Arz-ı Endam Değil; Arz-ı Hâl İçin…

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Haziran, Sayı: 232

İLTİFÂTA MAZHAR BİR KÖLE

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün Medîne-i
Münevvere’deki çarşılardan birine uğramıştı. Çarşıda siyâhî bir köle müzâyede ile satılıyordu. Güçlü, kuvvetli bir köle olduğu için tâlibi çoktu.

İslâm’la şereflenmiş olan bu köle;

“–Beni alacak olana bir şartım var.” diyordu. Alıcılardan biri;

“–Nedir o şart?” diye sordu.

Köle;

“–Farz namazlarımı Rasûlullâh’ın arkasında kılmama mânî olmayacaksın.” dedi.

Adam bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o köleyi hep farz namazlarda takip ederdi.

Zira;

Muhabbet iki kalp arasındaki bir cereyan hattı gibidir. Tabiatta olduğu gibi insanlar arasında da cezb ve incizab, yani çekim kanunu cârîdir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönlü ve bu kölenin gönlü bir râbıta hâlindeydi.

Bir gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine bakındı, fakat o köleyi göremedi. Kölenin efendisine;

“–Hizmetkârın nerede?” diye sordu.

Adam;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, o, hummâya yakalandı.” dedi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına;

“–Kalkın, onu ziyarete gidelim.” buyurdular.

Birlikte kalktılar ve şifâ dilemek için ziyaretine gittiler.

Peygamber Efendimiz birkaç gün sonra yine;

“–Hizmetkârının hâli nicedir?” diye sordular. Adam bu defa;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır, sekerât hâlindedir.” cevabını verdi.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı kalkıp o kölenin yanına gittiler. Bu sırada köle vefât etti. Onun teçhiz ve tekfinini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz üstlendi ve götürüp defnetti.

Ashâb-ı kiram, bu durumu bir hayli garipsediler.

Muhâcirler şöyle konuştular:

“–Biz, Mekke’de her türlü cefâya katlandık. Vatanımızı, mallarımızı ve ailelerimizi terk edip buraya geldik. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu köleye bizden daha fazla alâka gösterdi. Biz de;

«Ona acaba niçin bu kadar değer veriyor?» diye hayret ettik.

«Acaba bu kölenin fârik vasfı nedir?» diye merak ettik.”

Ensar;

“–Biz de Allah Rasûlü’nü misafir ettik, O’na yardımda bulunduk. Hem mallarımızı verdik, hem fedâ-yı cân eyledik. Lâkin Habeşli bir köle bizden daha fazla iltifât-ı Peygamberî’ye mazhar oldu. Acaba bunun hikmeti nedir?” dediler.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13) (Vâhidî, s. 411-412)

HİSSELER

Câhiliyye devrinde, toplumda âdetâ bir «kast sistemi» vardı.

Hint dinlerinde, toplum sınıflara bölünmüş ve buna güya dînî bir mânâ yüklenmiştir. Bu zâlim ve bâtıl düzende, kişiler doğuştan mensup oldukları kasttan asla çıkamazlar. Kendi sınıfının üstündeki kastın ayrıcalıklarından asla yararlanamazlar. Buna kalkışanlar ağır şekilde cezalandırılır. Onlara göre kişinin kastı / sınıfı, reenkarnasyonun neticesidir. Yani önceki hayatındaki günahlarının bir cezasıdır.

Öyle görünüyor ki;

Toplumdaki eşitsizlik ve adâletsizliklere bâtıl dinden bir kılıf bulunmuş ve insanların bunu zorla sîneye çekmeleri sağlanmıştır.

Câhiliyye devrinde de aynı bu şekilde kibirli bir anlayış vardı. Hattâ Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in, İslâm’ın tebliğ ettiği hususları duyunca;

“‒Böyle din mi olur? Ben bir köleyle bir mi olacağım?!.” dediği rivâyet edilir.

İslâm’da ise; ırkî asabiyet, efendilik-kölelik, zenginlik-fakirlik gibi dünyevî sınıflandırmaların hiçbir ehemmiyeti yoktur.

Mü’minler; ancak Allah katındaki üstünlüğü, fazîleti ve kıymeti ararlar. Bunun da tek ölçüsü, takvâdır. Takvâ ise kalptedir. Kalplerdekini Cenâb-ı Hak bilir. Cenâb-ı Hak, sûretlere değil sîretlere bakar. Zâhirlere değil, kalplere nazar eder.

