Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -7-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2020 – Haziran, Sayı: 412

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Her kim bana agyâr ise Hak Tanrı yâr olsun ona,
Her kancaru[1] varır ise bâğ u bahâr olsun ona.
Bana ağu[2] sunan kişi, şehd[3] ü şeker olsun aşı,
Gelsin kolay cümle işi, eli erer olsun ona.
Önümce kuyu kazanı, Hak tahtın ağdırsın[4] onu,
Ardımca taşlar atanı, güller nisâr[5] olsun ona…

[Gönüller Allah muhabbetiyle kemâle erince, artık fânîlerin ezâ ve cefâları, hayatın med-cezirleri gözden düşer, gönülde ehemmiyetini kaybeder. Artık zahmetler bile rahmet, dikenler bile gül gibi gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâil olmak isteyen kimse; kendisine yapılan kötülüğe bile iyilikle mukâbele etmeyi, insanların ezâ ve cefâlarına, Allah rızâsı için aldırış etmemeyi şiâr edinmelidir. Nitekim Rabbimiz’in insanlığa örnek şahsiyetler olarak lûtfettiği peygamberler, mürşid-i kâmiller, âlimler ve ârifler, dâimâ bu güzel ahlâkı sergilemişlerdir.

Tâif’te Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, kendisini taşlayanların helâki için değil, hidâyeti için duâ etmesi, bu gönül ufkunun muhteşem bir tezâhürüdür. O Rahmet Peygamberi şöyle niyazda bulunmuştu:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!

İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar…” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Zira Peygamber Efendimiz’in kalb-i şerîfi, Allah ile beraberliğin tarifsiz zevk ve lezzeti ile mutmain bir hâldeydi. Bu sebeple nefsi için kızıp öfkelenmek, intikam hırsına kapılmak gibi nefsânî zaaflar O’nda mevcut değildi.

Uhud’da mübârek dişlerini kırıp gül yüzünü kanatanlara bedduâ yerine duâ etmesi, Mekke Fethi’nde müşriklerin zulüm ve işkencelerine karşı tam bir kısas yapma imkânı eline geçmişken, yine de cezâlandırmak yerine onları affedip hidâyetlerini dilemesi, yani kendisine zulmedenlerin bile felâketini değil saâdetini istemesi, hep bu yüce ahlâkın tezâhürleriydi.

Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde (iyilikle) önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Hakîkaten, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, af ve müsâmahadan doğan bu “ihsan” ahlâkının bereketiyledir ki nice azılı düşman, samimî bir dost olmuştur. Zira insan, ihsâna mağluptur. İyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yakınlaşır; yakındaysa muhabbet ve samimiyeti ziyâdeleşir. Kötülüğüne iyilikle karşılık verilen kimse için bu iyilik, bir daha o kötülüğe dönmemesine -inşâallah- vesîle olur.

Diğer taraftan, bu cihanda zayıflara, muhtaçlara, mazlumlara acımak gerekirse de, en çok acınacak hâlde olanlar, merhamet fukarâsı zâlimlerdir. Zira âhiret penceresinden bakıldığında açıkça görülür ki; asıl acınmaya muhtaç olanlar, dünyada acımasızca zulmeden zâlimlerdir. Bu itibarla; vicdan, iz’an ve insâfa veda etmiş olan vahşî kapitaliste, mâneviyat mahrumu materyaliste, merhamet ve gözyaşı bilmeyen menfaatpereste, işçisinin hak ve hukukunu çiğneyen gaddar patronun sefil rûhuna, “Acıyın bize!” feryatlarına sağır kesilen alık ve abus çehrelere daha çok acımak gerekir! Onların hazin âkıbetini düşünüp acıyabilmek, ancak yüksek ruhların sanatıdır.

Bu acımanın mânâsı ise; onları münâsip bir lisân ile îkaz etmek, zulümlerine mânî olmaya çalışmak ve onlara merhameti, şefkati, acımayı öğretmektir. Zira bunları unutan kimse, ebedî saâdetin kapısını açan anahtarı yitirmiş demektir.

