DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
VELÂDET KANDİLİ SOHBETİ
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytʼin, ashâb-ı kirâmʼın, enbiyâ-i izâmʼın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine, Rabbimiz bu mübârek gecenin tecellîlerini nasîb eylemesi niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Âhir zaman ümmetiyiz. Cenâb-ı Hak 124 bin küsur peygamber içinde en yüce Peygamberʼine, en sevgili Peygamberʼine bizi ümmet kıldı. Cenâb-ı Hak bu ilâhî lûtuflarını bildiriyor âyet-i kerîmede. Bizim, beşer idrâkimizin çok ötesinde olduğunu bildiriyor. İlk okunan âyette de bu, Allâhʼın bize en büyük bir nîmeti olduğunu, Allah Rasûlüʼne ümmet olmamızı ve bunun idrâki içinde olmamızı Cenâb-ı Hak bize îkaz ediyor.
Cenâb-ı Hak, ilâhî ikram (olarak), bütün mahlûkâta bir idrak veriyor, bir düşünce tarzı veriyor. Hayvanâta ayrı. Hayvanata, hayâtiyetini devam ettirmek için bir idrak veriyor. Yemini görüyor, yemine gidiyor. Nesli oluyor, nesline bakıyor. Yaratılışı insan için. Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bârî”, “el-Musavvir” sıfatının değişik tecellîleri.
İnsanı Cenâb-ı Hak eşref-i mahlûkat kılıyor. Mükerrem kılıyor. Ve mükerrem olmasını istiyor. Mükerrem olacak istîdatlar veriyor. Mükerrem olacak, Cennetʼe istihkak kazanacak.
İnsana bir idrak veriyor, bir ufuk veriyor. Bir avâmın tefekkürü var, avâmın idrâki var, halkın, genel olarak. Havâssın idrâki var, daha üst derecede, Allâhʼa yaklaşanların, Hak dostlarının. Havâssüʼl-havâssın idrâki var. Onun daha ötesinde peygamberlerin idrâki var. Onun daha ötesinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz…
Fakat biz, ister avâm olalım, ister havâs olalım, ister havâssüʼl-havâs olalım, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yüceliğini idrâk etmeye gücümüz yetmez. Onun için okunan âyetler, bize Cenâb-ı Hakkʼın lûtfunu bildiriyor. Nasıl ilâhî bir lûtuf!..
Bunu ben bir iki misalle de açıklamak istiyorum. Çünkü bu çok mühim; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi tanıyabilmek, Oʼna ümmet olabilmek, lâyık olabilmek…
Bu âyetlerde, okunan âyetlerde, Efendimizʼin yüceliği, Efendimizʼin Hak katındaki mevkii, bizim idrâkimizin çok ötesinde olduğu bildiriliyor âyet-i kerîmelerde. Yine bu âyet-i kerîmeler, Cenâb-ı Hakkʼın bize en büyük ikramı olduğunu bildiriyor. Ve bu büyük ikrâma lâyık hâle gelebilmemizi arzu ediyor. Ve bunun da mukâbilinde Cenâb-ı Hak Cennetʼi vaad ediyor.
Bir misal olarak, bir derviş, ârif bir zâta soruyor. Diyor ki:
“‒Üstad! (Diyor.) Cüneyd-i Bağdâdî mi büyüktür (diyor), Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?” diyor.
O zât da şöyle cevap veriyor:
“‒Bu (diyor), iki velî arasındaki fazîlet büyüklüğünü tâyin edebilmek için, onlardan daha büyük bir velî olmak lâzım.” diyor.
Diğer bir misal; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Hazretleriʼnin mürîdesi, Selçuklu Sultanının kızı Gürcü Hâtun, beyi Paşa, Kayseriʼye tayini çıkıyor. Kendisi de Kayseriʼye gidecek. Tabi câiz değil ama, fakat çok muhabbeti var, sarayın meşhur ressamı ve nakkaşı Aynuddevleʼye diyor ki:
“‒Sen (diyor), git (diyor), üstâdım Mevlânâʼnın huzûruna (diyor), o (diyor) fark etmeden bir resmini çiz bana getir (diyor). Onu ben (diyor), hâtıra olarak giderken götüreyim.” diyor.
Bunun cevâzı yok ama, bu, muhabbetten Gürcü Hâtun böyle bir talepte bulunuyor Aynuddevleʼden. Aynuddevle de, tabi avamdan bir nakkaş; Mevlânâʼnın huzûruna gidiyor. Diyor ki:
“‒Efendim (diyor), beni saraydan gönderdiler. Sizin ben resminizi çizeceğim.”
