Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -12-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2020 – Aralık, Sayı: 418

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Allah ile olan kişi
İhsân olur onun işi
Neylerler gayrı teşvişi[1]
Allah sevgisi var iken

[Cenâb-ı Hakk’ı gerçekten seven bir mü’min, her nerede olursa olsun, dâimâ Allah ile beraberlik (maiyyet) şuuru içinde bulunur. Her an ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğunun farkında olarak ihsan duygusuyla yaşar. Bu sebeple de hiçbir vakit zikirden, fikirden, şükürden uzak kalamaz. Gaflete, mâlâyânîye, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği bir vaziyete dalamaz.

Üstelik, Allah ile beraberlik ve ihsan şuuru, mü’mine her dâim “ecmel, ekmel ve ahsen” kıvamında, yani İslâm’ın nezâket ve zarâfetine yaraşır şekilde, en güzel, eksiksiz-noksansız ve mükemmel bir sûrette hareket etme hassâsiyeti kazandırır.

Şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:

Hak dostlarından biri, ağırlayacağı âmâ bir misafire, oldukça gösterişli ve mükellef bir sofra hazırlar. Etrafındakiler:

“–Efendim, gelecek olan misafiriniz âmâ, niçin bu kadar îtinâ gösterip zahmet buyurdunuz? O sizin bu zarif sofranızı görmüyor ki!” derler.

O ârif zât ise şu muhteşem cevabı verir:

“–Evet, hazırladığım ikramları o âmâ göremiyor, fakat âmânın Rabbi görüyor!”

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ı seven bir kul, her işinde O’nun sevip râzı olacağı şekilde davranmaya gayret eder. Kendisini her an ilâhî kameraların gözetimi altında bilen bir kul, hiçbir işinde gelişigüzel davranamaz, bütün hâl ve davranışlarına îtinâ gösterir.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Anıp kıyâmet gününü, ağlaşalım ol gün için,
Ol gün melâmet[2] günüdür, ağlaşalım ol gün için…

[Cenâb-ı Hak Kıyâme Sûresi’nin başında:

“Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).” (el-Kıyâme, 1-2) buyuruyor.

Hakîkaten kıyamet günü her insan, dünyada iken işlediği cürümler ve ihmâl ettiği sâlih ameller sebebiyle derin bir pişmanlık duyacak, nefsini levm edecek, yani kendini kınayıp hayıflanacak.

Bu pişmanlık, esâsen her insanın ferdî kıyâmeti demek olan son nefeste de gerçekleşecek. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere; ihsan sahibi sâlih kullar bu müsbet hâllerini daha da artırmamış olduklarına, yanlış davranışlarda bulunan günahkâr kullar ise kötülükten vazgeçip hâllerini ıslah etmediklerine pişman olacaklardır.[3]

Mevlânâ Hazretleri, bugün fırsatımız varken aklımızı başımıza almamız gerektiğini ifade sadedinde, şu îkazda bulunur:

“Akıllı kimseler önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar.

Ey insan! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de kıyâmet gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”

Hakîkaten; son nefeste, kabirde ve kıyamette duyulacak pişmanlıkların hiçbir faydası olmayacak. O pişmanlığı bugünden duyarak tevbe ve istiğfâr ile hâlimizi ıslah etmemiz, yanlışlarımızdan bir an evvel vazgeçmemiz ve âhiret azığı olan sâlih amellerimizi artırmaya gayret etmemiz elzemdir.

Zira “Kişi, yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.”[4] sözü meşhurdur.

Hadîs-i şerîfte de:

“Her kul, öldüğü hâl üzere diriltilir.” buyrulmaktadır. (Müslim, Cennet, 83)

Unutmayalım ki dünya, gülüp eğlenme ve gaflet içinde ömür tüketme yeri değildir. Fakat çoğu insan, muvakkaten bulunduğu bu fânî misafirhanede, yerli edâsıyla oturup kendini aldatır. Önündeki ölüm, kabir, kıyamet, diriliş, hesap, sırat gibi çetin menzilleri unutarak, asıl dertlenmesi gereken meselelerden ekseriyetle gâfil kalır. İnsanoğlunun bu umûmî gafletine binâen, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz, gaflet içinde oyalanmaktasınız.” (en-Necm, 60-61) îkâzında bulunmaktadır.

İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- bir kıssa nakleder:

Adamın biri, taşkınca gülmekte olan kardeşine:

“–Hayrola! Cehennem’den kurtulacağına dâir bir haber mi aldın?” diye sorar. Kardeşi;

“–Hayır.” deyince de:

“–O hâlde nasıl (böyle taşkınca) gülebiliyorsun!” diyerek hayretini ifade eder. (İhyâ, III, 288)

Muhammed bin Vasi’ -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der:

“Cennet’te duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyada henüz gideceği yeri(n Cennet mi, Cehennem mi olacağını) bilmeyen kimsenin aşırı gülmesi de, o nisbette şaşılacak şeydir.” (İhyâ, III, 289)

Peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiçbir kulun, Cennet’e girebilme hususunda bir teminâtı yoktur. Dolayısıyla bu fânî dünyada, esas hayat olan âhiretin, ebedî bir saâdet mi; yoksa -Allah korusun- sonsuz bir felâket mi getireceğini bilmeden, gaflet ve rehâvet içinde oyalanmaktan sakınmalıyız. Âhirette gitmek istediğimiz adrese yaraşır bir istikâmet, azim, gayret ve fedakârlık içinde olmalıyız.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Âh o günün korkuları, koca[5] kılar mâsumları,[6]
Nice olur mücrimleri, ağlaşalım ol gün için…

[Bugün bir virüs salgını, bir deprem, bir tsunami felâketi olduğunda, ne kadar korku ve endişeye kapılıyoruz. Hâlbuki; bu musîbetlerin en ağır neticesi bile, zaten mukadder olan “ecel”den başka bir şey değil. En kötü ihtimal; zaten fânî dünyanın zarûrî bir intikal kanunu olan “ölüm”…

Hâlbuki; îmân ettiğimiz, yani gerçekleşeceğine yakînen inandığımız kıyâmet ise bununla kıyas kabul etmeyecek derecede dehşetli bir hâdise. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Peki inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (el-Müzzemmil, 17)

Kıyamet günü; mâsum çocukları bile ak saçlı ihtiyarlara çevirebilecek dehşette bir gün. Zâlimlerin gözlerinin yuvalarından fırlayacağı,[7] kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir gün.[8] Emziren kadınların çocuklarını unutacağı, hâmile kadınların bebeklerini düşüreceği, insanların içkiden değil dehşetten sarhoş gibi olacakları[9] ve kaçacak bir yer arayacakları,[10] çetin ve belâlı[11] bir gün…

Üstelik o gün “يَوْمُ الْخُلوُدِ” yani bitmek bilmeyen, yarını olmayan ebedî bir gün!..[12]

O gün, Allâh’ın rahmeti yetişmezse, can yakıcı azaplar var, insanın âdeta bel kemiğini kıracak musîbetler var!..

Dolayısıyla insan; gönlündeki fânî korku ve endişeleri, asıl o güne tevcih etmelidir. Bu gelip geçici dünyada başına gelen ezâ ve cefalardan çok, ebedî hayatını mahvedebilecek hâdiseler için gözyaşı dökmelidir.

Yani mü’minler olarak, bu dünyada asıl korku ve endişe duymamız gerekenler, fânî musibet ve felâketler değil, ebedî hayatı -Allah korusun- bir azap faslına çevirebilecek olan isyanlar, şükürsüzlükler, nankörlükler, günahlar, gafletler, nefsânî ihtiraslardır.

Kıyamet gününün korku ve endişelerinden emin olabilmek için de, bugünden îmâna, takvâya, ihlâsa, sâlih amellere sımsıkı sarılıp haramlardan, günahlardan, isyan ve gafletten, tıpkı ateşten sakınır gibi sakınmamız zarûrîdir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nebevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm, öyle bir kalbî rikkat kazanmışlardı ki, gördükleri her şey onlara dünyanın fânîliğini, kabri, kıyâmeti, hesâbı, azâbı hatırlatıyordu. Tâbiînin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem -rahmetullâhi aleyh- de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah -radıyallâhu anh- durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah -radıyallâhu anh- oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah -radıyallâhu anh- fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

«Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkesini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (Cehennem’in) daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta helâk olup gitmeyi isterler.» (el-Furkân, 12-13) âyet-i kerîmelerini okudu.

