Yüzleri Nurlandıran Fazîlet: Îsâr

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Temmuz, Sayı: 209

«ALLAH İÇİN!»

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyetle Atâ -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir hurmalığı sulama işini üstlendi. Sabah olunca ücreti olan bir miktar arpayı alarak evine geldi.

Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar.

Yemek pişince bir yoksul geldi ve;

«– لِلّٰهِLillâh / Allah için» istedi. Onlar da evlerinde başka bir şey olmadığı için, o yemeğin tamamını o fakire Allah için verdiler.

Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip aynı şekilde;

«–Lillâh!» deyip yiyecek istedi. Yine tamamını infâk ettiler.

Ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.

Diğer bir rivâyete göre;

Bu hâdise, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-’nın oruçlu olduğu üç gün üst üste yaşandı. Onlar iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek kendileri su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

(O sâlih kullar) kendileri de muhtaç oldukları hâlde; yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve;

«–Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz.

  • (Bu ikrâmımızdan dolayı asla minnet altında kalmayın!) Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.
  • (Zira) biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (Bu fedâkârâne infakları O’nun rızâsına nâil olabilmek için edâ ediyoruz, derler.)

(İşte bu güzel hâllerinden dolayı) Allah da onları o günün felâketinden muhafaza edecek, yüzlerine nur, gönüllerine sürûr verecektir.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)

HİSSELER

ÎSAR FAZÎLETİ

Cömertliğin zirvesi, îsârdır.

Yani kendi de muhtaç olduğu hâlde, canından koparıp bir başkasını tercih etmektir.

İnsana kendi açlığını unutturup, başkasını doyurmayı düşündüren, kardeşinin saâdetiyle mesut eden bu husûsiyet, elbette çok güçlü bir şefkat ve merhamettir.

Merhamet, kalpteki îmânın meyvesidir. Merhamet; sende olanı, kendisinde olmayanla paylaşmaktır.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî der ki:

“Cömert kimse, meyve veren bir ağaç gibidir. Cömert olmayan insan da dağdaki odun gibidir.”

DARLIKTA DAHÎ İNFAK

Allah yolunda infak, sadece ihtiyacından fazla mala sahip olanlara ait bir fazîlet değildir. Başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmak üzere, sahâbe-i kiram ve Hak dostları, darlık içinde de infâk etmişlerdir.

Âyet-i kerîmede bu haslet şöyle medh ü senâ buyurulur:

(O takvâ sahipleri ki) bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da, (bu şekilde davranan) ihsan sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Zor zamanda infâkın ecri ise kat kat yüksektir.

Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını sadaka olarak vermiş oldu.)

Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Bu, zor zamanda infak ve îsâr fazîletinin, bir de son nefeste, yaralı vaziyette sergilendiği bir hâdise vardır ki, fazîletler medeniyetinin eşsiz sahnelerinden biridir:

SON NEFESTE ÎSÂR

Hazret-i Huzeyfe anlatır:

Yermük Muharebesi’nde idik. Çarpışmanın şiddeti geçmişti. Ok ve mızrak darbeleri ile yaralanmış olan müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermekteydiler. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare; bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek;

“–Su ister misin?” dedim.

Belli ki istiyordu, çünkü dudakları hararetten âdetâ kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz işareti ile de muzdarip hâlini îmâ ediyordu.

Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime’nin sesi duyuldu:

“–Su!.. Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..”

Amcamın oğlu Hâris; bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek göz ve kaş işaretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken Iyâş’ın iniltisi duyuldu:

“–Ne olur bir damla su verin!.. Allah rızâsı için bir damla su!..”

Bu feryâdı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyâş’a götürmemi işaret etti. Hâris gibi o da içmedi.

Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa Iyâş’a yetiştiğim zaman kendisinin son sözlerini işitiyordum. Diyordu ki:

“–İlâhî! Îman dâvâsı uğruna canımızı fedâ etmekten asla çekinmedik. Artık bizden şehâdet rütbesini esirgeme. Hatalarımızı affeyle!”

