Yüce Ruhların Mânevî Zevki: FEDÂKÂRLIK

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Ağustos, Sayı: 174

IZDIRAPTAN LEZZET ALMAK

Mevlânâ Hazretleri, sevenin sevdiği uğrunda katlanacağı fedâkârlıkları şu temsîlî hikâye ile anlatır:

“Bir efendiye hediye olarak bir kavun getirilmişti. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu, sâdık hizmetkârı Lokman’ı çağırttı.

Lokman gelince efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi.

Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zira efendisi, Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu.

Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi;

«–Bunu da ben yiyeyim de ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım.» dedi.

Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı kavruldu. Kavunun acılığından kendinden geçti. Ondan sonra Lokman’a sordu:

«–Ey benim canım hizmetkârım! Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Neden bir şey söylemedin?»

Lokman dedi ki:

«–Ben; siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mânen o kadar çok nimetleriyle perverde oldum ki, size bunlar için mukabelede bulunamadığımdan dolayı, mahcubiyetimden iki büklüm olmuşumdur. Elinizle ikrâm ettiğiniz bir şeye;

‘Bu acıdır, yenilemez.’ nasıl diyebilirim?!.

Hem sizin elinizden gelen her acı bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin bütün cüzleri sizin nimetlerinizle perverde olmuştur.»

Sonra Lokman, heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devam etti:

–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lütufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır?

Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.

Muhabbet ile tortular durulur, arınır.

Muhabbet vesilesiyle dermansız dertler şifâ bulur.

Muhabbet ile ölüler dirilir.

Muhabbet sayesinde padişahlar kul olur.

Muhabbetten dolayı zindanlar gül bahçelerine döner.

Muhabbetten ötürü karanlık evler aydınlanır, nurlanır.

Muhabbet vesilesiyle nâr, nûr olur.

Hâsılı muhabbet ile, kahır rahmet olur.»”

Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın dediği gibi;

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

Kıssadaki hizmetkâr, Allah yolunda candan ve maldan fedâkârlıkta bulunmayı canına minnet bilen bir mü’min kulu temsil eder.

Zira dünya hayatında; sâdık mü’min kullar, canlarını da, mallarını da cennet karşılığında Cenâb-ı Hakk’a satmışlardır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. (Onlar) Allah yolunda savaşarak öldürürler ve öldürülürler. Bu; Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da verilen gerçek bir va‘ddir. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır?

Öyleyse O’nunla yaptığınız alışverişe sevinin! Bu en büyük başarıdır.” (et-Tevbe, 111)

ŞEHÂDET

Fedâkârlığın zirvesi Allah yolunda şehidliktir. İvazsız garazsız, sadece Allah rızâsı için canını vermektir.

Can, tatlıdır. İnsan ölümden korkar, hayatının uzun olmasını ister. Fakat Allah yolunda canından geçebilenlere, Cenâb-ı Hak, çok daha büyük mânevî lezzetler tattırır. Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü büyük itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehîd olmayı ister.” (Buhârî, Cihâd, 21)

“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehîd olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 26)

Nitekim kavmi tarafından şehîd edilen Habîb-i Neccâr; ne acı ne de öfke duyuyor, sadece kavmine acıyarak şu temennîleri terennüm ediyordu:

“Keşke Rabbim’in beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi…” (Yâsîn, 26-27)

Ancak fedâkârlıktaki bu rûhânî zevke ulaşmak, kalbî bir terakkî ister. Nefsânî ve dünyevî arzuların girdabında boğulmuş kişilere, fedâkârlıklar çok ağır gelir.

Nitekim Tebük Seferi hazırlıkları devam ederken, kalplerinde hastalık bulunan münafıklar;

“–Bu sıcakta sefere gitmeyin!” diye menfî propaganda yaptılar. Cenâb-ı Hak ise fedâkârlıktan kaçınan kişilere şu îkazda bulundu:

“Cehennem, daha sıcaktır!” (et-Tevbe, 81)

Allah yolunda bilhassa cihad ve vatan müdafaası gibi mukaddes vazifelerde gösterilecek fedâkârlıkların dünyada da bir karşılığı vardır:

(Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihâd ederseniz, uhrevî mükâfatların yanında) seveceğiniz başka bir şey daha var:

Allah’tan yardım (zafer) ve yakın bir fetih.