“‒Peki oğlum (diyor), emrolunduğun şeyi, arzuyu, yerine getir.” diyor.
En nihâyet, ressam oturuyor, çizmeye başlıyor. Fakat neticede, her çizdiğine bakıyor, karşısındakine bakıyor, Mevlânâʼya bakıyor. Çizdiği ayrı, karşısında oturan ayrı.
Ahmed Eflâkîʼnin bildirdiğine göre, yetmiş tane varak, yetmiş tane kağıt eskitiyor. Ondan sonra dönüyor Mevlânâʼya, elini-ayağını öpüyor:
“‒Aman yâ Rabbi (diyor), bir (diyor), dînin velisi böyleyse, kim bilir nebisi nasıldır?” diyor.
Ve bu ressamın gönlü uyanıyor tabi, hayret ve dehşet bir ürperiş içinde…
Yine diğer bir misal:
Hâlid bin Velid, İslâm orduları kumandanı. Bir seriyye esnâsında müslüman bir aşiretin yanından geçiyor. Aşiret reisi ona diyor ki:
“‒Sen (diyor) Allah Rasûlüʼnü gördün (diyor). Oʼnu (diyor) bana bir anlatsana.” diyor.
Hâlid bin Velid de:
“‒Anlatamam!” diyor.
“‒Yahu anlat (diyor), bildiğin kadarıyla anlat (diyor), gözünün gördüğü kadarıyla anlat.” diyor.
“‒Ben (diyor), ancak (diyor), sana şunu söyleyeyim (diyor). Gönderilen, gönderenin kadrince olur (diyor). Oʼnu gönderen (diyor), kâinâtın Hâlıkʼı Cenâb-ı Hak olduğuna göre (diyor), sen var (diyor), git (diyor) şu gönderilenin bir kıymetini, bir kadrini düşün.” diyor.
Sohbetimize salevât-ı şerîfe ile başlayalım:
Ol Seyyidü’l-Kevneyn; iki cihan efendisi Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Ol Rasûlü’s-Sekaleyn; ins ve cinnin peygamberi Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Ol İmâmu’l-Harameyn; Mekke-i Mükerremeʼnin ve Medîne-i Münevvereʼnin imâmı Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Ol Ceddü’l-Haseneyn; Hasan ve Hüseyin Efendimizin mübârek ceddi Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Cenâb-ı Hak:
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰى buyuruyor.
“Şüphesiz ki Rabbin Sana verecek, Sen de râzı (ve hoşnut) olacaksın.” (ed-Duhâ, 5)
Efendimizʼin hoşnut olması, râzı olması; ümmetinin selâmete çıkması.
Efendimiz buyuruyor:
“…Ben (diyor), İsrâfil Sûrʼu üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim…” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Cenâb-ı Hak âyette de:
“Şüphesiz ki Rabbin Sana verecek, (verecek ama) Sen de râzı olacaksın.” (ed-Duhâ, 5)
Cenâb-ı Hak bizleri -inşâallah- Oʼna lâyık ümmet eylesin. Ki Oʼnun, -her peygamberin bir sıfatı var- Efendimizʼin sıfatı da Habîb, Habîbullah; Allâhʼın sevgilisi.
Hadîs-i şerîfte buyruluyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyruluyor. (Buhârî, Edeb, 96)
İşte ashâb-ı kirâm, Efendimizʼi yakından tanıdı. Öyle bir tanıyış oldu ki Oʼnun en ufak bir arzusuna:
“‒Malım, canım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Ve bu, sözde kalmadı. Canını, malını fedâ etmeyi de kendisine bir nîmet bildi.
Cenâb-ı Hak da -aşağıda hâfız efendinin okuduğu âyet-i kerîmelerde- Cenâb-ı Hak, bizim de onlar gibi olmamızı istiyor. Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde.
Yine Cenâb-ı Hak:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.