Bunun üzerine Rebî -rahmetullâhi aleyh- bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- öğleye kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi…” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)

Unutmayalım ki âhiret endişesiyle bu dünyada gözyaşı dökenler; son nefeste, kabirde, kıyamette, hesapta ve sıratta yüzü gülenlerden olurlar. Dünya hayatını âdeta âhiret penceresinden seyrederek sâlih amellerle tezyîn eden bahtiyar kullar, son nefeslerinde perdeler kalkıp ilâhî rahmetle müjdelendikleri zaman, en güzel tebessüme nâil olurlar. Yani “son gülen, iyi güler”, sözünün hakîkatini idrâk ederler.

Yüce Rabbimiz, sâlih ve müttakî kullarını son nefeste, kabirde ve kıyamette nasıl korku ve endişeden kurtarıp ebedî saâdet müjdeleriyle sevindireceğini, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle haber veriyor:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikâmet üzere olanların üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, îman edip de takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allâh’ın sözlerinde aslâ değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Yûnus, 62-64)

Dolayısıyla bugün fırsat eldeyken, Cenâb-ı Hak ile dostluğu temin etmek için ciddî bir gayrete girmek îcâb eder. Bunun için de îman, ibadet, muâmelât, muâşeret ve ahlâkımızın, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın rızâ, muhabbet ve dostluğuna yaraşır şekilde olmasına büyük bir îtinâ göstermemiz zarûrîdir.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Varacağız teraziye, Hak kendi bakar yazuya,[13]
Görücek dağlar eriye, ol zebânîler ondadır…

[Hesap günü, sevap ve günahların tartılacağı “mîzân” denilen teraziler kurulacaktır. Keyfiyetini ancak Rabbimiz’in bildiği bu teraziler, zerre kadar haksızlık yapmadan herkesin dünyada iken işlediği amellerini, kuyumcu terazisiyle dahî kıyas kabul etmeyecek bir hassâsiyetle tartacaktır.

İşte o uhrevî mîzanda, bugün belki de hiç önemsemediğimiz veya farkında bile olmadığımız, zerre kabîlinden sorumluluklar dahî hesap edilecek. Cenâb-ı Hak bizleri îkaz sadedinde şöyle buyuruyor:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿7﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿8﴾

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse onu görür; kim de zerre ağırlığınca şer işlemişse onu görür!” (ez-Zilzâl, 7-8)

Nitekim bir bedevî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bu âyet-i kerîmeleri dinleyince büyük bir hayretle:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, zerre ağırlığınca mı?!” diye sormuştu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet.” buyurunca, bedevînin bir anda hâli değişti ve:

“–Vay benim kusurlarım!..” diye ıztırapla inlemeye başladı. Ve bu sözü defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ede ede kalkıp gitti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun ardından:

“–Îman, bu bedevînin kalbine girdi.” buyurdu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VIII, 595)

Demek ki bugün mühim görülmeyen zerre kabîlinden kusurların dahî mîzanda hesap edileceği âhiret gününü düşünmek ve bunun derdiyle meşgul olmak, hakîkî îmânın bir şahididir.

Unutmayalım ki, bazen küçücük bir zerre, terazinin bir kefesinin diğerine ağır basmasına sebebiyet verir. Bu yüzden hiçbir sevâbı da hiçbir günahı da küçük veya ehemmiyetsiz görmemek gerekir.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte de; kedisinin açlığını umursamayıp ölmesine sebebiyet veren bir kadının bu merhametsizliği sebebiyle Cehennem yolcusu olduğu bildiriliyor. Buna mukâbil, çölde susuzluktan kumları yalayan bir köpek görünce, başka kap olmadığı için ayakkabısıyla kuyudan su çıkararak o hayvancağızı sulayıveren günahkâr bir kadının da affedildiği haber veriliyor.[14]

Demek ki Allâhʼın rahmeti de gazabı da kimi zaman büyük bir şeyde, bazen normal bir şeyde, bazen de küçük gibi görünen bir hususta tecellî edebilir. Bunun içindir ki Bilâl bin Sa’d -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:

“Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Bitik[15] sunula eline, ettiğin gele yoluna,
Tanıklar bile buluna, dostun düşmanın ondadır…

[Kıyâmet günü her insana amel defteri verilecek ve:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) buyrulacak. İnsanın kendisiyle en dehşetli yüzleşmesi de o zaman olacak. Zira dünyadaki kulluk tahsilimizin karnesi olan amel defterlerimiz, en küçük teferruâtına kadar hayatımızı yeniden seyredeceğimiz bir ekran gibi önümüze gelecek.

