Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -9-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2020 – Ağustos, Sayı: 414

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Bu cân nîmeti kanı,[1] gelin bulalım anı,[2]
Âsâyiş kılan cânı, evliyâ sohbetidir.
Sohbet cânı semirtir, hem âşığın ömrüdür.
Hak Çalab’ın emrile, erenin himmetidir.

Nasıl ki bedenin maddî gıdaya ihtiyacı varsa, rûhun da mânevî gıdaya ihtiyacı vardır. İbadetlerin her biri, rûha verilen ayrı ayrı vitaminler mesâbesindedir. Bunun gibi, tasavvufî terbiye usullerinin en mühimlerinden biri olan “sohbetler” de; gönül feyzini takviye eden, âdeta mânevî bir ziyafet sofrasıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbını sohbetleriyle yetiştirmiştir. Denilebilir ki, sahâbeyi “sahâbe” yapan da, onların sohbet-i peygamberî bereketiyle kemâle ermiş olmalarıdır. Nitekim “sohbet” ve “sahâbe” kelimeleri de aynı kökten gelir. Bu itibarla, asr-ı saâdetten günümüze intikâl eden bir feyz ve rûhâniyet vesîlesi olan sohbet, müekked bir sünnettir.

Ashâb-ı kirâm, sohbet-i nebevî esnâsında, sanki başları üzerinde bir kuş varmış da kıpırdasalar uçacakmış gibi,[3] pür-dikkat ve bir ibadet vecdiyle Efendimiz’i dinliyorlardı. Bu sayede, Efendimiz’in fem-i saâdetlerinden sâdır olan sözleriyle birlikte mübârek sîmâlarına yansıyan, hissedilen fakat kelimelerle ifade edilemeyen hâllerinden de -kalbî istîdatları nisbetinde- nasipdâr oluyorlardı.

Bu bakımdan gerçek bir sohbet, sadece dört duvar arasında bir kitap okuma, vaaz ve nasihatte bulunma ve bunları dinleme faaliyetinden ibaret değildir. Mânevî sohbetlerdeki asıl istifâde, kitap satırlarından değil, sadırdan sadıra gerçekleşen hâl sirâyetinden kaynaklanır.

Ben daha çocuk yaşlarımda iken, rahmetli pederim Mûsâ Efendi, beni de yanlarına alarak Sâmi Efendi Hazretleri’nin sohbetlerine götürürdü. O sohbetlerde anlatılanları anlayamasam da, oradaki mânevî havanın, o huşû ve huzur hâlinin uzun müddet tesiri altında kalırdım.

Yine, talebelik yıllarımda da rahmetli pederimin Sultantepeʼdeki köşkünde Sâmi Efendi Hazretleriʼnin sohbetleri olurdu. Her kesimden insan bu sohbetlere katılırdı. Sâmi Efendi Hazretleriʼnin yanında, İstanbul Müftüsü ve sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Ömer Nasuhi Efendi, Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi, Eminönü ve İstanbul Müftülüğü yapan Bekir Hâki Efendi, yani son Osmanlı bakiyesi büyük ulemâ bulunurdu. Ben de içimden;

“‒Bu allâme zâtlar, sohbette anlatılan mevzuları daha da tafsîlâtlı olarak biliyorlar. Bildikleri mevzuları tekrar dinlemek için mi gelmişler?” diye hayret ederdim.

O büyük zevât-ı kirâm, kalabalık bir cemaat içinde kemâl-i edeple sohbeti dinler, Sâmi Efendi ile karşılıklı hürmet duygularıyla musâfaha eder ve huzur içinde ayrılırlardı.

Zamanla anladım ki bu sohbetler, bir “hâl alma” meclisleri imiş. İlmin yanında irfâna ve gönül feyzine de ihtiyaç varmış. Sohbette mühim olan da; sâlihlerin ahvâlinden, onlardaki nefes-i Rahmânîʼden ve füyûzât-ı Rabbânîʼden hissedâr olabilmekmiş.