Demek ki;

Takvâ fazîletini iddia etmek için riyâ, gösteriş ve iddialar içinde olmak da, bir mü’mine yakışmaz.

Dolayısıyla;

Bir mü’min, kendini abd-i âciz olarak bilmelidir. Tevâzu ve hiçlik içinde yaşamalıdır. Bu cihâna, arz-ı endâm için değil, arz-ı hâl için geldiğinin şuurunda olmalıdır.

Arz-ı endam nedir?

Kişinin kendisinde emânet olarak bulunan; bedenî kuvvet, servet, diploma, makam ve mevki gibi fânî şeylere istinâd ederek kendisini büyük görmesi ve bunlara sahip olmayan «ibâdullâh»ı istihkār etmesidir. Başkalarını kendinden küçük görme hastalığıdır.

Kibir; Cenâb-ı Hakk’ın asla râzı olmadığı, dünyada iken izâle edilmezse mahşer yerine varıldığında cennete girmeye mânî olacak ve ancak ateşle temizlenecek çok kötü bir huydur.

Arz-ı hâl nedir?

Mü’minin;

  • Mazhar olduğu bütün nimet ve muvaffakiyetleri Cenâb-ı Hakk’a izâfe edip, hamd ve şükür içinde yaşaması, bunlardan nefsine asla pay çıkarmaması,
  • Yeryüzünde mütevâzı olarak yürümesi, her hâl ve tavrında hiçlik ve mahviyet içinde bulunması, mü’min kardeşlerine karşı alçak gönüllülük içinde muâmele etmesidir.

İKİ HASLET

Peygamberimiz, kıssadaki hizmetkâra niçin husûsî bir alâka göstermiştir?

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bizi de sevmesi ve şefaat kanadına alması için bizler de o hizmetkârdaki şu iki haslete sahip olmaya gayret edelim:

  • Hizmetkârın Peygamberimiz’le beraberliğe gösterdiği; muhabbet, aşk ve fedâkârlık…
  • Cemaatle namaza gösterdiği huşû hâli ve hassâsiyet…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet; bütün muhabbetlerin üstüne çıkmadıkça, mü’min kâmil bir îmâna vâsıl olamaz.

Muhabbette bu kemal noktasına erenler ise Fahr-i Kâinât Efendimiz ile mânen bir gönül alışverişine nâil olmuş demektir.

Bu vuslata bir misal olarak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Yemen’e dönmüş ve;

“Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurmuştur. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Peygamberimiz; bu ifadeyle, kendisini dünya gözüyle göremeyen fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ulvî bir muhabbetle seven Veysel Karânî Hazretleri’ni kastetmiştir.

Öz olarak bu muhabbet, gölgenin gövdeye olan yakınlığı ve sadâkati gibi olmalıdır.

Diğer taraftan;

Namaz ise, Cenâb-ı Hakk’a olan şükran borcumuzdur. Namazın cemaatle kılınması da içtimâîleşmedir, kardeşliğin yaşanmasıdır.

Şu hadîs-i şerif, cemaatle namazın ne kadar ehemmiyetli olduğunu çok açık bir şekilde bildirir:

Âmâ sahâbî Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! Medine’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. (Ben bu hayvanların zarar vermesinden korkarım, benim cemaate çıkmayıp evde namaz kılmama izin var mı?)”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevâben şöyle buyurdu:

“–Hayye ale’s-salâh ve hayye ale’l-felâh’ı işitiyor musun? Öyleyse durma mescide gel!” (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)

Yine;

Medineli meşhur yedi fakih tâbiînden biri olan Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh- bir gün camiye girdi, bir de baktı ki, cemaatle namazı kaçırmış, cemaat selâm vermiş. Pişmanlığın acısıyla;

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“…Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) dedi.

Mâlûmdur ki;

Bu ifade, vefat ve benzeri büyük kayıplar karşısında söylenir. Demek ki o zât, bir vakit cemaati kaçırmayı böyle büyük bir kayıp olarak gördü de Cenâb-ı Hakk’a bu duâ ile ilticâ etti. Rivâyete göre bu feryâdı öyle candan söyledi ki, tâ çarşıdan duyuldu. (Bkz. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, I, 381)

Osmanlı’da merkezlere büyük camiler inşâ edilmiştir. Mahalle aralarında da küçük mescidler yapılmıştır. O tarihlerde elektrikle aydınlatma olmadığı için, yatsı ve sabah namazlarında büyük camilere gitmekte zorlanacak yaşlı ve hasta kimselerin cemaatten mahrum kalmaması için bu küçük mescidler büyük bir hayır olurdu.

