Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -13-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2021 – Ocak, Sayı: 419

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ey dün ü gün Hak isteyen,
Bilmez misin Hak kandadır?[1]
Her kandasam onda hâzır,
Kanda bakarsam ondadır.

[Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

وَ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ

“Doğu da Allâh’ındır Batı da. Nereye dönerseniz Allâh’ın vechi (yüzü, Zât’ı) oradadır…” (el-Bakara, 115)

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak; zamandan ve mekândan münezzeh, her zaman ve mekânda hâzır ve nâzır.

Allah Teâlâ -sonsuz kudretiyle- yarattığı bütün varlıkların her an yanıbaşındadır, onlara kendilerinden daha yakındır. Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve yaratması olmasa, o varlıklar ne var olmaya ne de varlıklarını sürdürmeye güç yetirebilirler. Zira bütün kuvvet ve kudretin mutlak sahibi, yalnızca Cenâb-ı Hak’tır.

Müteâl, yani idrâk ötesi mükemmel olan Rabbimiz, kullarını her an görür, duyar, her hâllerine vâkıf olur. İşte bu şuur ve idrâk içinde Cenâb-ı Hak’la kalben beraber olan Hak dostlarına, şu fânî âlemde gördükleri her şey, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini hatırlatır. Ârif bir kul, nereye baksa Cenâb-ı Hakk’ı hatırlar. “Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) âyet-i kerîmesinden hisse alır. Rabbinin kulunu bir an bile unutmadığını düşünerek gafletten sakınır.

İşte bizleri yaratan, maddî-mânevî nîmetleriyle perverde kılan, takdîr ettiği kadar yaşatan ve sonunda yine kendisine döndüren Rabbimiz hakkında böyle bir kalbî teyakkuz üzere olmak, dâimî zikir hâline kavuşmak demektir. Yani geçici bir müddet veya bir dönem değil; bir ömür boyu, her nefeste Allah ile beraberlik şuurunu kalbe nakşetmektir.

Bir hadîs-i şerîfte:

“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyrulmuştur. (Heysemî, I, 60)

Mânevî uyanıklık, firâset ve basîret ile hikmet ve hakîkatlere vukûfiyet de ancak kalbin Allah ile beraberliği nisbetinde hâsıl olur.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve hastalıktan iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:

“–Yâ Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk seviyesini ve mânevî derecesini anlamak arzusuyla ona:

“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!” diye sordu.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Allah’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben, Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok…”]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

İstemegil Hakk’ı ırak,[2]
Gönüldedir Hakk’a durak.
Sen senliğin elden bırak,
Tenden içeri candadır.

[Hak dostu ârifler; Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” demişlerdir. Yani benliği, enâniyeti, gurur ve kibri bertaraf etmeden, gönül aynası nurlanmaz. Nefs perdesinin ardından bakanlar, ancak sûret ve şekilleri görürler; mânâ âlemine, sır ve hikmetlere intikal edemezler. Kalbini nefsânî arzuların kesâfetinden kurtaran, yani nefs engelini aşıp Hak nûruyla bakanlar ise her dâim Cenâb-ı Hakk’ı kalplerinde bulurlar.

Yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ى عَنّ۪ى فَاِنّ۪ى قَر۪يبٌ

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

وَنَحْنُ أَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

Hakîkaten, kalbimizden geçen duygu ve düşünceleri bizden başka hiç kimse bilemez. Fakat;

(Allah) gözlerin hâince bakışını ve sadırların (kalplerin) gizlediğini (dahî) bilir.” (el-Mü’min, 19)

İşte Cenâb-ı Hakk’ın kullarına kendilerinden bile yakın oluşunu lâyıkıyla idrâk eden ârif kullar, kendi nefislerinin arzusuna değil, her hâlükârda ilâhî irâdeye râm olurlar. Cüz’î irâdelerini, küllî irâdeye aykırı şekilde kullanmaya aslâ yönelmezler.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel hulâsa etmektedir:

19. asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “beşerî/cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Şeyh Efendi’nin huzur dersine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını emir buyurur. Huzur dersine iştirâk eden Şeyh Efendi, meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda şu cevâbı verir:

“Ben umûmî mânâda cüz’î irâde yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak bazı insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyâullâhın büyükleri, dâimâ huzûr-i ilâhîde olduklarının idrâki içinde yaşadıklarından, cüz’î irâdelerinde de tezâhür imkânı yok denecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe mugâyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar.

Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişah irâdesine rağmen, istediğimiz gibi kullanmamız mümkün değildir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.”

Aldığı bu cevaptan gayet memnun kalan pâdişah, Şeyh Efendi’ye ikram ve iltifatlarda bulunur.

Velhâsıl kulun kendini dâimâ ilâhî huzurda bilme şuuru, âdeta îmânın özü ve rûhudur. Bütün ibadet ve davranış güzelliklerinde arzu edilen ihlâs, takvâ ve huşû hâli, ancak bu kalbî kıvâm ile kazanılabilir. Zira Cenâb-ı Hakk’ı göremesek de O’nun bizi her an görmekte olduğu, O’nun dâimâ bizimle beraber bulunduğu, hattâ bize bizden yakın olduğu şuuruyla yapılan her sâlih amel; ihlâs dallarını filizlendirir, takvâ çiçeklerini yeşertir, huşû meyvelerini olgunlaştırır.

Hiçbir fânînin görmediği zamanlarda dahî istikâmet üzere kalmak, beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan titizlikle sakınmak, ancak;

“Rabbim beni her zaman ve mekânda görüyor, ilâhî kameralar her hâlimi kaydediyor!” şuurunu kalbe nakşetmekle mümkündür.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Miskin Yunus gözün aç bak,
İki cihan dopdolu Hak!
Sıdk[3] oduna[4] gümânı[5] yak,
Ol eşkere[6] pinhandadır…[7]

[Gözün görebilmek, kulağın işitebilmek için sınırlı bir kapasitesi vardır. İnsan, bu sınırların dışında kalan ses ve ışıkları kavramaktan âcizdir. Cenâb-ı Hak ise o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir. Yani O’nun yüce Zât’ını dünya gözüyle görebilmek, dünyevî imkân ve intibâlarla idrâk edebilmek mümkün değildir. Zira imtihan sırrına binâen, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, bizler için kalben tasdik edip teslîm olduğumuz bir gaybî hakîkattir.

Zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbimiz, her hâlimize vâkıf ve her amelimize şahittir. Dolayısıyla mü’minler olarak, bu hakîkatin şuur ve idrâkiyle, kulluk edebine yakışmayacak hâl ve davranışlardan titizlikle sakınmalı, Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetini celbedecek amel-i sâlihlere samimiyetle gayret göstermeliyiz.

Bu bakımdan kalbin Allah ile beraber olması ve kulun her an kendini ilâhî huzurda bilmesi; makbul bir kulluk hayatı için elzemdir.

Şu kıssa ne kadar hikmetlidir:

Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harâma-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”

Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı.

Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ esas şunu soracak:

«Ey kulum! Ben her an seninleydim, (sana şah damarından daha yakındım); sen kiminleydin?!»

İşte kulluğun özü; bu şuur ve idrâke sahip olabilmektir. Hakîkaten insan, Rabbiyle beraberliği nisbetinde hak yolda ve istikâmet üzeredir. Kalbi “Allah” diyen bir kul; harama el uzatamaz, besmele çekerek bir çelme takamaz, Rabbini zikrederek bir gönle diken batıramaz. Yani en ağır hatâlar, günahlar, mânevî kayıp ve zararlar; dâimâ Cenâb-ı Hak’tan gâfil kalındığı zaman devreye girmeye başlar. İnsan, Hâlık’ını unuttuğu vakit nefsinin esâretine dûçâr olur, şeytanın idlâline mâruz kalır.