Diğer taraftan, kötülük yapana bile iyilikle mukâbele edebilmek, nefse çok ağır gelse de, gönüller fetheden bir fazîlettir. Bu ahlâkı yaşamanın dünyevî tarafı acı, fakat uhrevî tarafı çok tatlıdır. Bu ahlâk; kalbin sanatı, rûhun zaferidir. Bir zafer ve başarının şerefi de, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler nisbetinde büyüktür.

Şahsına yapılan kusurlar karşısında öfkelenip intikam almak, ham ruhların nefsânî bir tatminkârlık arayışıdır. Bu fırsat ve imkânı elde eden bir mü’minin, af ve ihsanda bulunarak öfkesini bastırabilmesi ise, ilâhî rahmeti celbeden müstesnâ bir ruh asâletidir.

Bu gönül ufkunun ashâb-ı kirâmdaki bir tezâhürü şöyledir:

Fakir müslümanlardan Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh-, gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı:

“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir buyurdun. Hâlbuki ben, üzerine binip Rasûl’ün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sahip değilim! Rasûl’ünün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan yok. Ben her zaman mal, beden ve eşyadan üzerime düşen sadakayı vermişimdir. Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasip ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum!”

Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gidip:

“–Yâ Rasûlâllah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyamı tasadduk ediyorum! Bu (azıcık infâkımı küçük görerek) beni üzen veya bana kötü söz söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; muhabbet ve cömertlikle dolu olduğu kadar, af ve merhamet yüklü olan bu sözler karşısında sadece:

“–Allah sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ulbe bin Zeyd’e:

“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul edilenlerin dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Demek ki insanlardan gördüğü ezâ ve cefâları Allah rızâsı için affedebilmek ve affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelebilmek, sâlih mü’minlerin sahip olduğu yüce bir gönül ufkudur.

Nitekim Yâsîn Sûresi’nde kıssası anlatılan Habîb en-Neccâr, kendisini taşlayıp şehîd edenlere kızmak yerine onlara acıdı;

“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) dedi.

Hallâc-ı Mansur da, kendisini anlamayanlar tarafından taşlanırken;

“Yâ Rabbi! Onlar bilmiyorlar. Benden evvel, beni taşlayanları affet!” niyâzında bulundu.

Lâkin şunu da ifade etmek gerekir ki, her türlü kusur karşısında af ve müsâmaha göstermek de doğru değildir. Af ve müsâmaha, affedecek kişinin şahsına karşı işlenen suçlarda söz konusudur.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in bu hususta sergilediği tavrı şöyle ifade buyurmuştur:

“…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine fenâlık yapan kimseden intikam almadı (yani cezâlandırmadı). Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allah adına intikam alır (onu cezâlandırır)dı.” (Müslim, Fedâil, 79; Ebû Dâvûd, Edeb, 4)

Yani öyle suçlar vardır ki onlar, dînî ve millî mukaddesâta, toplumun hakkına saldırı mâhiyetindedir. Böyle durumlarda, affetmekten çok, ıslâh için cezâya başvurmak, adâleti temin etmek ve doğru ile yanlışı açıkça îlân etmek gerekir. Zira umûmu ilgilendiren suçlar affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıkların önünü açacağı, dolayısıyla topluma zulmedilmiş olacağı muhakkaktır.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen,
Bin yıl anda durursa, kendi dolası değil!

[Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bilsin ki insan için, kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39)

Kâinâta baktığımız zaman; hiçbir şeyde bir gayretsizlik, tembellik, donukluk ve atâlet yoktur. Güneş, Ay, yıldızlar, gökyüzü, yeryüzü ve bütün canlılar, ilâhî tayinle belirlenmiş olan vazifelerini bihakkın yerine getiriyor; bunun için durmaksızın dönüyor, çalışıyor, koşuyor. Mikro âlemde bile durum aynı. Bir atomun içindeki proton, nötron, elektron vesâir kuarklar, müthiş bir hızla dâimî bir şekilde hareket hâlindeler. Cenâb-ı Hakk’a kulluk için yaratılmış olan insanoğlunun bu ilâhî tanzîmin dışında; gayret, hizmet, faâliyet ve sâlih amellerden uzak kalması, ne büyük bir gaflettir!