“Allah katında en keremliniz, en çok müttakî olanınızdır.” (el-Hucurât, 13)
Nasıl müttakî olacağız? Efendimizʼe benzemek sûretiyle. Efendimiz; “Benim gibi olun.” buyuruyor. “Namaz kılarken benim kıldığım gibi kılın.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)
Yani Efendimiz… Her hâlimizin, Efendimizʼe benzemesi arzu ediliyor.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Rabîulevvel ayının ihyâsı da; takvâ ile tezyîn olup Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle kalbî beraberliği temin edebilmektir. Malzeme muhabbet, neticesi ise Allah Rasûlüʼnün edep ve hâliyle hâllenebilmek…
Cenâb-ı Hak, okunan âyet-i kerîmede:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ buyuruyor.
“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)
Demek ki Cenâb-ı Hak, iki itaati birleştiriyor. Demek ki Allah Rasûlüʼnün Sünnet-i Seniyyeʼsine olan ittibâmız, çok ehemmiyetli.
Abdullah bin Deylemî Hazretleri buyuruyor:
Din, bir halat gibidir diyor. Bu diyor, halatın lifleri de Sünnet-i Seniyyeʼdir diyor. Bu diyor, Sünnet-i Seniyye ihmâl edildikçe diyor, o halattan bir lif kopmuş olur diyor. Fakat terk edile terk edile diyor, o diyor, halatın diyor, bütün gücü kaybolur diyor.
Sünnet-i Seniyyeʼnin bu kadar bir ehemmiyeti, hayatımızın her safhasında…
Zaten sahâbe o şekildeydi:
“‒Acabâ Allah Rasûlü benim bu hâlimden memnun olur mu?..”
Demek ki bu Rabîulevvelʼi başlangıç olarak başlayalım. Her hâli, âile hayatı, beşerî münâsebetler, din kardeşliği…
“‒Acaba Allah Rasûlü benim yanımda olsa benim bu hâlimden memnun olur mu?..”
Yine, okunan âyet-i kerîmede, Fetih Sûresiʼnde; Hudeybiyeʼde müslümanlar müşkül durumda kaldı çok. Umreye gidecekler; Mekkeli müşrikler sokmuyordu. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼı esir alma gibi bir durum, bir şâyia meydana geldi. Efendimiz, ağacın altında bîat aldı ashâb-ı kirâmdan. Ashâb-ı kirâm da, Allah Rasûlüʼnün gönlünde ne varsa ona bîat ettiler. Allah Rasûlüʼnün gönlünde ne varsa. Yani canlarını, mallarını, her şeylerini feda etmeye…
Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede, Fetih Sûresiʼnin 10. âyetinde:
“Muhakkak ki Sana bîat edenler, ancak Allâhʼa bîat etmiş olurlar…”
Şimdi, Rabîulevvel ayında bunu bir düşünelim:
Hakîkaten biz. 1400 sene evvel gelen bizim dedelerimiz gibi, ashâb-ı kirâm gibi, Allah Rasûlüʼne bîat hâlinde miyiz? Yani Allah Rasûlüʼnün arzularını severek yerine getirebiliyor muyuz?..
Efendimiz Vedâ Haccıʼnın sonunda:
“İki emânet bırakıyorum. Kitabım ve Sünnetimdir.” buyuruyor. (Bkz. Hakim, I, 171/318)
Demek ki hayatımızın, ibadet, muâmelât vs. hayatımızın her safhasında ne kadar biz bir bîat hâlindeyiz?
Cenâb-ı Hak da o bîat edenleri, ağaç altında bîat edenleri, onları tebrik ediyor:
“…Onlar, Allâhʼa bîat hâlindedir…” (el-Feth, 10) buyuruyor.
Bu da bizim Cenâb-ı Hakkʼa olan sevgimizi, Efendimizʼe olan muhabbetimizi gösteriyor.
Ondan sonra hocamızın okuduğu âyet-i kerîmede, Ahzâb Sûresiʼnin 21. âyetinde, Cenâb-ı Hak:
“Andolsun ki Rasûlullah sizin için, Allâhʼa ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâhʼı çok çok zikredenler için güzel bir üsve-i hasene (güzel bir şahsiyet, güzel bir örnek)tir.” buyuruyor.
Demek ki biz Allah Rasûlüʼnün rûhânî dokusundan ne kadar bir hissedârız?
Burada Cenâb-ı Hak üç tane şart koşuyor:
Birincisi: Allâhʼa kavuşmayı umanlar. Yani Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı istikâmetinde olanlar. “Her an ben Allah rızâsında mıyım? İbadetimde, muâmelâtımda, evlât yetiştirmemde, topluma faydalı olmamda, İslâmʼı yaşayarak tebliğ etmemde…”
Cenâb-ı Hak:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyuruyor.
