Yaratılış Hikmetimiz

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2015 Ay: Mayıs Sayı: 104

Efendim; son zamanlarda ateistlerin yaydığı ve onlarında etkisinde kalarak zihinleri bulanan bazı müslüman gençlerin; “Allah beni yaratırken bana sordu mu? Sormadığına göre, beni niçin hesaba çekecek?” türünden sorularıyla muhatap oluyoruz. Böyle düşünenlere nasıl bir cevap vermek uygun olur?

Bu suâli, muhâtabın zihninde herhangi bir şüpheye yer bırakmadan cevaplayabilmek için, kendisinin kullanmış olduğu kelimeleri bilhassa dikkate alarak, şöyle başlamak istiyorum:

Öncelikle bu kimse; “Allah beni yaratırken bana sordu mu?” demekle, kendisini “yok”tan yaratanın Cenâb-ı Hak olduğunu kabul ettiğini ifâde etmiş olmaktadır. Cenâb-ı Hak ise, “Fâil-i Mutlak”tır; dilediğini yapabilecek yegâne güç ve kudret sahibidir. “Mâliküʼl-Mülk”tür, bütün kâinat O’nun mülküdür. “Fâil-i Muhtâr”dır, yani mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kimsenin O’na bu hususta -hâşâ- hesap sormaya hakkı yoktur, haddi de değildir.

Ayrıca Cenâb-ı Hak insanı, كُنْ/Ol!” emriyle “yok”tan var etmiştir. Yani insanoğlu, Cenâb-ı Hak onu var etmeden evvel bir “hiç”ti. Bu sebeple de Cenâb-ı Hakk’ın henüz “yok” olan bir şeye soru sorması abes olurdu. Her işinde hikmet sahibi olan Cenâb-ı Hak ise aslâ abesle iştigâl etmez.

Diğer taraftan böyle bir suâl, -Allah muhafaza buyursun- ilâhî takdîre rızâ göstermemek ve küllî irâdeyi haksızlıkla ithâm etmek mânâlarına da gelmektedir. Aynen müşriklerin ileri gelenlerinden Velîd bin Muğîre’nin yaptığı gibi… O da nübüvvetin Peygamber Efendimiz’e verilmesinden dolayı Allâh’ın irâdesine ve takdîrine -hâşâ- yanlışlık izâfe ederek şöyle demişti:

“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecekti?!.” (İbn-i Hişâm, I, 385)

Âyet-i kerîmede Velîd’in bu hezeyânı şöyle nakledilmektedir:

“Ve dediler ki: «Bu Kur’ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?»” (ez-Zuhrûf, 31)

Cenâb-ı Hak ise bu saçma beyâna bir sonraki âyette şöyle cevap vermektedir:

“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?..” (ez-Zuhrûf, 32)

Yine “Cenâb-ı Hak beni yaratırken bana sordu mu?” demek, insanın Hak katındaki değerinin idrâk edilmemiş olduğunun da bir göstergesidir.

Zira Cenâb-ı Hak, onu herhangi bir mahlûkat olarak değil, yaratılmışların en şereflisi olan “insan” olarak halketmiş, mükerrem/üstün kılmış ve ona kendi rûhundan üflemiştir. Hattâ âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere onu, yeryüzündeki halîfesi kılmıştır:

“Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, size verdiği (nîmetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur…” (el-En’âm, 165)

Şeyh Gâlip ne güzel söyler:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen…

“Ey insan! Kendine gönül gözüyle hoşça bir bak ki, sen âlemin, yani yaratılanların özüsün ve sen kâinâtın göz bebeği olan âdemsin/insansın.”

Şimdi sormak lâzım;

İnsan, insan olmak vasfıyla dünyaya gelebilmek için bir bedel mi ödedi? Veya hangi faziletinden dolayı Cenâb-ı Hak onu insan olarak halk etti?

Meselâ bir kimseye, hiçbir hakkı ve talebi yokken, her türlü ihtiyacını fazlasıyla karşılayacak büyük bir hazine hediye edilmiş olsa, bu kimse, kendisine bu hazineyi hediye eden kimseye hitâben; “Sen bu hazineyi bana nasıl hediye edersin! Benden izin aldın mı?!” tarzında memnuniyetsizlik ifadeleri sarf edebilir mi? Böyle demek için, akıl nîmetinden mahrum olması lâzım gelmez mi? Zira akl-ı selîm sahibi bir kimsenin böyle bir hediyeye karşılığı ancak; minnet, muhabbet ve şükran duygularıyla O hediyeyi bahşedene meftun ve medyûn olmaktan ibâret olur.

Bu fânî dünyada, kendisine bir bardak su ikrâm edene karşı dahî, vicdanen bir teşekkür etmek mecbûriyeti varken, başta insanlık nîmeti olmak üzere kuluna daha sayılamayacak pek çok nîmeti ihsan eden Cenâb-ı Hakk’a karşı sarf edilen böyle bir söz, ne kadar çirkin bir ifâdedir.