Yunus Emre Hazretleri;

“Erenlerin sohbeti,

Artırır mârifeti…” buyurduğu gibi, tasavvufî sohbetler de, zihne bilgi aktarma faaliyeti değil, gönüllerdeki ihlâs ve takvâ, muhabbet ve mârifet nûrunu artıran bir hâl sirâyetidir. Bunun için büyükler; “Yolumuz, sohbet yoludur.” buyurmuşlardır.

Lokman -aleyhisselâm- da oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:

“Yavrum! Âlim (ve ârif) kimselerle beraber ol ve onların sohbetinden ayrılmamaya çalış! Zira Allah Teâlâ, yağmurla toprağı canlandırdığı gibi, hikmet nûruyla da kalpleri canlandırır.” (Ahmed bin Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, hd. no: 552; Heysemî, I, 125)

Ayrıca nasıl ki câmide cemaatle kılınan namazlar, müʼminlerin din kardeşleriyle buluşmasına, hâl-hatır sorup birbirlerinden yakînen haberdar olmalarına vesîle oluyorsa, sohbetler de aynı şekilde bir içtimâîleşme vesîlesidir.

Müʼminlerin hiçbir dünyevî menfaat beklemeksizin din kardeşlerini sevmesi, onların mutluluğu kadar, kederini de paylaşmaya gönüllü olması, yani din kardeşliğini yaşaması, Allah katında çok kıymetli bir amel-i sâlihtir.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Arş-ı Âlâʼnın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf müʼminden biri de birbirini Allah için seven, buluşmaları ve ayrılmaları bu muhabbetle gerçekleşen müʼminler olacaktır.[4] Mânevî sohbetler de, bu fazîleti en güzel şekilde tahsil ve tatbik etme meclisleridir.

Öte yandan, günümüzdeki salgın hastalığın beraberinde getirdiği sıra dışı şartlar ve alınan sosyal mesafe tedbirleri sebebiyle, yüz yüze ve sadır sadıra icrâ edilen sohbetler, bir süredir yapılamamaktadır. Bundan dolayı; “Elektronik âletler ve sosyal ağlar üzerinden sohbet yapılabilir mi?” suâliyle zaman zaman karşılaşıyoruz.

Su bulunamayan yerde teyemmüme verilen cevaz kabîlinden ve zarûrete binâen, buna müsâade edilebilir. Fakat bu şekilde yapılan bir sohbetten; yüz yüze yapılan sohbetlerdeki kadar kalbî istifâdenin hâsıl olmasını beklemek zordur. Ekranlardan yapılan sohbetler ile, belki zihne birtakım bilgi ve tecrübeler aktarılabilir. Lâkin asr-ı saâdetten günümüze kadar devam edegelen sohbet usûl ve âdâbının temin ettiği gönül feyzini, huşû ve huzur hâlini, bu şekilde yakalayabilmek oldukça zordur.

Nasıl ki ses ve görüntüyü aktarılabilen ekranlardan henüz koku aktarılamıyorsa, yüz yüze yapılan sohbetlerin mânevî dokusu da ekranlardan alınamaz. Çünkü sohbetlerde; Rasûlullah Efendimiz’in hissiyat ve ahvâlinin de ashâba sirâyeti gibi, orada okunup anlatılanlardan başka, kalpten kalbe, sessiz ve sözsüz pek çok hissiyat akışı da vâkî olur.