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ehl-i Beytʼini ve bilhassa çok sevdiği kızı Fâtımaʼyı dâimâ gafletten sakındırmış, her fırsatta sâlih amellerde bulunmaya teşvik etmiştir. Son anlarını yaşarken bile en yakınlarına şu îkazda bulunmuştur:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Kişiye âhirette fayda verecek olan, bu dünyada işlediği sâlih amelleridir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih ameller işleyeyim.» der…” (el-Mü’minûn, 99-100)

Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün yolda gidiyor, bir genç de ayak izlerine basarak onu takip ediyordu. Şeyhin üzerinde bir kürk vardı. Genç:

“–Efendim, kürkünüzden bir parça verseniz de bereket ve feyzinizden istifâde etsek!” dedi. Hazret, ona şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Kürkünü değil, bizzat Bâyezîd’in derisini giysen, onun yaptığı amelleri yapmadıkça bir fayda göremezsin!”[6]

Demek ki zahmet olmadan rahmet olmaz. Gayret etmeden nîmet ele geçmez. Nitekim “Baba himmet; evlât gayret!” sözü meşhurdur. Yani himmet/mânevî yardım, samimiyetle gayret edenlere nasîb olur. Gayret etmeden himmet ummak; tohum ekmeden mahsul beklemek gibi ham bir hayaldir, beyhûde bir bekleyiştir.

Âyet-i kerîmede, kâfirlerle alâkalı yapılan şu teşbih, bu hususta çok mânidar bir îkaz mâhiyetindedir:

“…Onlar ancak ağzına gelsin diye, suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir…” (er-Ra’d, 14)

Bir Arap vecîzesinde de; “مَنْ دَقَّ دُقَّ” yani; “Kişi ettiğini bulur.” denilmektedir.

Bununla birlikte, âhirette hiç kimseyi ameli kurtaramaz. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu, keremi, fazlı, ihsânı, affı, merhameti olmazsa, hiçbir kul, ameli sayesinde kurtuluşa eremez. Fakat orada kurtuluşa erecek olanlar da, dünyada iken Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini umarak, elinden gelen bütün gayreti samimiyetle sarf edenler olacaktır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı Cennet’e girer.” buyurmuştu. Bunun üzerine:

“–Ey Allâh’ın Elçisi! Cennet’e girmeyi kim istemez ki?” denildi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bana itaat edenler Cennet’e girer; bana karşı gelenler, Cennet’i istememiş demektir.” buyurdular. (Buhârî, İ‘tisâm, 2)

O hâlde Allah ve Rasûl’üne itaat ederek, farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları elimizden geldiğince yerine getirerek, haramlardan, kerahatlerden sakınarak bu cihanda bulunma maksadımız olan kulluğumuzu, ciddî bir gayretle îfâ etmeliyiz. Aksi hâlde, biz kulluğumuzu îfâ etmezsek, başkası bizim yerimize îfâ edecek değildir.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyurur:

“Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki eğer sen kendi nefsinden gâfil olur ve kendin için hazırlık yapmazsan, elbette ki başkası senin için hazırlık yapmaz. Allâh’ın huzûruna mutlaka varacağını aklından çıkarma ve bunun için de nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havâle edeyim deme!” (Ali el-Müttakî, no: 42790)]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ana rahminden geldik pazara;
Bir kefen aldık döndük mezara!..

[Âyet-i kerîmede dünya hayatının müddeti şöyle tasvîr ediliyor:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

Âlem-i ervâh ile âlem-i berzah arasında kısa bir konaklama mekânı olan dünya hayatı, ebedî âlemin yanında, deryadan bir damla hükmündedir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifadesiyle;

“Âhiret yanında dünya nedir ki! Ancak tavşanın bir defa sıçraması misâli bir şeydir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 152)

Dünya pazarının göz kamaştıran, gönülleri cezbeden, uğruna ömür tüketilen fânî metâları, yine dünyada kalır. İnsan kabre giderken yanında dünyalık olarak yalnızca bir kefen götürür. Hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alışverişlerin iptal noktası değil de nedir?

Cenâb-ı Hak, sırf dünyevî ve nefsânî ihtirasları peşinde ömür tüketip âhirete eli boş giden bedbahtlara; «عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ» “Çalışmış, (fakat boşa) yorulmuşlardır!” (el-Ğâşiye, 3) buyurmaktadır.