Hayatta yaptığımız bazı şeyleri kendimiz bile unutuyoruz. Fakat amel defterimiz unutmayacak. Zira her ânımız Kirâmen Kâtibîn tarafından kaydedilerek uhrevî dosyamıza havâle ediliyor. Bu hakikatten gâfil kalmamak hususunda Lokman Hakîm’in şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“İki şeyi unutma: Allah Teâlâ’yı ve ölümü.

İki şeyi de unut: Başkasına yaptığın iyiliği ve sana yapılan kötülüğü.”

Zaman zaman nefsimiz; yaptığımız küçük hayırları gözümüzde büyüterek vicdânımızı rahatlatır, amellerimizi yeterli gösterir; “Sen şu kadar iyilik yaptın, başkaları hiç yapmıyor!” kabîlinden gaflet fısıltılarıyla gayret-i dîniyyemizi frenler, rûhumuza zehir saçar.

Diğer taraftan da, yaptığımız hata ve kusurları, işlediğimiz günah ve cürümleri gözümüzde küçülterek yine vicdanımızı rahatlatır, tevbe, istiğfar ve telâfî gayretlerine mânî olur. “Nasıl olsa Allah affeder!” düşüncesiyle, şeytanın en sinsi tuzağına düşürür.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak îkaz buyuruyor:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin! Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah hakkında (O’nun affına güvendirerek) sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)

Belki hepimiz bu dünyada zaman zaman nefsimizi hesaba çekiyoruz. Fakat bu muhâsebeler, âhiret hesâbına ne kadar muvâfık düşecek? Şu kıssa, sâlih kulların bu husustaki endişesini ne güzel îzah etmektedir:

Sâlihlerden bir zât pazara uğramıştı. Lüzumlu birkaç şey alacaktı. Alacağı şeylerin karşılığını da evde hesaplamış ve elindeki paranın buna kâfî olduğuna kanaat getirmişti. Fakat pazar yerine vardığında o para, almak istediklerine yetmedi. Bunun üzerine o sâlih kişi içli içli ağlamaya başladı ve bu hâli uzunca bir müddet devam etti.

Etrafındakiler bu duruma bir hayli şaşırdılar. Parası yetmediği için bu kadar ağlamasının yersiz olduğunu söyleyerek kendisini sâkinleştirmeye çalıştılar. Bir zaman sonra o sâlih zât, kendisini şaşkınlıkla izleyen kalabalığa, boğazında düğümlenen hıçkırıklar arasında şöyle seslendi:

“–Gözyaşlarımı aslâ bu dünya için sanmayınız! Düşündüm ki, bugün evdeki hesap çarşıya uymuyor! Peki şu dünyada yaptığımız hesaplar, yarın âhirete nasıl uyacak?!.”

İşte kıyamet günü amel defterimiz verildiğinde, nefsimizin ve şeytanın bize önemsiz gösterdiği hatâlarımızın, ihmâllerimizin, gafletlerimizin ne kadar mühim olduğunu, zerre kadar hayrın da şerrin de amel defterimize tek tek kaydedilmiş bulunduğunu hayretle müşâhede edeceğiz.

Farkında olduklarımız kadar farkında olmadığımız nice hatâlarımızı da o uhrevî ekranda seyredeceğiz:

Belki bir dedikodu ettik, bir kardeşimize ters baktık, bir insanı alaya aldık, kaş-göz işaretiyle birinin arkasından eğlendik, evimizin penceresinden bir halı silkeledik de alt kattaki komşuyu yahut evimizin önünden geçen bir insanı rahatsız ettik. Kapımızdaki kedinin-köpeğin açlığına duyarsız kaldık. Trafikte en öne geçmek için hatâlı sollamalar yaptık, bir su birikintisinden hızla geçip kaldırımdaki bir insanı ıslattık, kurallara aykırı hareket ederek insanların hayatlarını tehlikeye attık vs…