Mü’minleri (bunlarla) müjdele!” (es-Saff, 13)

Hakikaten tarih şahittir ki;

Eğer bir harpte Allah yolunda samimî ve ciddî şehidler veriliyorsa, ardından zaferler gelmekte. Çanakkale zaferi bunun eşsiz bir misâlidir.

Fakat eğer bir harpte molozlar dökülüyorsa, ardından hezîmet gelir.

Öyleyse, tıpkı Çanakkale cephesindeki sancaklarda yazdığı gibi; «din, vatan, nâmus ve ittihâd»ın bekāsı için, fedâkâr ve diğergâm gençler yetiştirmek zarûrîdir.

Bu hususta bizlere rehber olan ashâb-ı kiram, benzersiz fedâkârlıklar sergilediler.

  • Bedir’de ve Uhud’da canlarını ortaya koydular. Şehâdet için yarıştılar. Çünkü onlar, Allah Rasûlü’ne can fedâ edeceklerine dair iştiyakla bey‘at ettiler.
  • Hendek’te açlık ve muazzam endişeler içinde fedâkârâne gayret ettiler.
  • Hudeybiye’de ağacın altında Peygamber Efendimiz’e; «‒Biz Sen’in gönlündekine bey‘at ediyoruz.» dediler.
  • Mûte’ye giden kumandanlar; şehîd olacaklarını bile bile, bayrama gider gibi cepheye koştular.

Tebliğ ve i‘lâ-yı kelimetullah için dünyanın dört bir yanına yayıldılar. Fedâkârca koştular; «Çölleri nasıl aşacağım? Harcırâhım ne olacak? Beni cellâtlardan kim koruyacak?» demeden sefer ettiler. Zaferlere ulaştılar.

Onları kendilerine nümûne bilen Fatih ve yiğit askerleri de İstanbul surlarına tırmanırken;

«‒Bugün şehidlik sırası bende!» diye iştiyakla ileri atılıyorlardı. Bu fedakârlık ve kahramanlığın neticesinde surlara fetih bayrağını diktiler.

Fedâkârlık; bir dâvânın ihtiyaç duyduğu yetişmiş, ideal insan şahsiyetinin en mühim ve vazgeçilmez hasletidir. Her zaman aranan, özlenen, iştiyak duyulan bir vasıftır.

ÂH FEDÂKÂRLIK!

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti zamanında bir gün dostlarıyla oturuyordu. Onlara (Allah’tan) bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını söyledi. (Âdetâ onların hayal ufkunu görmek istedi.) Oradakilerden bir kısmı;

“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusunca paralarım olsun da Allah yolunda infâk edeyim!..” şeklinde niyet izhâr etti.

Bir kısmı;

“–Şu ev dolusu altınım olsun da Allah için harcayayım!..” tarzında temennîde bulundu.

Bazılarının hayali de;

“–Şu hâne dolusu mücevherlere sahip olayım da onları Allah yolunda sarf edeyim!..” şeklinde oldu.

Ancak Hazret-i Ömer (bu ufku yeterli bulmayıp);

“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar;

“–Allah Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!.” dediler.

Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Ben ise, içinde bulunduğumuz şu hânenin Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ, fedâkâr, hizmet ve gayret ehli, ideal ve yetişmiş) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)

Bu vasıfta fedâkâr insan bulmanın zorluğunu ifade sadedinde şu menkıbe çok mânidardır:

Sultan II. Murad; tanışıp çok hürmette bulunduğu Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’ne bir ferman vermiş, onun talebelerinin ilim ve irfân ile huzur içinde meşguliyetlerini temin için onları vergi ve askerlikten muaf tuttuğunu bildirmişti.

Ancak bu iltifat, maalesef menfaat için de dergâha çokça insanın akın etmesine sebebiyet verir. Hattâ Ankara civarının vergilerinde düşüş olur. Nihayetinde Sultan Murad da, tedbiren Hazret’ten, mürîdânın listesini talep eder.