Cenâb-ı Hak, bu hâlden îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

O hâlde sayılı nefeslerimizi gafletle ziyan etmemek, çok mühim bir meseledir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sadece dünyada Allâh’ı zikretmeden geçirdikleri vakitler için hasret ve nedâmet duyacaktır.” buyrulmuştur. (Heysemî, X, 73-74)

Yani bizler, bu dünyada Rabbimiz’i ne kadar zikredersek yarın ukbâda ilâhî vuslata da o nisbette nâil olabiliriz.

Bundan dolayıdır ki ârif kullar da;

“Zâyî olmuş, anladık; Sen’siz geçen saatimiz.” kelâm-ı kibârının ifade ettiği hissiyatla, Cenâb-ı Hak ile kalben beraber olabildikleri vakitleri, ihyâ edilmiş en bereketli vakitler olarak telâkkî etmişlerdir. Bunun zıddına, Allah’tan gâfil hâlde geçirilen vakitleri de en büyük zarar ve ziyan saymışlardır.

Hükümdarlık yıllarının neredeyse tamamını seferde geçiren, derviş meşrepli bir pâdişah olan Yavuz Sultan Selim’in şu hâli ne kadar ibretlidir:

Nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:

“Ömrünün son günlerinde Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Buna rağmen acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine tâlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kastederek:

«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.

Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle:

«–Pâdişâhım, artık Allah ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.

Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı ve:

«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?!» dedi…

Bu sözler karşısında mahcub olarak:

«–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sadece içinde bulunduğunuz zamanın, diğerlerinden farklı olduğunu ifade için buna cür’et edebildim.» dedim.

Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Yâsîn Sûresi’ni okumamı emretti. «Selâm» âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti.”

Velhâsıl kulluk edebi; fânî dünyanın gel-geç sevdâlarını ve nefsânî câzibelerini kalpten çıkararak, gönül sarayını, ona en lâyık olana, yani Hâlık’ına tahsis etmeyi gerektirir. Zira İmâm Şâfiî g’in buyurduğu gibi; “Hak ile meşgul olmayan bir kalbi, bâtıl işgâl eder.”]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ben Ay’ımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde?
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar…

[Mü’min; ilâhî kudret ve azamet karşısında hiçlik ve yokluğun en güzel ifadesi olan secdelerle Rabbine yakınlık saâdetine erişir. Hakk’ın huzûruna yüz süren bir mü’mine, ilâhî rahmet tecellîleri, o secdegâhtan âdeta sağanak sağanak yağar.

Yüzü yerde olan, boynu bükük, alçak gönüllü, mütevâzı mü’minleri Cenâb-ı Hak sever ve sevdiği kullarına da müstesnâ lûtuflarda bulunur. Tıpkı yağmur sularının yüksek ve sivri tepelerde değil, aşağılardaki çukurlarda birikmesi gibi.

Şâir ne güzel söyler:

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât,

Mütevâzı olanı rahmet-i Rahmân büyütür.

Yani; “Tohum toprağa düşmedikçe filizlenip büyüyemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ’nın rahmeti, (gözü yükseklerde olan kibirlileri değil, ancak toprak gibi) mütevâzı olanları büyütüp yüceltir.”

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- bir defasında yanında bulunanlara:

“–Tohum nerede biter?” diye sordu. Onlar da:

“–Tohum, toprakta/yerde biter!” dediler.

Bu söz üzerine Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Aynı şekilde hikmet de ancak yer gibi (toprak gibi mütevâzı) olan kalpte biter.” buyurdu.

Mevlânâ Hazretleri de;

“Tevâzu ve mahviyette toprak gibi ol.”

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..” buyurur.

Hakîkaten toprak üzerinde gezen canlılar, onu ayaklarıyla çiğner ve cüruflarını da onun üstüne dökerler. Toprak ise, sessizce ve hiçbir itiraz göstermeden bütün bu cürûfu alır, temizler ve sonra yemyeşil bitkiler, leziz meyveler hâlinde ikram ederek, üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler.

