o kadar insanların içinde beni seçmesi, bana itimat etmesi, bana hüsn-i zanda bulunması), bütün samimiyetiyle benden istemesidir.

İkincisi de; Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vasıtamla yerine getirmesi yahut benim vasıtamla kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049)

Zor zamanlarda, kardeşlerinin imdâdına koşmayanlar, yarın aynı zorluk ve ızdırapların kendi başlarına da gelebileceğini unutmamalıdır.

Şeyh Sâdî Hazretleri der ki:

“Dostlar zor zamanda işe yararlar. Gerçek dostluk, o zaman belli olur. Yoksa sofra başında düşmanlar bile dost görünürler.”

“Kapına bir garip gelirse, eli boş gönderme. Allah göstermesin, belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın.” (Birçok varlıklı kimse an gelmiş gariplerle aynı ekmek sırasına girmiştir.)

“Birisine iyilik ettiğin zaman; «–Ben efendiyim, beyim; o bana muhtaçtır!» diye büyüklenme! «Zaman, o muhtaç kimseyi vurmuş!» deme! Zira vuran kılıç henüz kınına girmemiştir; mümkündür ki o kılıç bir gün seni de biçer.”

Cenâb-ı Hak; ümmet-i Muhammed’i âfet, musîbet ve belâlardan muhafaza buyursun. İki cihanda selâmette kılsın. Merhamet ehli olarak, merhamete lâyık olanlardan eylesin.

Âmîn!..