Bunun üzerine Hacı Bayrâm-ı Velî, bütün tâbîlerini Kanlıgöl mevkiine toplar. Meydana büyük bir çadır kurdurur. Bir imtihan yapacaktır. Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri gelenlere hitâb eder:

“‒Dervişlerim! Bugün Allah Teâlâ’ya kurban olma günüdür. Canını, malını, bu uğurda fedâ etmek isteyen çadıra girsin!”

Kalabalık içinden bir yiğit çıkar ve çadıra girer, herkes merakla ne olacağını beklemektedir. Birazdan çadırdan dışarı oluk oluk kan aktığı görülür.

Çağrı tekrar edilir. Ardından bir de kadın çadıra girer. Yine dışarı kanlar akar. Bu dehşetli manzarayı görenler arasından, çadıra girmeye cesaret edecek başka hiç kimse çıkmaz.

Aslında çadırdan akan kanlar, daha evvel oraya saklanmış olan kurbanlara aittir.

Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri, Sultân’a müridlerinin listesi olarak sadece bu iki kişinin adlarını bildirir.

Hazret-i Mevlânâ; fedâkâr insanı bulmanın zorluğunu, fakat aramayı asla bırakmamanın lüzumunu şöyle anlatır:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm;

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.

Adam;

«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.

Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine Yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama, hasretle aramak bile bana lezzet veriyor! Aradığımın o olması içimi ferahlatıyor »”

Peygamberimiz, risâlet hayatı boyunca, ashâbını; fedâkâr, diğergâm, cömert bir vasıfta terbiye etmiştir. Ashâbın fedâkârlığı öğrenmesi için, nice ibret dolu hâdiseler yaşanmıştır.

Siyer-i Nebî, bizler için baştanbaşa ibretler ve derslerle doludur. Fedâkârlığın ehemmiyetini bize en çok bildiren hâdise ise, Tebük Seferi’dir.

TEBÜK: FEDÂKÂRLIK İMTİHANI

Tebük Seferi, her bakımdan bir «Zorluk Seferi»ydi.

  • Evvelâ mevsim, yılın en sıcak zamanlarıydı.
  • Medine’de hasat vaktiydi. Meşgale vardı.
  • Gidilecek mesafe çok uzundu. Bin kilometre idi.
  • Düşman; devrin süper güçlerinden biri, yani Bizans idi.
  • Bu uzun ve zorlu sefer için, ciddî mânâda teçhizat ve masraf yapılması için de seferber olunması gerekiyordu. Yani önce maldan fedâkârlık zarûreti vardı.
  • İşi zorlaştıran bir başka unsur da, münafıkların moral bozucu, fitne karıştırıcı propagandalarıydı.

Sahâbe bu zorlukların üstesinden geldi. Düşman bu fedâkâr ve îman dolu ordunun karşısına dahî çıkamadı.

Bu seferin tek bir şehîdi vardı:

ZÜ’L-BİCÂDEYN

Bu fedâkâr ve cefâkâr sahâbîyi yakından tanıyalım:

Babası öldüğünde Abdullâh’a hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp büyütmüş ve mal sahibi yapmıştı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiği zaman Abdullah; müslüman olmak ve O’nun yanına koşmak istemişse de, müşrik amcası buna mâni oldu. Peygamber Efendimiz; Mekke’yi fethedip Medine’ye döndüğü zaman artık sabrı tükenen Abdullah, amcasına;

“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed -aleyhisselâm-’ı arzu ettiğini göremiyorum! Bari benim müslüman olmama izin ver!” dedi.

Amcası, onu malıyla tehdit ederek şöyle dedi:

“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim her şeyi geri alırım!”

Abdullah -radıyallâhu anh- tereddüt bile etmedi;

“–Ben, vallâhi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah -radıyallâhu anh-, elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullah; onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı.

Bir an evvel Medine’ye varıp Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuşmak istiyordu. Daha fazla duramadı; kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak, o gece gizlice yollara düştü.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından; eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Allah Rasûlü’nün huzûruna çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen Fahr-i Kâinât Efendimiz’e kavuşma heyecanına mâni olamadı ve Mescid-i Nebevî’ye koştu. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizleri, yalnızları ve mazlumları sîmâlarından tanıyan Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Eski isminin Abdüluzzâ olduğunu öğrenince;

“–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’sin! (Çifte çul/kilim sahibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu.