İşte farkında olduklarımız kadar farkında olmadığımız bütün günahlarımızın ağır faturasıyla karşılaşmamak için de bol bol tevbe-istiğfar etmeliyiz. Zira biz bazı hatâlarımızın farkında olmasak da onlar Kirâmen Kâtibîn’in tespitinden kaçmıyor. Biz unutsak da, ömrümüzün her ânının noktası virgülüne kadar kaydedildiği amel defteri unutmuyor. Nitekim insan, amel defterindeki kayıtların titizliğini görünce dehşet içinde kalacak. Âyet-i kerîmede bu hakîkat, şöyle haber veriliyor:

“Kitap ortaya konmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. «Vay hâlimize!» derler, «Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!» Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 49)

Velhâsıl mesele bu kadar ince ve hassas olunca, bizler de daha dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Bunun için, hakkını yediğimiz kimseler varsa derhâl helâlleşmeliyiz. Fakat helâlleşme imkânı kalmamışsa, yani hak sahibi ölmüş veya kaybolmuşsa, onun adına sadakalar vererek hatâyı telâfîye çalışmamız ve yine Cenâb-ı Hakk’ın affını dilememiz gerekir. Bilhassa da unuttuklarımız ve farkında olmadığımız kusurlarımız sebebiyle:

رَبَّنَا لَا تُؤٰاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

“…Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma!..” (el-Bakara, 286) duâsına çokça devam etmeliyiz.

Diğer taraftan âhirette kulun, amel defterinde gördüğü hiçbir şeyi inkâr etme imkânı da olmayacak. Zira kâfirler ve fâcirler, dünyada olduğu gibi huzûr-i ilâhîde hesâba çekilirken de inkâr ve îtirazlarına devam edecekler. O zaman Cenâb-ı Hak onların ağızlarına mühür vuracak ve diğer âzâlarına konuşmalarını emredecek. Bu hâl, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilmektedir:

“O gün, (dünyada iken) yapmış olduklarına dilleri, elleri ve ayakları şahitlik eder.” (en-Nûr, 24)

“Bugün onların ağızlarını mühürleriz de yaptıklarını Biz’e elleri anlatır ve ayakları da şâhitlik eder.” (Yâsîn, 65)

“Nihayet oraya vardıklarında; kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları işler hakkında aleyhlerine şahitlik edecektir. Onlar derilerine:

«‒Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?» derler.

Derileri de onlara:

«‒Her şeyi konuşturan Allah Teâlâ, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır ve yine O’na döndürülüyorsunuz.» derler.” (Fussilet, 20-21)

Velhâsıl bu dünyada bir dilimiz var, hesap gününde ise bütün uzuvlar dile gelerek tanıklık edecek. Hattâ mekânlar dahî şâhitlik edecek. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“O gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)

Demek ki bu dünyada her şey kayıt altında… Kirâmen Kâtibîn melekleri kadar, mekânlar da, ilâhî kameralar da her an kayıtta. Dolayısıyla bu cihanda başıboş bırakılmadığımızı, bu dünyaya niçin geldiğimizi, buradan nereye gideceğimizi aslâ unutmayacağız. Son nefesimize kadar kulluğumuza devam edip her an Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde yaşayacağız.]

Cenâb-ı Hak kalplerimizi âhiret tefekkürünün feyziyle ihyâ eylesin. Fânî dünyanın sahte çiçeklerine, süflî yaldızlarına ve nefsânî seraplarına aldanmaktan cümlemizi muhafaza buyursun. “Esas hayat âhiret hayatıdır!”[16] hakîkatinin tefekküründe derinleşerek huzûruna yüz akıyla varan sâlih kullarından olabilmeyi, lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Teşviş: Karışıklık, kargaşa.

[2] Melâmet: Kendini kınama, ayıplama, nedâmet/pişmanlık.

[3] Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403.

[4] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663.

[5] Koca: İhtiyar, yaşlı.

[6] Mâsum: Günahsız, suçsuz, sabî/çocuk.

[7] Bkz. İbrahim, 42.

[8] Bkz. en-Nûr, 37.

[9] Bkz. el-Hac, 1-2.

[10] Bkz. el-Kıyâme, 10.

[11] Bkz. el-İnsân, 10.

[12] Bkz. Kāf, 34.

[13] Yazu: Günah, suç.

[14] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm 151, 154, Birr 133.

[15] Bitik: Yazılı şey, ferman, mektup, kitap, amel defteri.

[16] Buhârî, Rikāk, 1.