Cemaatle namaz; en hafif görüşe göre, müekked sünnettir. Yani Rasûlullah Efendimiz’in hiç terk etmeden devam ettiği ve kuvvetle teşvik ettiği bir şiârıdır. Bazı müçtehidlere göre ise; cemaatle namaz, farz seviyesindedir.

Osmanlı’da camiye gösterilen hassâsiyeti şair ne güzel ifade eder:

…Ardına çil çil kubbeler serpen ordu.

EVLÂTLARA AŞILAMALI

Sâlih bir anne-babanın en fârik vasfı, güzel sözlerle ve sevindirici hediyelerle evlâtlarını küçük yaştan itibaren namaza alıştırmasıdır. Bir babanın en mühim vazifelerinden biri; evlâdının elinden tutup beraber camiye giderek, onu cemaate alıştırmasıdır.

Aksi hâlde unutmamalıdır ki;

En büyük ayrılık âhirette meydana gelecektir. Âhirette bedbaht olmanın ilk sebebi de, «namaz kılanlardan olmamak»tır.

Âyet-i kerîmede cehennemliklerin, «onları bu duruma düşüren sebepler» sorulduğunda ilk olarak;

“–Biz namaz kılanlardan değildik!” diyecekleri bildirilmiştir. (Bkz. el-Müddessir, 38-47)

Yine âhirette evlâtlar; kendilerine İslâmî terbiye vermeyen, namazı öğretmeyen anne-babalarından dâvâcı olacaklardır.

Kıssaya dönelim;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, böyle kıymetli bir gönül sahibi olan mü’mine, toplumda basit bir mevkide olmasına hiç bakmaksızın, büyük bir alâka gösterdi. Ashâbın buna şaşırması üzerine de âyet-i kerîme nâzil olarak, âdetâ;

“Sizler de muâmelelerinizde; soyu, nesebi, içtimâî makam ve mevkii değil, takvâyı, Allah ve Rasûlü’ne muhabbeti, ibâdete olan samimî iştiyâkı tercih edin!” demiş oldu.

Hizmetkâr, efendisinden talepte bulunmuştu. Efendisi de kabul etmişti. Fakat neticede bir köle idi. İş-güç mazeret gösterilip, şartına riâyet edilmeme ihtimali vardı. Efendimiz, ona sahip çıktı. Onun arzusunun, efendisi tarafından göz ardı edilmemesi için dâimâ gözleriyle onu aradı, gelmediğinde sordu.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sadece bu sahâbîyi değil, bütün ashâbını takip ederdi. Bu hem kardeşlik hukukuna hem de cemaatle namaza verdiği ehemmiyetin bir neticesiydi. Herhangi bir din kardeşini üç gün görememişse onu mutlaka sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilerdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Bir toplumun, beş vakit camide buluşup, hiçbir ayrımın ve ayrıcalığın olmadığı şekilde omuz omuza saf tutması da İslâm’daki sınıf farklarını eritme hedefinin bir yansımasıdır.

Cami, herkesin eşit olduğu tek bir mekândan ibarettir. Ön saflara, belirli bir zümre değil, camiye erken gelenler oturur.

Emniyeti sağlama mülâhazasıyla eklenen hünkâr mahfilleri bile, çok yakın tarihlerde yapılmıştır.

Kiliselerde ise ruhbanlara ait mahfiller, odalar ve oturma düzeninde, ruhbanların düzenlediği bir hiyerarşi vardır.

GÖNÜLLERDEKİ TERAZİYİ DÜZELTMEK

Peygamber Efendimiz, câhiliyyedeki kast denilen sınıf farkı sistemini zihinlerden ve gönüllerden söküp atmak için şöyle buyurdu:

“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır.

Arab’ın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.

Beyaz derili olanın siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, siyah derili olanın da beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.

Üstünlük sadece takvâ iledir.” (Ahmed, V, 411)

Câhiliyye toplumunda, ırkî asabiyet sebebiyle insanlar atalarıyla ve kabîleleriyle övünürlerdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu reddederek şöyle buyurdu:

“Allah sizden câhiliyye gururunu ve atalarla övünme âdetini giderdi.