Belli ki, Iyâş artık şehâdet şerbetini içiyordu. Benim getirdiğim suyu gördü, fakat vakit kalmamıştı… Başladığı kelime-i şahâdeti ancak bitirebildi.

Derhâl geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; İkrime de şehîd olmuş!

Bari amcamın oğlu Hâris’e yetişeyim, dedim.

Koşa koşa ona geldim. Ne çare ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslim eylemişti…

Ne yazık ki kırba, dolu olarak üç şehîdin ortasında kaldı. (Hâkim, III, 270/5058)

Huzeyfe -radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır:

“–Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde; bu üç şehîdin birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri en büyük îman celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”

Yermük Harbi’ndeki bu bir bardak su, belki de tonlarca ağırlıkta, hattâ engin bir deryâdan daha dolu bir ecir ummânı gibiydi. Şehîd olmak üzere olan üç sahâbî, o bir bardak suyu son nefeslerinde dahî yekdiğerine infâk ettiler. Böylece üçü de son nefeste dünyaya ait o bir bardak sudan bir yudum bile içememiş oldular, ancak o demde âhiretin ecir deryâsından kana kana içtiler.

Medeniyetimizde îsâr fazîletine daha nice misaller vardır:

SAYISIZ MİSALDEN BİRKAÇI

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dört yüz dinarı bir keseye koyarak, hizmetkârına verdi ve;

“–Git, bunu Ubeyde bin Cerrâh’a ver! Sonra da bir köşeye çekil ve o parayla ne yaptığını gözle!” dedi. Hizmetkâr keseyi aldı, Ubeyde -radıyallâhu anh-’a geldi ve;

“–Mü’minlerin Emîri, ihtiyacını gör diye bu keseyi sana gönderdi.” dedi.

Ubeyde -radıyallâhu anh-;

“–Allah ona rahmet etsin.” dedi.

Ardından, hizmetçisini çağırıp;

“–Şu parayı al, şuna götür. Şu kadarını al, buna götür!” diye emretmeye başladı. Paranın tamamını infâk etti.

Hizmetkâr, gördüklerini Halîfe’ye anlattı.

Ömer -radıyallâhu anh- yine bir kese altın hazırlayarak, bu defa Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’a gönderdi.

Hazret-i Muâz da hemen hizmetçiyi çağırıp;

“–Şu parayı al, filânın evine götür. Şu kadarını al, filânın evine götür!” diye emretmeye başladı.

Bu sırada Hazret-i Muâz’ın hanımı, gelip;

“–Biz de fakiriz, Allah için bize de biraz bıraksan!” dedi.

Kesede sadece iki dinar kalmıştı. O iki dinarı da hanımına verdi.

Hizmetkâr, Halîfe’nin yanına döndü, durumu anlattı. Hazret-i Ömer sevindi ve;

“–Onlar aynı birbirleri gibi olan kardeşlerdir.” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 237)

  • Hazret-i Ömer de eşsiz adâlet ve cömertliğiyle, o kervandan ayrı değildi. Kudüs’e giderken, tek bir binekleri kalmıştı ve ona kölesiyle, eşit müddetle nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girerken sıra köleye gelmiş, Halîfe, kölesinin ısrarına rağmen deveye binmemiş ve şehre yaya olarak girmişti.
  • Bedir Harbi’nden dönerken, aynı fazîleti ashab, bir süre önce kendilerine kılıç çeken esirler için sergilediler. Zaman zaman kendileri yaya yürüyüp, esirleri bineklere bindirdiler.
  • Başkasını, nefsine tercih, kimi gönüllerde o seviyeye ulaştı ki, Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ-’nın karşılaştığı bir köle, günlük maîşeti olan üç parça ekmeği;

“–O da benim gibi Allâh’ın kuludur. Bana emânettir, bana zimmetlidir. Aç kalmasına gönlüm râzı olmaz!” diyerek, aç bir köpeğe vermişti.