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ay ve Güneş müştâk durur[5] dervişlerin sohbetine,
Ferişteler[6] tesbîh okur, zikir eder dervişleri…

Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Allâh’ın evlerinden birinde, Allâh’ın Kitâb’ını okumak ve aralarında müzâkere etmek için toplanan bir cemaatin üzerine mutlakâ sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler onları kuşatır. Allah onları kendi yanındakiler arasında zikreder.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

“Allah Teâlâ’nın bir sınıf meleği vardır ki, onlar yollarda dolaşır, zikir ehlini ararlar. Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaat bulunca birbirlerine:

«–Gelin, aradığınız şey burada!» diye nidâ ederler. Bunun üzerine melekler hemen gelip zikir ehlini kanatlarıyla sarar, tâ semâya kadar onları kuşatırlar…” (Buhârî, Deavât, 66)

Sohbetler de Allâh’ın anıldığı, bir nevî zikir meclisleridir. Melekler yeryüzünde böyle meclisleri büyük bir iştiyakla ararlar. Bu yüzden sâlih mü’minlerin sohbet ve zikir meclislerine de rahmet, huzur ve sekînet iner. Böyle meclislerde bulunmanın belki de en mühim faydası bu noktadadır.

Dolayısıyla salgın hastalıktan kaynaklanan zarûrî ve muvakkat aksamalar, gönüllerde aslâ bir ihmâl, gevşeme, rehâvet ve gaflete dönüşmesin. Su bulununca teyemmümün bozulması gibi, zarûret kalktığı zaman da yine fiilî beraberlik ile, sadır sadıra, gönül gönüle yapılan mânevî sohbetlere büyük bir şevkle devam etmek elzemdir.

Bugün de, imkânların elverdiği ölçüde, kalabalık olmamak kaydıyla ve sosyal mesafe şartına titizlikle riâyet ederek, yüz yüze sohbete devam edilebilir.

Yunus Emre Hazretleri, bir mâzereti olmaksızın mânevî sohbetlerden uzak duranları şöyle tenkid eder:

Bu sohbete gelmeyenler, Hak nefesi almayanlar,
Sürün anı bundan gitsin, durur ise çok iş eder!

Ayrıca nefsine yenik düşerek sohbet gibi müekked bir sünneti terk edenlerin, Allah ve Rasûlʼüne aşk ve muhabbetten de mahrum kimseler olduğunu şöyle dile getirir:

Nefs arzusundan geçip, aşk kadehinden içip,
Sohbetlerde baş çatıp, durmayan âşık mıdır?

Dolayısıyla mânevî sohbetlere çok ehemmiyet vermek gerekir. Zira sohbetler, sâlih ve sâdık mü’minlerle bir muhabbet hâlesi içinde hemhâl olma meclisleridir. Bu yönüyle sohbetler, Cenâb-ı Hakk’ın; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emrine imtisâlin feyz ve bereketini de içinde barındırır.

Nasıl ki bir atom parçalandığı zaman müthiş bir enerji açığa çıkıyor ve gözle görülmeyen fakat tesiri şiddetle hissedilen bir radyasyon yayıyorsa, sâlih kullarla bir araya gelmekte de, gözle görülmeyen, fakat müsbet bir enerji veren, ihlâs ve takvâyı ziyâdeleştiren, kalbî bir istifâde vâkî olur. Fizikteki birleşik kaplar misali, aynı maksatla aynı zaman ve mekânı paylaşan insanların husûsiyetlerinde de bir ayniyet/benzerlik meydana gelmeye başlar.

Esâsen bütün kâinatta bir aynîleşme temâyülü mevcuttur. Bu, varlığın aslının tek olmasından doğan bir keyfiyettir. Üstelik bu aynîleşme temâyülü, hem fizikî keyfiyetler hem de rûhî hâller için geçerlidir.

Meselâ, bir odanın herhangi bir köşesinde keskin bir kokunun şişesi devrilse, bundan etrafa yayılan râyiha, odayı dolduran havanın bütün zerrelerinde eşit hâle gelinceye kadar, o râyihayı fazlaca emmiş olan hava zerrelerinden diğer zerrelere doğru bir sirâyet olur. Sıcak-soğuk gibi bütün zıt tecellîler için de geçerli olan bu keyfiyet, bir fizik kânunudur. Ancak bu kânunun, gönüller arasında da geçerli olabilmesi için, aynîleşmeyi sağlayacak bir vâsıtaya ihtiyaç vardır ki, o da muhabbettir. Nitekim bu hakîkati ifade sadedinde; “Kalpten kalbe yol vardır.” denilmiştir.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri bu gerçeği ifade etmek üzere, sadece hastalık ve mikropların değil, ahlâk ve huyların da sirâyetine işaret etmiştir. İyilerle beraber olana iyilik, kötülerle beraber olana da kötülük yansıyacağını belirtmiştir. Fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberliğin, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberliğin de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşeceğini, bunun ise insanın adım adım helâke sürüklenmesine sebep olacağını ifade etmiştir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla, (demirci dükkânında) körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi, ya sana kokusundan ikram eder veya sen ondan satın alırsın.