İnsanlar iki kısımdır:

  • Biri dindar, müttakî ve Allah katında değerli olan,
  • Diğeri de günahkâr, isyankâr ve Allah katında değersiz olan kimsedir.

İnsanlar Âdem oğullarıdır. Âdem de topraktan yaratılmıştır.

Bir toplum, atalarıyla övünmekten vazgeçsin; yoksa onlar, Allah indinde burnuyla necâset yuvarlayan böcekten daha değersiz olur.” (Ahmed, II, 361)

Hadîs-i şerif çok mühim esaslar ihtivâ etmektedir:

  • Bir şahsiyet medh ü senâ edilecek ise; sahip olduğu güzel sıfatlar sebebiyle edilmelidir, filân kabîleden olduğu için değil.
  • Şahıslar değil, vasıflar methedildiği zaman, insanlara örnek teşkil eder. Hayırlara teşvik edici olur.

Meselâ;

  • Zenginlik değil, cömertlik,
  • Güç-kuvvet değil, şecaat ve fedâkârlık,
  • Makam sahibi olmak değil, o makamda sergilenen adâlet ve muvaffakiyet,
  • Zihinde depo edilen bilgi değil, o ilmi yaşamak ve yaşatmaktaki takvâ ve azim medh ü senâ edilmeye değerdir.

İslâm’ın bu güzîde esaslarına karşılık bir de zamanımızı tefekkür edelim:

«İBÂDULLÂH»I İSTİHKAR

Maalesef;

Câhiliyye anlayışı günümüz toplumuna hâkim olmuştur. Bilhassa internet ve sosyal medya; insanların sahip oldukları eşyaları, yedikleri içtikleri yiyecekleri, gezip tozdukları tatil yerlerini sergileyerek, başkalarına caka satma mecrâlarına dönüşmüştür.

Küresel güçler ise, batı dünyasını dünyanın geri kalanından üstün görmekte ve göstermektedir. Mültecîlerin bindikleri tekneleri batırarak; Akdeniz’i bir mezarlığa dönüştüren bu ırkçı ve ayrımcı anlayış, batıda gitgide yükselmektedir.

Sekiz aydır devam eden Gazze’deki soykırımda da «ibâdullâh»ı istihkārın en çirkin ifade ve davranış örnekleri görülmüştür.

Zâlim Siyonistler ve onların ırkçı din adamları; Gazze halkını, insan görünümlü hayvan diye adlandırarak, çocuk, kadın, yaşlı ve hasta demeden katledilmelerine sözde fetvâlar yayınladılar.

Zaten Hazret-i Musa’nın vaz ettiği din bugün ortadan kalkmış, yerine ırkî asabiyetin getirildiği bir tahrifat mezbelesi bırakılmıştır.

İslâm; müslüman olmayanların da can ve mal güvenliğini, inanç hürriyetini tanımış ve hattâ teminat altına almıştır. Bugün müslümanları tahkir eden yahudiler; asırlarca kültürleriyle, lisanlarıyla ayakta kalabilmiş olmalarını büyük ölçüde müslümanlara borçludur.

Endülüs sukût edip hıristiyanların eline geçince, oradaki yahudiler Osmanlı’ya sığındılar. Kemal Reis, gemilerle onları İstanbul’a getirdi. İstanbul halkı da;

“–Bunlar zâlimlerin elinden kurtarılan mazlumlardır.” diyerek onlara sahip çıktı.

Nazi zulmünden kaçabilen birçok mûsevî de Türkiye’ye sığındı.

Cenâb-ı Hakk’a nankörlük edenlerin, kullara nankörlük edeceğinden hiç şüphe edilmez!

Hâdisâtın akışı ve tarih sahnesinde yaşananlar da gösteriyor ki:

İslâm yegâne hak dindir. İnsanlığa saâdeti ancak İslâm verebilir.

Muharref ve bâtıl dinler ve beşerî sistemler, insanlığa ancak ızdırap, zulüm ve vicdansızlık getirmişlerdir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; mübârek sözlerinin yanında, toplumda îman kardeşliğini güçlendirmek ve sınıf farklarını eritmek husûsunda, birçok fiilî tatbikatta da bulunmuştur.

Meselâ;

Mescid-i Nebevî’yi temizleyen siyâhî bir hanım vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefât ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz;

“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu.