İnsan istihkâk ile, yani hak ettiği ve bir bedel ödediği için yaratılıp dünyaya gönderilmiyor. Aksine, “sıfır sermâye” ile yoktan var edilip dünyaya gönderiliyor. Sahip olduğu her şey, tamamen bir lûtf-i ilâhî. Zira Cenâb-ı Hak onu yerde sürünen bir yılan olarak da yaratabilir ve o, buna hiçbir sûrette îtiraz edemezdi. Çünkü insanlar ve cinler dışındaki mahlûkatta imtihan olunma keyfiyeti söz konusu olmadığından, onlarda Cenâb-ı Hakkʼın emrine muhâlefet edebilecek bir tercih salâhiyeti de bulunmamaktadır.

Ayrıca şunu da ifâde edelim ki, bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdirine rızâ hâlindedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, her yarattığı mahlûku, onun saâdet bulacağı bir kıvamda halk etmiştir. Mesela yılan, kendi toplumu içinde mesuttur. Yine rengârenk kuşlar, kendi hayatlarından memnundur. Hattâ Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi; “Tahtanın içindeki kurt, «Kimin böyle güzel helvası var!»” diyerek huzurla hayatiyetini devam ettirir. Onların yegâne hoşnutsuzluğu, insanoğlunun onları tabiî hayat şartlarından koparıp hayvanat bahçelerinde kafeslere koyması veya sirklerde eğlence malzemesi yapmasından kaynaklanmaktadır.

O hâlde insanın memnûniyetsizlik ve isyân içinde âdeta Rabbine hesap sormaya kalkışması, kendisine bahşedilmiş olan yüksek vasıflara karşı dehşetli bir gaflet, müthiş bir ahmaklık ve büyük bir nankörlük olur. Böylesi câhilâne bir tavır, insana verilen akıl ve idrâke iptal damgası vurmaktan farksızdır.

Yine insanın böyle bir hataya düşmesi; Yaratan ile yaratılan arasındaki muâmeleyi, insanlar arasındaki muâmele gibi zannetmesinden kaynaklanmaktadır. Unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak, yaratan ve yoktan var eden “Hâlık”, insan ise yoktan var edilen bir “mahlûk”tur.

Suâlin ikinci kısmı olan Peki beni niçin hesaba çekecek?” husûsuna gelirsek;

Meselâ bir talebe, her eğitim yılının sonunda bir karne alıyor. Her ders için öğretmeni tarafından kendisine bir not veriliyor. Zira karne verilmeyecek olsa, gayret edenle etmeyen talebe nasıl ayırt edilebilir? İmtihan edilmeden zayıf not verilen bir talebe, bu duruma îtiraz etmez miydi? Fakat karne, talebenin o eğitim yılını nasıl değerlendirdiğini gösteren bir delil mâhiyetindedir.

Sonsuz ilim sahibi olan, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için olacak hâdiseleri olmuş gibi bilen Rabbimiz, bizim nasıl kullukta bulunacağımızı da çok iyi bilmektedir. Lâkin bizleri, imtihanımızı vermek üzere dünyaya göndermekle, bu keyfiyetin bizler için de mâlum olmasını ve âhiretteki hesapta hiçbir îtirâza mahal kalmamasını temin buyurmaktadır.

Dolayısıyla bu dünyada bizlere verilen her nîmet, ömrün sonunda hesâbı sorulacak ayrı bir imtihan konusu hükmündedir.

Cenâb-ı Hakk’ın insana ikram ettiği nîmetleri saymak ise mümkün değildir. Göz bir nîmet, dil bir nîmet, gönül bir nîmet, akıl, iz’an, idrâk ayrı birer nîmet. Ciğerlerine çektiği hava nîmet, içtiği su nîmet, üzerinde yürüdüğü yeryüzü nîmet, gökyüzü ayrı bir nîmet…

Meselâ dünyamızı şefkatle saran atmosfer, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan sonsuz merhamet ve lûtfunu gösteren sayısız mükemmel sistemlerden biridir.

Atmosfer; ortalama % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 nisbetinde karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından teşekkül eder. Oksijen ile karbondioksit sürekli kullanılıyor olmasına rağmen havadaki nisbetleri (oranları) muhafaza edilmektedir. Dünyada sadece insanlar ve hayvanlar mevcut olsaydı, tabiattaki bütün oksijeni kullanıp karbondiokside çevirirler ve bir müddet sonra oksijenin azalmasına mukâbil gittikçe artan karbondioksit ile zehirlenip ölürlerdi. Ancak bu âlemi var eden kudret, bir de nebâtâtı (bitkileri) yaratmış ve onlara da karbondioksidi kullanıp oksijene dönüştürme kâbiliyeti vererek âlemde muhteşem bir denge ve devam edip giden bir canlılık meydana getirmiştir.[1]

En yüksek teknolojiyle îmâl edilmiş bir uçağa bindiğimizde dahî; “Şayet yüksek irtifâdayken basınç düşerse otomatik olarak önünüze gelecek olan oksijen maskelerini takın!” diye anons edilir.