Körük çekene gelince; o, ya senin elbiseni yakar, yahut da onun kötü kokusu sana sirâyet eder.” (Buhârî, Buyû’, 38; Müslim, Birr, 146)

Sâlih ve sâdıklardan gönüllere huzur ve ferahlık aksettiği gibi, gâfil ve fâsıklardan da sıkıntı ve kasvet akseder. Zira gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden râyihalar götürür. Bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da o çirkin kokuları etrafa yayar, nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Bu sebeple kalbî huzûrun muhâfazası için, gâfil ve fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmak lâzımdır.

Şeyh Sâdî şöyle der:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olup onlara sadâkat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı, nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Nûh ve Lût -aleyhisselâm-’ın hanımları ise, fâsıklarla beraber oldukları için Cehennemʼe dûçâr oldular.”

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri:

“Ağyâr ve bîgânelerle beraber olmak, kalbe bezginlik, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık verir.” buyurmuştur.

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de bir gün, içinde böyle bir huzursuzluk hisseder. Bir türlü kendisini o hâlden kurtaramaz. Meclisinde bulunanlara:

“–Hele bir bakın, aramızda yabancı biri var mı?” der.

Araştırırlar, kimseyi bulamazlar. Fakat Hazret ısrar eder:

“–Hele iyi araştırın. Asâların olduğu yere de bakın.” der. Tekrar araştırırlar ve gâfil birinin asâsını bulurlar. O asâyı dışarı çıkardıklarında; Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin gönül huzûru da yerine gelir.

Yine büyükler bu hususta derler ki:

“Halkın amel ve ahlâkından cansız varlıklar bile in’ikâs alır. Türlü çirkinliklerin irtikâb edildiği bir yerdeki ibadetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibadet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sâir yerlerde kılınanlardan katbekat üstündür.”[7]

Nitekim Hazret-i Sâlih -aleyhisselâm- azgınlıkları sebebiyle Semud Kavmi helâk edildikten sonra, kendisine inananlara şu tavsiyede bulunmuştur:

“Ey kavmim! Şüphe yok ki burası, halkına Allâh’ın gazap etmiş olduğu bir yerdir. Buradan hemen göç ediniz ve Allâh’ın Haremi’ne gidip emânına kavuşunuz.”

Bunun üzerine azâb-ı ilâhîden kurtulan mü’minler, ihrâma girdiler, telbiye getire getire Mekke’ye vâsıl oldular.

Dolayısıyla, kahr-ı ilâhînin tecellî ettiği yerlerden uzak durmak gerekir. Zira kahır mekânları, dûçâr oldukları felâketin mânevî tesirlerini de kıyâmete kadar üzerlerinde taşımaktadırlar.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Tebük Seferi’nden dönüşte ashâb-ı kirâm, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Hicr Vâdisi’nde Semud Kavmi’nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girmişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi…” buyurdu. Ashâb:

“–Yâ Rasûlâllah! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık.” deyince, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Suları boşaltın ve hamurları dökün!” emrini verdi. (Buhârî, Enbiyâ, 17)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’nda Minâ ile Müzdelife arasındaki Muhassir Vâdisi’nden hızlı olarak geçtiler. Sahâbe-i kirâm hayretle:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne hâl oldu ki burada hızlandınız?” diye sordular. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Cenâb-ı Hak, bu mevkide Ebâbil kuşlarını göndererek Ebrehe’nin fil ordusunu helâk etmişti. O kahır tecellîsinden bir hisse gelmesin diye hızlandım…” buyurdular. (Bkz. Müslim, Hacc, 147)[8]

Nitekim hacda, bu mahalde vakfe yapılmaz.