O hâlde bizi son nefeste terk edecek dünyalıklar uğruna; Cenâb-ı Hakk’ı unutmaktan, O’nun gazabını celbedecek hâl ve davranışlara meyletmekten, âhirete hazırlık vazifemizi ihmâl etmekten titizlikle sakınmalıyız.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesle aktarılarak yine dünyada kalır.”

“Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sahibi olmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”

Velhâsıl dünya tam bir devre mülktür. Onda kalıcı ve yerli edâsıyla oturmak, büyük bir gaflettir.

Kısa bir süreliğine uğradığımız şu dünya misafirhanesinde rahat edebilmek için günümüzün ne kadarını harcıyoruz? Buna mukâbil, ebediyyen kalacağımız âhirete hazırlık için günde kaç saatimizi ayırabiliyoruz? Bu hususta kendimizi ciddiyetle muhâsebe etmeliyiz.

Hikmet ehli bir zâtın şu ifadeleri ne kadar mânidardır:

“Dünya altından yapılmış ama fânî olsa, âhiret de çamurdan ama bâkī olsa, akıllı insan bâkī olanı fânîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dünya çamurdan ve fânî, âhiret de altından ve bâkī olursa, acaba ne yapmak lâzımdır?!”[7]]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Gel gidelim can durmadan,
Sûret terkini urmadan,[8]
Araya düşman girmeden,
Gel dosta gidelim gönül!

Ölüm haberi gelmeden,
Ecel yakamız almadan,
Azrâil hamle kılmadan,
Gel dosta gidelim gönül!

[Fânî hayat ırmağı, ebediyet deryasına doğru sürʼatle akıp gidiyor. Dünyanın gündüz ve geceleri hiç bitmeyecekmiş gibi tüketilirken, ansızın yarını olmayan bir gün geliveriyor. Ömür, metrajı belli olmayan bir makara gibi; ne zaman biteceği meçhul…

Dünya hayatı bize bir defalığına verilen, tekrar ve telâfisi olmayan kısa bir mühletten ibârettir. Bu kısa mühlet bittikten sonra pişman olmanın bir faydası yoktur. Dolayısıyla ölüme her an hazırlıklı olmak elzemdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, biz ümmetini îkaz sadedinde:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye soruldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Dolayısıyla, tevbe ederek hâlimizi ıslâh etmek için de, sâlih ameller işlemek için de, gün bugündür, fırsat bu fırsattır. Biz bu fırsattan gâfil kalsak da, ecel senedinin vâdesi dolduğunda Azrâil -aleyhisselâm- bir an bile vazifesinden gâfil kalmayacaktır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin. Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 10-11)

Son nefesten sonra artık kulluk imtihanı da bitmiş oluyor. Kabirde, kıyamette, mahşerde sâlih amel işleme imkânımız yok… Orada ancak imtihan âlemi olan dünya mektebinden aldığımız karneye göre bir hayat tarzımız olacak.

Rivâyete göre İlyas -aleyhisselâm-, Ölüm Meleği’ni karşısında görünce dehşete kapılarak ürperir. Azrâil -aleyhisselâm-, bunun sebebini merak ederek:

“−Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sorar.

İlyas -aleyhisselâm- cevâben:

“−Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünya hayatına vedâ edeceğim için bu hâldeyim. Zira dünya hayatında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri tavsiye edip kötülüklerden men etmeye gayret ediyor, vaktimi ibadet ve sâlih amellerle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim için huzur kaynağı oluyor, gönlüm sürur ve mânevî neşelerle doluyordu. Ölünce bu zevk ve lezzetlerden mahrum olacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için mahzun olmaktayım!”

Velhâsıl Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ifadesiyle:

“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.”]

Rabbimiz; ömür sermayemizin kalan kısmını, geçen kısmından daha hayırlı olacak şekilde sâlih amellerle ihyâ edebilmeyi, cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Kancaru: Nereye, ne tarafa.

[2] Ağu: Zehir.

[3] Şehd: Bal.

[4] Ağdırsın: Yükseltsin.

[5] Nisâr: Döküp saçma. Sevinçli bir hâdiseyi kutlarken ortada bulunanların üzerine saçılan para, çiçek, şeker vs…

[6] Attâr, Tezkire, s. 191.

[7] İbn-i Acîbe, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Kâhire 1419, II, 112.

[8] Terk urmak: Terk etmek, bırakmak, vazgeçmek.