Kalpler ancak Cenâb-ı Hakʼla huzur bulur. Birinci madde bu, Allah Rasûlüʼne benzememiz için.
İkinci madde: Âhiret gününe kavuşmayı umanlar.
Demek ki, ölüm gerçeği dâimâ, âhiret, önümüzde olacak.
Efendimiz dâimâ:
“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Bir ihtirâsa, bir hırsa kapılmayacağız. Dâimâ bu dünyaya bir imtihan olarak geldiğimizi, bir imtihan dershânesinde olduğumuzun şuuru içinde bulunacağız.
Üçüncü şart da: “…Allâhʼı çok çok zikredenler (Cenâb-ı Hakkʼı unutmayanlar) için, Allah Rasûlüʼnde bir üsve-i hasene (örnek şahsiyet) vardır.” (el-Ahzâb, 21) buyuruyor.
Demek ki -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin o karakterini, o şahsiyetini idrâk etmemiz, hayatımıza yansıtabilmemiz için, bu üç şartın yerine gelmesinin Cenâb-ı Hak zarûrî olduğunu bildiriyor.
İmâm Mâlik Hazretleri var, Mâlikî mezhebinin imâmı, Medîneʼde Ravzaʼnın imâmı. O zât buyuruyor ki:
“Kabr-i şerîfin bulunduğu mahal (yani Efendimizʼin kabr-i şerîfinin bulunduğu mahal), Kâbeʼden daha efdaldir.” buyuruyor. Çünkü diyor, Kâbe diyor, Oʼnun yüzü hürmetine vardır diyor. O olduğu için Kâbe vardır buyuruyor.
Velhâsıl bizlerin, okunan bu âyet-i kerîmelerde Oʼnu idrâk, Oʼnu insanlığın idrâk edebilmesi, Oʼnun yüceliğini idrâkine sığdırması mümkün değil. Oʼnu ancak muhabbetimiz kadar tanıyabiliriz. Gerçek siyer de budur. Ve onun zirvesinde de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼı görüyoruz.
Bir gün Efendimiz buyurdu:
“‒Ben herkesin yaptığı iyiliklerin, hizmetlerin mukâbilini verdim, Ebû Bekir hâriç (dedi). Ona veremedim.” buyurdu.
Ebû Bekir Efendimiz gayriden görülmenin hüznü içinde:
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Canım, malım her şeyim Sen(in için) değil mi?” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 11)
Yine Ebû Bekir Efendimizʼin hastalığı arttı, vefat günleri yaklaştı
“‒Kızım Aişe! (Dedi.) Bugün günlerden ne gündeyiz?” dedi.
“‒Baba! (Dedi.) Bugün pazartesi günündeyiz.” dedi.
“‒Aaa (dedi), yavrum (dedi), Efendimiz (dedi) bugün vefât etti. Aman (dedi), ne olursun (dedi), ben (dedi), bu gün, bu gece vefat etmek istiyorum. Beni hiç bekletmeyin, hemen Allah Rasûlüʼnün yanına götürün, defnedin.” buyurdu. (Bkz. Ahmed ibn-i Hanbel, I, 8)
Diğer okunan bir âyet, Ahzâb Sûresiʼnin 45. âyetinde, Cenâb-ı Hak:
“Ey Peygamber! Biz Senʼi hakîkaten bir şâhit…”
Yani İslâmʼı temsil edebilme, hâlimizle, kālimizle.
“…Bir müjdeci…”
İslâmʼın güzel yüzünü tebessüm ettireceğiz.
“…Ve bir uyarıcı…” (Bkz. el-Ahzâb, 45)
Emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münkerʼde bulunacağız.
Demek ki biz de Efendimizʼi ne kadar seviyoruz?
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki dînin şâhidi olacağız. İslâmʼı temsil edeceğiz. İslâmʼın güleryüzünü aksettireceğiz ve emr biʼl-mârûfta bulunacağız.
Ashâb-ı kirâm her gittiği yerde Efendimizʼi temsil etti. Tâ Çinʼe kadar gitti, Semerkandʼa gitti.
Birinci Murad Han Kosovaʼyı fethetti. Anadoluʼnun temiz halkını götürdü. Oranın; hâliyle, kāliyle, bu şâhit olma, müjdeci olma ve emr biʼl-mârûf sahibi olmakla Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu.