  • Bütün ashâb-ı kiram, rahatlarını terk ettiler, memleketlerini, evlerini, diyarlarını bıraktılar, insanlığın hidâyeti ve takvâsı için dünyanın dört bir yanına tebliğe koştular.

Yani başkalarının âhiretini kurtarmak için, kendi dünya rahatlarından ferâgat ettiler.

Bir başka îsâr misâlini, sâdât-ı kiramdan Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle anlatır:

Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve;

“–Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun?!.” dedi.

O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya;

“–Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun mukabilinde şu aç insanı doyurur musun?” dedim.

Aşçı; o fakire yemek verdi, sarığımı da bana iade etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.”

«ALLAH İÇİN!» DENİLİNCE

Zikrettiğimiz kıssalarda, sahâbe ve Hak dostlarının;

«لِلّٰهِ /Allah için!» şartı koşulmuş arzu ve istekleri asla cevapsız bırakmadıklarını görmekteyiz.

«–Allah için ver!» denildiği hâlde,

«–Ne yapalım? Biz de açız!» demediklerini, derhâl infakta bulunarak, Allâh’a olan teslîmiyet ve muhabbetlerini arz etmeye koştuklarını müşâhede etmekteyiz.

Onlar yine aynı duyguyla;

Yaptıkları hayrın, sadece Allah için olduğu hakikatine leke düşürmemek adına, hiçbir teşekkür ve karşılık beklemediler.

Bu hassâsiyete bir misal de şudur:

Peygamberimiz’e bir koyun hediye edilmişti. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Âişe’ye;

“–Onu taksim et, (fukarâya dağıt!)” buyurdu.

Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz (paylaştırıp fakir evlerine gönderdi.) Sonra da payları dağıtan hizmetkâr döndüğünde ona sordu:

“–Sana ne dediler?”

Hizmetçi;

“–«Allah size bereket ihsân eylesin.», diye duâ ettiler.” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Âişe;

“–Allah onlara da bereket ihsân eylesin.” diye duâ etti. (Nesâî, Amelü’l-yevm ve’l-Leyle, 113, [10062])

Bir mü’minin bütün sâlih amelleri, Allah içindir ve âhiret sermâyesidir:

ÂHİRET ENDİŞESİ

Kıssada ve sebeb-i nüzûlü olduğu bildirilen âyet-i kerîmede; bu büyük fedâkârlıkların, âhiretin korku dolu geçitlerine karşı bir hazırlık olduğu bildirilmektedir.

Hakikaten;

İnsan, bir ebediyet yolcusudur. Ölümle başlayacak bu yolculuk meçhullerle ve muhataralarla / tehlikelerle doludur. O güne hazırlık ise; bu dünyada yapılacak sâlih ameller, Allâh’ın dîni için, İslâm kardeşliği için sergilenecek büyük fedâkârlıklarla olacaktır.

Bu kıssalardan ibret alarak idrâk etmeliyiz ki;

  • Âhiret günü için, bu dünyada sâlih ameller biriktirmek lâzımdır.
  • Amellerimizin de düzgün ve lekesiz olması lâzımdır. Huşû üzere yani kalp ve beden âhengi içinde olması elzemdir.
  • Bilhassa hayır-hasenâtın; değersiz malları verme, başa kakma, hor görme ve eziyet gibi çirkinliklerle iptal edilmemesi zarûrîdir. Bilâkis; infakta bulunulan kimselere, kabulü için teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır.

Sâlih mü’min­­­ler, fedâkâr gönüller, dünya ve âhireti terazinin iki kefesi gibi görmüş, âhirete ağırlık vermek için dâimâ dünya tarafından fedâkârlık etmeyi, dünya nimetlerini Allah yolunda infâk etmeyi, beden gücü, zaman ve mal gibi her türlü imkânı âhirete hazırlık sermâyesi kılmayı zarûrî görmüşlerdir. Bu terazide, dünyaya en ufak bir meyli, âhiretten kaybetmek olarak tefekkür ve telâkkî etmişlerdir.

Ubeyd bin Umeyr -rahmetullâhi aleyh-’ten nakledilmiştir:

“İnsanlar âhirette son derece aç, susuz ve çıplak olarak haşrolunurlar.