İşte mütevâzı bir mü’minin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı, mahlûkattan hangi muâmeleyi görürse görsün, dâimâ iyilik ve güzellikler sergilemelidir.

Bu engin gönüllülük, bu sadır genişliği ve bu âlicenaplık, peygamberlerin, evliyâullâhın ve sâlih kulların alâmet-i fârikasıdır. O mübârek zâtlar, hep bu sayede Hak katında yücelmişlerdir. Kendilerine nice ezâ ve cefâları revâ gören kulları affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmişlerdir. Allâh’ın kullarına ikram ede ede, ilâhî lûtuf ve ihsanlara liyâkat kazanmışlardır.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için (Allâh’ın kullarına karşı) bir derece tevâzu gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir…” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Yani tevâzuun berekâtı ve lûtufları pek çoktur:

Evvelâ, tevâzu hâlinin artması, kişinin Hak katındaki derecesinin yükselmesine işarettir. Tevâzu; kulluğu olgunlaştıran ve birçok güzel hasletin kendisine bağlı bulunduğu müstesnâ bir fazîlettir. Nitekim;

ü Mütevâzı müʼmin, cömert olur. Çünkü kendinde bir varlık görmez, elindeki varlığı kendine izâfe etmez. Bu yüzden, Hakʼtan geleni yine Oʼnun yolunda sarf etmek, mütevâzı kula hiç zor gelmez, bilâkis, târifsiz bir lezzet verir.

* Mütevâzı müʼmin affedici olur. Affede affede, ilâhî affa lâyık olmanın gayreti içinde bulunur.

* Mütevâzı müʼmin, başına gelen ezâ ve cefâlara sabreder. Bunları kendisi için bir tezkiye ve ecir vesîlesi addeder.

* Mütevâzı müʼmin, hizmet ehli olur. Yüksek bir mesʼûliyet duygusu içinde, muhtaç din kardeşlerini kendisine zimmetli görür.

* Mütevâzı müʼmin, fedakârdır, zariftir, ince ruhludur…

Bütün bunlar da Rabbimiz’in rızâ ve muhabbetine vesîledir. Tevâzudan uzak kimseler ise, bütün bu güzelliklerden mahrumdur.

İbâdullâh’ı istihkār ederek, yani Allâh’ın kullarını hakir görerek kendini beğenmek kadar, insanı mânen helâk edip kahr-ı ilâhîye dûçâr eden başka bir felâket yoktur. Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri, birçok mânevî tehlikeden selâmetin; tevâzuya bürünmekle mümkün olacağını ifade sadedinde, şu teşbihte bulunmuştur:

“Kılıç, boynu olanın boynunu keser!.. Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan, hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.”

Yani mü’min, varlık ve benlik iddiâsından vazgeçip gölge gibi yokluk ve hiçliğe ererse, dünyevî ve uhrevî nice belâ ve musibetten emîn olur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:

“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için, kimsenin önemsemediği ve fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir.

Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Onlar da katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân, 9; Müslim, Cennet, 47)

Dolayısıyla mü’mine yakışan, arz-ı endam değil, arz-ı hâl hissiyâtıyla, bir ömür Cenâb-ı Hakk’a kulluk ve ilticâda bulunmaktır.]

Rabbimiz, hislerimizi ve amellerimizi rızâsıyla te’lif eylesin. Kalplerimizi dâimî zikrin feyz ve rûhâniyetiyle huzura kavuştursun.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Kandadır: Nerededir?

[2] Irak: Uzak.

[3] Sıdk: Samimiyet, tam bağlılık. Doğruluk, gerçeklik.

[4] Od: Ateş.

[5] Güman: Şüphe, zan.

[6] Eşkere: Âşikâr, açık, meydanda.

[7] Pinhan: Gizli, saklı, gâib.