Yine Fatih Bosnaʼyı fethetti. Yine Anadoluʼnun temiz insanını götürdü. Onlar da dînin şâhidi oldular. Müjdeci oldular, uyarıcı oldular. Boşnakların tamamı müslüman oldu.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki bizim de Cenâb-ı Hak onlar gibi olmamızı (istiyor).
Peygamber Efendimiz de:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)
Yine Ahzâb Sûresiʼnin okunan 56. âyetinde, Cenâb-ı Hak:
“Allah ve melekleri, Peygamberʼe çok salât eder…” buyuruyor.
Demek ki bizim idrâkimizin çok ötesinde Efendimizʼin yüceliği. Cenâb-ı Hak kendisinin ve rûhânî varlık meleklerin salât ettiğini bildiriyor.
“…Peygamberʼe çok çok salât edin…” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.
Yani unutmayacağız Peygamber Efendimizʼi. Oʼnun 23 senelik nebevî hayatını unutmayacağız. Çünkü O, üsve-i hasene / örnek şahsiyet. En alt kademeden en üst kademeye kadar her devre Efendimiz bir misal. Cenâb-ı Hakkʼın “insan”da tecellî eden bir mûcizesi.
Îman; lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret…
“…Kendi aralarında merhametlidirler…” (el-Fetih, 29)
Demek ki müʼminin müʼmine Cenâb-ı Hak “kardeş” olduğunu bildiriyor. Kardeş olanlara, hakkını verenlere de Arşʼın gölgesi altında, kıyâmet günü orada Cenâb-ı Hak ikram edecek.
Demek ki bir müʼmin diğer müʼminle imkânlarını paylaşacak. Ashâb-ı kirâm öyle paylaştı. Mekkeliler geldiği zaman Medîneliler:
“‒İşte evimiz, işte işimiz, işte tarlamız, işte hurma bahçemiz. Gel yarıdan bölelim.” dediler.
İmkânlarını paylaşmak…
- “…Kendi aralarında merhametlidir…” (el-Fetih, 29)
Onların ibadet hâlini Cenâb-ı Hak bildiriyor:
“…Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29)
Nedir rükûya varmak, secdeye varmak? Cenâb-ı Hakʼla bir mülâkat hâlinde olabilmek.
Demek ki bir müʼminin rükûsu ve secdesi bir enerji tevzî edecek, bir rûhâniyet verecek.
Sen onların da; مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ (“…Secde eseri olan alâmetleri…” [el-Fetih, 29]) Bir rûhâniyet olduğunu bildiriyor. Bir secde alâmeti olduğunu, secde izleri olduğunu bildiriyor.
Demek ki müʼmin, bu üniforma ile gezecek, bu mânevî üniformayla. Rükûsu, secdesi ve bir de her şeyinde müʼminin bir secde alâmeti olacak: hlâkında, istikâmetinde, edebinde, her şeyinde, hakkı tevziinde…
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberʼinizin sesi üzerine yükseltmeyin…” (el-Hucurât, 2)
Yani bir telâffuzda bile bir edep. Çünkü Efendimizʼi hakkıyla tanımamıza imkân yok. En iyi tanıyan, ashâb-ı kirâmdır. Ashâb-ı kirâma dahî Cenâb-ı Hak:
“…Aranızda konuştuğunuz gibi Oʼnun yanında konuşmayın…” (el-Hucurât, 2) buyuruyor.
Bir edep tâlimi…
“…Yoksa farkına varmadan amelleriniz boşa çıkar.” (el-Hucurât, 2) diyor. Yani sıfır olursunuz diyor, Oʼna karşı en ufak bir nezâketteki hatânız dolayısıyla.
Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri var. O kadar coşkun bir Efendimizʼe şeyi var ki, muhabbeti, 63 yaşına girdiği zaman:
“‒O (diyor) 63 yaşında vefat etti. Benim dünyada bundan sonra görecek bir şeyim yok.” diyor. 10 sene bir mahzen içinde irşâdına devam ediyor.
Büyük hadis âlimi, müctehid İmam Nevevî, hadislerde Efendimizʼin karpuzu nasıl keserdi, nasıl yerdi, ona rastlamadığı için hadîs-i şerîflerde, karpuz yemiyor. Tabi biz bunu yapsak gülünç olur.
Misaller çok… Velîler, evliyâullah, dâimâ, bütün ahlâkın her safhasında benzemeye, merhamet, şefkat vs…
Meselâ Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin önünde bir merkebi dövüyorlar. Merkebin bacaklarından kan akmaya başlıyor. Diğer tarafta Bâyezîd-i Bistâmîʼnin baldırlarından da kan sızmaya başlıyor.