Günah ve mâsiyetlerin irtikâb edildiği yerlere de, Cenâb-ı Hak rahmet nazarı ile bakmaz. Sâmi Efendi Hazretleri, haram ve kerahatlerin işlendiği mekânların sokağından bile geçilmemesini tavsiye ederlerdi.

Buna mukâbil; Kâbe-i Muazzama, Ravza-i Mutahhara, Mescid-i Aksâ ve diğer mescidler ile sâlih ve sâdıkların bulundukları mekânlar da, ilâhî rahmet ve bereket tecellîlerinin mazharı olan yerlerdir. Buraların feyz ve rûhâniyetinden müstefîd olmaya gayret göstermek îcâb eder.

Başta insan olmak üzere, bütün varlıkların, çevrelerindeki müsbet veya menfî hâdise ve telkinlerden tesir aldığı muhakkaktır. Bu hususta Kur’ân Kurslarımızda defalarca tecrübe edilen bir misâli nakletmek isterim:

Yan yana iki ayrı odaya konulan aynı cins iki çiçekten birinin üstüne Esmâ-i Hüsnâ yazılmış, orada Kur’ân-ı Kerîm tilâvet olunarak kendisine her fırsatta güzel sözler söylenmiştir.

Diğer çiçeğin saksısına ise kötü sözler yazılarak asılmış, bu çiçeğin bulunduğu odada sıkça pop tarzı müzik çalınmıştır. Bir-iki ay gibi kısa bir zaman içerisinde güzel ve ulvî sözler söylenen çiçek serpilip büyümüş; pop müziği dinletilen çiçek ise kuruyup solmaya yüz tutmuştur.

Bu hâl, eşyânın bile çevresinde olup bitenlerden tesir aldığını açıkça ortaya koymaktadır. Demek ki nebâtat ve cemâdâta bile hâller sirâyet ediyorsa, onlardan çok daha hassas olduğunda şüphe bulunmayan kalbi, menfî tesirlerden ne kadar titiz bir şekilde korumak gerektiğini düşünmek îcâb eder.

Hayatta iken sâlih kimselerin güzel hâllerinden müstefîd olmak için onların sohbetinde, muhabbetinde, dostluk ve yakınlığında bulunmak gerektiği gibi, mü’minin vefatından sonra bile sâlih kimselerin yakınında olmasının ehemmiyetini, şu hadîs-i şerîf açıkça beyân etmektedir:

“Ölülerinizi, sâlih insanların arasına defnediniz. Hayattaki insanın kötü komşudan rahatsız olması gibi, ölü de kötü komşudan rahatsız olur.” (Ebû Nuaym, Hilye, VI, 354; Deylemî, Müsned, I, 102)

Nitekim İstanbul’da Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin ve pek çok diyarda büyük evliyâullâhın kabirlerinin etrafı, onlara komşu olmak isteyenler tarafından, âdeta şehir kabristanlarına dönüştürülmüş vaziyettedir.

Cenâb-ı Hak bu dünyada sâlih ve sâdık kullarıyla hemdem olup onların ahlâklarıyla ahlâklanabilmeyi, âhirette de o sâlihler zümresine dâhil olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ikram ve ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Kanı: Hani, nerede?

[2] Anı: Onu.

[3] Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37.

[4] Bkz. Buhârî, Ezân, 36.

[5] Müştak durur: Şevk duyar, arzular, özler.

[6] Ferişte (ferişteh): Melek.

[7] Safî, Reşahât, s. 470.

[8] Ayrıca bkz. Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, VIII, 190; Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtîh, V, 1774-1775.