  • Onlardan hangisi dünyadayken Allah için yedirmişse, Allah da onu o günde doyurur.
  • Allah için dünyada içirene, Allah orada içirir. Nihayet;
  • Allah için giydirene de Allah orada giydirir.” (Zebîdî, Kitâbu Tahrîci Ahâdîsi İhyâ, II, 597 [649])

KAYBETME ENDİŞESİ

Kıssada ve âyet-i kerîmede; infak sahiplerinin şu endişesini görmekteyiz:

Aman amellerimiz, muhataplarımızdan beklenen en ufak bir teşekkür yahut karşılık ile zâyî olmasın!.

Hâlis kullar, amellerini îtinâ ile gerçekleştirir ve kabulü için üzerine titrerler. Amellerin kabulü için ihlâs yani yalnızca Allah için edâ edilmiş olmaları şarttır. Riyâ (gösteriş), süm‘a (desinler diye yapmak), ucub (kendini ve amelini beğenmek) amelleri iptal eden hüsran sebepleridir.

Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh- bir gün, asr-ı saâdette yaşadıklarını talebelerine şöyle anlatmıştı:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere Zâtü’r-Rikā ismi verildi.”

Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde -rahmetullâhi aleyh- diyor ki:

“Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh- bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve;

«–Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim.» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allah için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31)

EŞYA TELÂKKÎSİ

Fedâkârâne bir şekilde infakta bulunmanın temelinde, kişinin mülk ve eşya telâkkîsi yer alır.

Meselâ, ilâhî emir ve yasakların -avam ve havâs- bütün insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şerîatte;

“Senin malın senin, benimki ise benimdir!” anlayışı geçerlidir.

İstîdatlı kimselerin girdiği irşad ve mâneviyat yolu olan tarîkatte ise bu bakış açısı;

“Senin malın senin, benimki de -Hak rızâsı için- senin.” şeklinde bir fedâkârlık mâhiyeti kazanır. Cömertlik ve diğergâmlık, mânevî bir lezzet hâline gelir.

Bunun da ötesinde, Hakk’ın seçkin kullarının erişebildiği hakîkat derecesinde ise;

“Ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi Allâh’ındır!” telâkkîsine ulaşılır.

Böylece;

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) asla eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) âyetinde buyurulduğu üzere, Allâh’a yakın olabilmek için O’nun uğrunda en kıymetli varlıklarını bile fedâ edebilecek bir gönül kıvâmına erişilir.

Hak dostlarından Yûsuf bin Hüseyin -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Mülkü nefsine ait gören kişinin cömertliği tam bir îsâr olmaz. Zira o hâlâ kendi nefsini o servet için lâyık görmektedir.

Her şeyi Cenâb-ı Hakk’a ait gören ve elindekini de Hak’tan emânet addeden kişi ise, verdiği zaman emâneti sahibine ulaştırdığı şuuruyla verdiği için gerçek îsâra ulaşır.”

ÇİL ÇİL KUBBELER

Tarihte istîlâcı devletler, dâimâ işgal ettikleri toprakların zenginliklerini sömürmüşlerdir. Cihâdı, i‘lâ-yı kelimetullah ve nizâm-ı âlem vesilesi gören ecdâdımız ise, fethettikleri beldelere çil çil kubbeler serperek, vakıf medeniyeti inşâ ederek, ikramda bulundular böylece yine bir başka îsâr nümûnesi oldular.

Meselâ;

İstanbul fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmed Han, gazâya katılanlara Ok Meydanı’nda büyük bir ziyafet verdi ve bol bol ganîmet ve hediyeler dağıttı.

Akşemseddin Hazretleri de cemaati şöyle irşâd etti:

“–Ey gaziler! İnşâallah cümleniz, Peygamber Efendimiz’in müjdesine nâil olduğunuz için mağfirete nâil olursunuz.