Yine bir yolculukta, bir ağacın altında yemek yiyorlar. Yola devam ediyor. Bir bakıyor; torbasında bir karınca geziniyor. Ben bu karıncayı vatan-cüdâ ettim diyor. Dönüyor, karıncayı ağacın altına bırakıyor.
Bunun misalleri evliyâullahta çok. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼnde ayrı, evliyâullâhın hepsinde çeşit çeşit bize manzaralar…
Hep bunlar nedir? Kalbin:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])
En mühim tahsil, Efendimizʼi ne kadar seviyoruz? Ölçü, önümüzde bir ayna. Kıyâmet günü, o zor günde, o büyük infilâk gününde ne kadar Efendimizʼle beraber olmak istiyoruz?
Onun için kardeşler! Bir zâhirî farzlar var: Namazdı, oruçtu, zekâttı vs. Bunlar zâhirî. Bunun iç yapısı var, bâtınî tarafı; huşû… Kalbin seviye kazanması. Seviyeli bir kalple îfâ etme.
Her ibadetin bize ayrı bir tecellîsi. Bir ibadet, diğer ibadetin yerine geçmez. Bunun neticesinde de birtakım bâtınî farzlar var. Merhamet, şefkat, fedakârlık, ihlâs, kardeşlik. Bunlar beraber olacak.
Zâhirî haramlar var; içkiydi, kumardı, zinaydı vs… Bir de bâtınî haramlar var. Bu bâtınî haramlar, belki bu zâhirî haramları da geçer.
Meselâ biz, içki içen birini çok kınarız, haklı olarak kınarız. Çünkü haram olan bir şeyi irtikâb ediyor, Cenâb-ı Hakkʼa karşı suç işliyor. Fakat o yine Allah ile kendi arasında. Fakat gıybet, dedikodu, tâ kıyâmete gidiyor, havâle ediliyor.
Efendimiz:
“Kıyâmet günü gelir (buyuruyor) ibadetlerle, tâatlerle, sevaplarla. Alınır, alınır, hiçbir şeyi kalmaz (diyor) kul hakkı olduğu için. Ondan sonra hakkını yediğine hakkı geçmeye başlar, Cehennemlik olur.” (Bkz. Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)
Enes -radıyallâhu anh- diyor:
“Efendimiz vefat esnâsında dâimâ bir telkin hâlindeydi. Hattâ öyle bir telkin hâlindeydi ki devamlı tekrarlıyordu. Rasûlullâhʼın sesi kısıldı. Fakat yine dudakları kıpırdıyordu telkin hâlinde:
«Namaz, namaz, namaz. (Birinci madde, Cenâb-ı Hakkʼa kul olmamızın bizim kartviziti. İkincisi de:) Emriniz altındakilerin hukukuna dikkat edin.»” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Diğer bir rivâyette, bu, “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin”de; yetimlerin hakkı var, dulların hakkı var, gariplerin, yalnızların, kimsesizlerin hakkı var üzerimizde.
Velhâsıl benzemek;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ (“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) Muhabbet ister. Muhabbetin ölçüsü de, muhabbetin kantarı da fedakârlıktır.
Velhâsıl, Efendimiz;
“Muhakkak ki sen, sevdiğinle berabersin.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 164)
En zor da bu sevmek, en zor da bu sevginin getirdiği fedakârlıktır.
Bir anneyi düşünün: Ne kadar evlâdına fedakâr!..
Bir hayvanı düşünün: Yavrusuna ne kadar fedakâr!
Bir kediyi düşünelim: Onu alır, boynundan tutar, muhafazalı bir yere götürür. Kendisi hâlsiz bile olsa, beş tane yavrusuna süt verir. Hep fedakârlık… Bize manzaralar…
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)
Demek ki bizden de Cenâb-ı Hak fedakârlık istiyor. Hayatımızın her hâlini -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe benzetebilmek. Esas Rabîulevvel ayını kutlamak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe her hâlimizin benzemesiyle olacak.
Yine, işte bu Sevbanʼa olan şeyde, Sevban dedi ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Bu derdimden ben ne olacağım, benim hâlim (dedi) Sizʼi kaybettikten, Sizʼin vefatınızdan yahut da benim vefatımdan sonra?”
Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) buyurdu.