Hâlbuki hiç kimse; “Acaba yarın havadaki oksijen miktarı yüzde 21’den yüzde 25’e çıkar mı, yahut yüzde 18’e düşer mi, kendime bir oksijen tüpü alsam mı?” diye bir endişe geçirmiyor. Çünkü inanan-inanmayan herkes, ilâhî nizâma tabiî bir îtimad hâlinde hayatını sürdürebiliyor. Aksi hâlde insan, karşı karşıya olduğu her türlü hayâtî risk ve tehlikenin farkında olsaydı, hayat çekilmez olurdu.

Kâinâtın bu kadar hassas ölçülerle tanzim edilmesi elbette ki hikmetsiz değildir. İnsanın gâyesiz yaratılmadığı gibi… İnsan, âyette bildirildiği üzere, kulluk için yaratılmıştır.[2] Diğer âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulur:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız!?” (el-Mü’minûn, 115)

Cenâb-ı Hak kullarını, kendilerine verdiği nîmetler ölçüsünde mükellef tutmaktadır. Yani bir insan ilâhî nîmetlerden ne kadar nasîb almışsa, mes’ûliyeti de o miktarda olacaktır. Zira Cenâb-ı Hak kulundan, takatinden fazlasını istememektedir. Lâkin takati nisbetinde de onu mes’ûl tutmaktadır. Bir misâl kabilinden zikretmek gerekirse; yirmi beş kilo kaldırabilecek bir insanın yirmi dört kilo kaldırması, aradaki bir kilodan dolayı mes’ûliyeti gerektirir. Veya otuz kilo kaldırabilecek bir kimsenin yirmi kilo kaldırması, aradaki on kilodan hesaba çekilmesini îcâb ettirmektedir. Çünkü âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Sonra o gün, size verilmiş olan her nîmetten hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Yani insanın mes’ûliyeti, kendisine verilen nîmetler ölçüsündedir. Dolayısıyla da aslâ bir adâletsizlik söz konusu değildir.

Adâlet; nîmetlerin bedelini ödeyip ödememe hususundadır. Lûtufta adâlet aranamaz. Allâhʼın bizleri var etmesi, Oʼnun lûtfundandır. Bizim hak etmemizden değildir. Lûtfeden ise, isterse verir, istemezse vermez. Dilediğine az, dilediğine çok ihsân edebilir. Hiç kimse Oʼna bu hususta hesap sorma hakkına sahip olamaz.

Bizler de, bir bedel ödemediğimiz hâlde, meccânen, yani tamamen Allâhʼın lûtfuyla yoktan var edildik. Varlıklar içinde insan, insanlar içinde ümmet-i Muhammedʼden kılındık. Bir bedel ödemeden nâil olduğumuz bütün bu nîmetlere mukâbil, bedel ödeyerek âhirete intikal edeceğiz.

Yani bu dünyada şükür borcumuzu îfâ etme mesʼûliyetiyle yaşadıktan sonra, Rabbimizʼin huzûruna çıkarılacağız. Orada, dünya imtihanının karnesi mevkiinde olan amel defterlerimizi okuyacağız. Hayat kasetimizi seyredeceğiz. Büyük-küçük hiçbir şeyin ihmal edilmeden kaydedildiği hayat dosyalarımız önümüze serildiğinde, Rabbimizʼden “adâlet” değil, “merhamet” dileneceğiz.

Zira bu dünyada yaptığımız sâlih ameller, Rabbimizʼin bize olan lûtufları karşısında âdeta bir hiç mevkiinde kalacaktır.

Nitekim bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Hiç kimse amel (ve ibadet)i sâyesinde kurtuluşa eremez!” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm hayretle:

“‒Siz de mi kurtulamazsınız ey Allâhʼın Rasûlü?” diye sordular.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒(Evet) ben de ancak Allâh’ın rahmet ve keremiyle kurtulabilirim!” buyurdular. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)

Cenâb-ı Hak akıllarımızı ve gönüllerimizi vahyin terbiyesiyle olgunlaştırarak nefs ve şeytanın hile ve desiselerine kapılmaktan cümlemizi muhafaza buyursun. His ve fikirlerimizi dâimâ rızâsıyla teʼlif eylesin. Biz âciz kullarını lûtfen ve keremen; ilâhî affına, rahmet ve mağfiretine mazhar kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. İlim-Ahlâk-Îman, Derleyen: M. Rahmi Balaban, sf. 187.

[2] Bkz. ez-Zâriyât, 56.