Fakat gazâ malını isrâf etmeyip İstanbul içinde hayrat ve hasenâta sarf ediniz! Padişahınıza da her dâim itaat ve muhabbet hâlinde olunuz!”

Tarihimiz, böyle nice «başkasını, kendi nefsine tercih» fazîletleriyle doludur:

  • İdrîs-i Bitlîsî’nin ve Barbaros Hayreddin Paşa’nın, İslâm birliği için, saltanatlarını bırakıp hâkim oldukları beldeleri Osmanlı’ya katmaları ne güzel bir ferâgattir.
  • Cennetmekân Abdülhamid Han’ın da kan dökülmemesi için, hâssa ordusunu harekete geçirmeyip tahtından ferâgat etmesi bir başka diğergâmlık nümûnesidir.

HANGİSİ BİZİM?

Esas hayat, âhirettir. Dünya ve içindekiler, ancak o gerçek hayat için bir tarla, bir hazırlık yurdu olduğunda değer kazanır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hakikati ne güzel tâlim buyurmuştu:

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ailesi bir koyun kesmişlerdi. Her zamanki gibi hemen o koyunun etlerini fukarâya dağıtmaya koyuldular. Hazret-i Peygamber bir ara;

“–Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 35)

Rasûlullah Efendimiz’in öğrettiği, sevdirdiği ve yaşattığı îsâr şuuru, ashâb-ı kirâmı öyle kuşattı ki, onlar son nefeslerinde dahî eşsiz îsâr tabloları sergilediler.

Hazret-i Muâz, vebâ hastalığından vefât ederken Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ediyordu:

“Allâh’ım! Ben dünyada kalmayı servet biriktirmek, bağ bahçe yapmak için istemiyorum. Ben dünyada bir müddet daha kalmayı ancak şiddetli sıcaklarda susuz kalmak, hayatın zorluklarını yüklenmek ve adının zikredildiği meclislerde âlimlerle diz dize oturup Sen’i anmak için istiyorum.”

EŞSİZ BİR BAŞKA ÎSÂR

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; vefât ettiği yere, yani Hazret-i Âişe’nin odasına defnedilmişti. İlk halîfe Hazret-i Ebûbekir de, Peygamberimiz’in yanına defnedilmişti.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hançerlenip yatağa düştüğünde oğlu Abdullâh’a şöyle dedi:

“–Mü’minlerin annesi Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya git ve;

«–Ömer sana selâm ediyor.» de. Sakın «Mü’minlerin Emîri» deme! Bugün artık ben mü’minlerin emîri değilim. (İsteyeceğim şeyi bir halîfe olarak emretmiyorum, ricâ ediyorum.) Ona;

«–Ömer bin Hattâb iki arkadaşıyla birlikte defnedilebilmek için senden izin istiyor.» de!”

Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle devam eder:

“Hazret-i Âişe’nin kapısına varıp izin istedim, izin verince selâm verip odasına girdim. Âişe -radıyallâhu anhâ- ağlıyordu.

«–Ömer sana selâm ediyor. İki arkadaşının yanına defnedilmek için izin istiyor.» dedim.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz;

«–Allah Rasûlü’nün yanında kalan bir kişilik yeri kendim için ayırmıştım. Lâkin bugün Ömer’i kendime tercih ediyorum / îsârda bulunuyorum.» dedi.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 8, Cenâiz, 96, Cihâd, 174, Tefsîr, 59/5, Ahkâm, 43)

Allah cümlesinden râzı olsun.

Bizleri de onların kâ‘bına varılmaz fedâkârlıklarından bir nebze hisseyâb eylesin.

Cenâb-ı Hak; en sevdiği şeyleri Zâtı yolunda infâk ederek, hayrın kemâline nâil olabilen bahtiyar kullarına bizleri de lutfuyla ilhak buyursun.

Bizlere de onlar gibi; yiyerek değil, doyurarak doymanın lezzetini tattırsın. Harcayarak değil, infâk ederek mesrûr olmanın halâvetini yaşatsın. İrşâda ve hidâyetlere vesile olmanın hazzını gönüllerimize duyursun.

Âmîn!..