Abdullah -radıyallâhu anh- Suffe’de kalıyor ve; «Oku!» emrine ittibâ ederek Kur’ân-ı
Kerim öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerim’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun hakkında;

“O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, «evvâh»lardandır, yani Allâh’a çokça yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi.

Abdullah -radıyallâhu anh-, Tebük Seferi’ne katılacağı zaman Peygamberimiz’den; «bu seferde şehîd olmak için» duâ istedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun bu arzusuna cevâben şöyle duâ etti:

Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!”

Abdullah -radıyallâhu anh-, hayretle;

“–Yâ Rasûlâllah! Ben öyle istememiştim!” dedi. Bunun üzerine Peygamber-i Zîşân -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehidsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehidsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehidlik için sana yeter!”

Gerçekten onun şehâdeti, mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti; hummâya tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Bu mübârek sahâbînin defin hizmetleriyle, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bizzat alâkadar oldu, onu mübârek kollarına alarak kabre koydu ve onun hakkında:

“Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…” niyâzında bulundu.

Bu manzaraya şahit olan ve Efendimiz’in bu sahâbîsi için buyurduğu duâyı işiten Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh- da;

“Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!” diyerek ona gıpta etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, III, 227)

Zü’l-Bicâdeyn, bir garip sahâbî idi. Fedâkârlığı, kendini Allah ve Rasûlü’ne adamışlığı ona bu dereceyi kazandırdı.

İHMALKÂRLARIN CEZASI

Buna mukabil, Tebük Seferi’ne katılmayanları ağır bir muamele bekliyordu.

Yalanlar söyleyerek mazeret beyan eden münafıklar hakkında şu ağır hitap nâzil oldu:

“…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler (yani leştir ve murdardırlar)! …” (et-Tevbe, 95)

Bundan sonraki seferlere, ganîmet umuduyla katılmaları da yasaklandı.

Tebük’e katılamayan; fakat çok pişman olup tevbekâr olan, kendisini mescidin sütunlarına bağlayan müslümanlar affedildiler. Zira onlar, tevbe-i nasûhta bulundular.

Tebük’e katılmayan üç sahâbî daha vardı. Onlar, sâlih mü’minler oldukları hâlde; bugün yarın derken, mevsimlik taze meyvelere zebûn oldular, ihmalkârlık ettiler, sefere katılamadılar. Fakat yalan mazeretler de ileri sürmediler.

Peygamberimiz bu sahâbîleri affetmedi;

“Âyet gelinceye kadar bekleyin!” buyurdu.

Hilâl, Kâ‘b ve Mürâre… -radıyallâhu anhüm-

Bu üç sahâbîden ikisi Tebük’ten evvelki bütün gazvelere katılmıştı. Diğeri de Bedir hâriç bütün gazvelere katılmıştı. Buna rağmen ihmal sebebiyle bir sefere katılmamaları, böyle ağır bir muamele ile karşılandı. Demek ki, tebliğ faaliyetlerinde; «Şu kadar fedâkârca hizmet ettim! Bu kadarı kâfî!» demek asla makbul değildir.

Bu üç sahâbîye tard cezası verildi, yani kendileriyle bütün insânî irtibat kesildi. Kimse onlara selâm vermedi. Tecrîd edildiler.

Bu muamele karşısında, onlara âdetâ yeryüzü yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Bu yüzden onlar da gece-gündüz ağladılar. Eriyen bir muma döndüler.

Izdırap içinde elli gün geçti.

Nihayet doğru konuşmuş olmaları ve samimî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak, nâzil olan bir âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular. Müjdeli âyeti okurken, kalbi ümmetinin saâdetiyle çarpan Peygamberimiz’in mübârek yüzü sevinçle ayın on dördü gibi parlıyordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kâ‘b bin Mâlik’e bu müjdeli haberi şöyle bildirmiştir:

“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mesut bir günle müjdelerim!..”

Kâ‘b bin Mâlik -radıyallâhu anh- de Allâh’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Ben de Allah ve Rasûlü’nün rızâsı için malımın hepsini tasadduk etmek istiyorum!” dedi. Ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyurdular.