Daha sonra;

“–Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Bu hâdise de, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dînî hizmet ve gayretlere verdiği değeri bize anlatmaktadır.

Medine’ye hicretten sonra, muâhat / kardeşlik antlaşmasıyla hedeflediği hususlardan biri de bu içtimâî tesânüd idi. Böylece ensar ile muhâcir, farklı kabîlelerden birçok insan kaynaşmış, kardeşten öte bir yakınlık kesbetmiştir.

Peygamber Efendimiz’in müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında;

“–Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hâdiseden dolayı ona çok kızdı;

“–Sen, kendisinde câhiliyye huyu bulunan bir kimse (mi) sin?!.” diyerek onu tevbe ve helâlleşmeye teşvik etti. (Buhârî, Îmân, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

Ebû Zer -radıyallâhu anh-, Hazret-i Bilâl’in ayağının altına başını koyarak helâllik istedi ve gönlünü aldı. Ebû Zer Hazretleri; İslâm terbiyesiyle o seviyeye gelmişti ki, yıllar sonra onun üzerinde hangi kumaştan elbise varsa, hizmetkârının da üzerinde aynısı vardı. Sebebini soranlara Efendimiz’in şu tâlimâtını bildirdi:

“Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir.

Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa;

  • Kendi yediğinden ona yedirsin.
  • Giydiğinden de giydirsin.
  • Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyin.
  • Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım edin!..” (Buhârî, Îmân, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

ÂZADLI KUMANDAN

Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-, Yemenliydi. Çocuk yaşta kaçırılıp köleleştirilmişti. Hazret-i Hatice, onu alıp Efendimiz’e hediye etmişti. Peygamberimiz onu âzâd etti. Memleketine dönebileceğini söyledi. Buna rağmen o, şahsiyetine hayran olduğu Peygamber Efendimiz’den ayrılmadı.

Câhiliyyede; Kureyş gibi Arabistan’ın en önde gelen kabîlesine mensup hür kişiler, âzadlıları ve kendilerinin dûnunda gördükleri kabîlelerin mensuplarını hor görürlerdi.

Peygamberimiz; sınıf düşüncesinin reddedilip, takvânın göz önünde bulundurulması esasını yerleştirmek için, Hazret-i Zeyd’i, Kureyşli bir hanımla Zeyneb bint-i Cahş -radıyallâhu anhâ- ile evlendirdi. Ancak bu evlilikte saâdet olmayınca, ayrıldılar.

Dînimizde, evlilikte tarafların küfüv olmasına / denkliğe ehemmiyet verilmekle beraber; Rasûlullah Efendimiz, bundan ferâgat eden farklı sınıflardan pek çok kişiyi evlendirmişti.

Peygamberimiz, Hazret-i Zeyd’i Mûte’de başkumandan yaptı. Kureyşli muhâcirleri onun emrine verdi. Zeyd -radıyallâhu anh- bu harpte şehâdete yürüdü.

Zeyd’in oğlu Üsâme v’yı da hem de 19 yaşındayken ordu kumandanı olarak vazifelendirdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hakk’a irtihâl ettiğinde, bu ordu sefere çıkmaya hazırdı.

Ordu, Hazret-i Peygamber’in vefâtı dolayısıyla hareketini geciktirdiyse de halîfelik makamına getirilen Hazret-i Ebûbekir’in emriyle sefere çıktı.

Sahâbenin nice büyükleri, Kureyş’in eşrâfı; henüz yirmi yaşında olan bu genç kumandanın arkasında yürüdüler. Hattâ Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olmasına rağmen, genç kumandan Üsâme’yi bizzat Medine dışına kadar yaya yürüyerek uğurladı. Hazret-i Üsâme, attan inip Hazret-i Ebûbekir’i ata bindirmek istediyse de O -radıyallâhu anh-;

“–Ey Üsâme! Seni Allah Rasûlü tayin etti. Bırak ayaklarım cihad yolunda biraz tozlansın!” buyurdular. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, 297-298; Ali el-Müttakî, X, 578-579/30268)

Cenâb-ı Hak, duygularımızı ve amellerimizi rızâsıyla te’lîf eylesin.

Bizleri rızâsına vâsıl eyleyecek; muhabbet-i Rasûlullah, kalbi camilere bağlı bir kul olmak, tevâzu ve kardeşlik hasletleriyle gönlümüzü müzeyyen kılsın.

Âmîn!..