Bir tarafta kendini Allah ve Rasûlü yolunda fedâ eden Zü’l-bicâdeyn’in mazhar olduğu iltifat…

Bir tarafta ihmalkârlara gösterilen ciddî îkaz, ilâhî tehdit ve ceza!..

Hâl böyleyken Allah yolunda gayretlerden uzak kalırsak ya bizim hâlimiz nice olur?

Her birimiz; bir Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamalıyız. Allah yolunda yaptıklarımızı bir hiç görerek, son nefese kadar dâimâ hizmete devam etmeliyiz.

ÎSÂR

Îsar; peygamberlere ve Hakk’ın velî kullarına mahsus, fedâkârlık ve cömertliğin zirvesi olan bir haslettir. Nefsinden fedâkârlık yaparak, hakkından vazgeçerek, kendinin de muhtaç olduğu bir hakkı veya imkânı, diğer bir mü’mine devredebilmektir. Her hâlükârda kendinden önce din kardeşinin huzur ve saâdetini düşünebilmektir. Yani; «Önce nefsim!» demek yerine, benlikten diğergâmlığa geçip; «Önce kardeşim!» diyebilmektir.

Hakîm Tirmizî -kuddise sirruhû- «infâk»ı ne güzel tarif eder:

“İnfak; başkasının sevinci ile huzur bulmaktır.”

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu fazîletin de zirvesindeydi. O’nun mübârek hânesine, ganîmetler ve hediyeler gelirdi. Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eline geçeni dağıtmadan rahat edemezdi. O, fakirlerin doymasıyla açlığını unuturdu. Îsâr; «hâne-i Peygamber»in öyle ayrılmaz bir vasfı idi ki, Âişe Annemiz, şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurmuştur:

“Dilesek doyabilirdik. Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendinden ferâgat ederek, yani mü’min kardeşini kendine tercih ederek îsâr ederdi.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])

Fedâkârlık, candan ve maldan olduğu gibi, bütün diğer imkânlardan da sergilenir.

Bir misal olarak; yaz mevsiminde, camiler cıvıl cıvıl Kur’ân öğrenmeye koşan çocuklar ile dolu… Mektepler tatil olduğundan dolayı; yaz mevsimi, evlâtları yetiştirebilmek için büyük bir fırsat. Fakat bu fırsatı, ancak fedâkâr gönüller ganîmete dönüştürebilmekte.

Hizmetten uzak düşmeye bahane arayanlar ise; bu bereketli mevsimi, uzun ve gereksiz tatillerde hebâ etmekte.

Rabbimiz fedâkârlardan eylesin!..

Fedâkârlık, Hakk’a yakınlık ve dostluğun birinci şartıdır.

Nitekim, Hazret-i İbrahim’in fârikası, «Halîlullah» «Allâh’ın dostu» olmasıdır. O; bu müstesnâ makama, canından, malından ve evlâdından fedâkârlık ederek, nâil olmuştur.

Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’in Hakk’a teslîmiyetinden hâtıra olan «Kurban» ibâdetinin kelime mânâsı da «Yakınlaşmak»tır.

Yine bu ibâdetin diğer ismi olan «udhiye» de, «fedâkârlık» ile aynı kökten gelir.

Sözün özü;

Fedâkârlık göstermeden Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek ve dost olabilmek mümkün değildir.

İnsanlık bugün fedâkâr şahsiyetlere muhtaçtır. İslâm âlemi de bugün, yetişmiş, fedâkâr ve ideal insanları beklemektedir.

Ne mutlu, arkasından fedâkâr insan mîrâsı bırakarak şu gök kubbede hoş bir sedâ bırakabilenlere!..

Cenâb-ı Hak; hodgâmlıktan, nefse ve hevâsına uymaktan, kendini düşünmekten, pintilikten ve korkaklıktan muhafaza buyursun.

Fedâkârlık, şecaat, diğergâmlık, îsâr ve cömertlik fazîletlerinden bizlere ve nesillerimize hisseler nasîb eylesin.

Bize bu vatanı emânet eden şühedâ dedelerimize ve bu vatanı canı pahasına koruyan şehidlerimize Cenâb-ı Hak sonsuz rahmet ve ihsânıyla muamele buyursun.

Âmîn!..