Ondan sonra, Nisâ Sûresiʼnin 69. âyeti indi:
“Kim, Allâhʼa ve Rasûlʼüne itaat ederse, işte onlar, Allâhʼın kendilerine nîmet verdiği, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostlardır.”
Yine bu Rabîulevvel ayının ihyâsı husûsunda, içinde bulunduğumuz bu ayın; İmam Kastalânî Hazretleri vardır. Bu, Buhârî şârihidir, allâmedir kendisi. O şöyle bir kıssa naklediyor, İmam Kastalânî Hazretleri:
Abbas -radıyallâhu anh-, kardeşi Ebû Leheb kâfirdi. Efendimizʼe dikenler koyuyordu yoluna, hakaret ediyordu. Cenâb-ı Hak “Tebbet yedâ” Sûresiʼni indirdi onun için.
Abbas -radıyallâhu anh-, kardeşi kâfir Ebû Lehebʼi rüyâsında gördü.
“‒Ebû Leheb! (Dedi.) Durumun nasıl?” dedi.
O da dedi ki:
“‒Cehennemdeyim (dedi), çok acıklı bir azabın içindeyim (dedi). Yalnız (dedi) pazartesi günleri (dedi) parmak uçlarımdan bir su çıkıyor, onu emiyorum, biraz ferahlıyorum. Çünkü (dedi), Süveybe (dedi) kölem (dedi), câriyem (dedi), bana geldi; «Muhammed ismi konulan bir yeğenin dünyaya geldi.» dedi. Ben de sırf akrabalık asabiyetimden, bir kişi çoğaldık diye, bir yeğenim fazla oldu diye sevindim: «Süveybe! Âzatsın!» dedim. Onun sebebiyle parmaklarımdan pazartesi günleri hafif bir su çıkıyor, onu emiyorum, biraz ferahlıyorum.” diyor.
İmam Cezerî Hazretleri, İbnüʼl-Cezerî, bu, kıraat âlimi, hadis âlimi, mutasavvıf, vefâtı 1429, o buyuruyor ki:
“Bir (diyor) Allah ve Rasûlʼünün düşmanı (diyor), Ebû Leheb, sırf akrabalık asabiyetinden sevindiği için azâbının hafifletilmesi mükâfâtına nâil olursa eğer, bir müʼmin de Rabîulevvel ayında Efendimizʼe olan muhabbet sebebiyle, Oʼna ümmet olmanın sevinciyle sadakalar verir, sohbetler eder, Kurʼân-ı Kerîm ve kasîdeler okursa, hâliyle de hâllenirse, kim bilir Cenâb-ı Hak o kuluna nasıl ecirler ihsân eyler?..”
İşte böyle bir bereketli bir ilk bahar mevsimi içindeyiz bu ayda.
Yine bu, Efendimiz, pazartesi günü doğdu. Hattâ bir sahâbî, Efendimizʼe sordu:
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Bugün (dedi) Siz oruçlusunuz.”
“‒Evet (dedi), bugün (dedi) benim (dedi) doğduğum gündür (dedi) pazartesi günü (dedi). Onun için Cenâb-ı Hakkʼa şükrâne olarak, teşekkür olarak oruç tutuyorum.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Sıyâm, 198)
Yine İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- pazartesi gününün ehemmiyetini bildiriyor. Bu kısa günlerde imkânı bulunanlar pazartesi günü niyetli olursa, onun bir ecri bildiriliyor. Efendimiz pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü peygamberlik verildi.
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1]) âyeti pazartesi günü indi Hira Dağıʼnda.
Mekkeʼden Medîneʼye hicret pazartesi günü oldu.
Medîneʼye teşrif yine pazartesi günü oldu.
Yine pazartesi günü vefât etti.
Pazartesi günü daha evvelden hakemlik yapıp Hacer-i Esvedʼi yerine koydu.
Pazartesi günü Bedir Harbi kazanıldı.
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ (el-Mâide, 3) dînin tamamlandığı(nı bildiren) âyet, pazartesi günü indi.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- pazartesi gününün böyle bir mübârek bir gün olduğunu bildirmektedir. Daha buna benzer bâzı misaller de var.
Yine bu, Efendimizʼe olan muhabbetten birkaç misal vermek istiyorum.
Ebû Talha Hazretleri, nasıl Efendimizʼe bağlıydı:
Uhudʼda kendisini siper etti:
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Anam-babam Sana fedâ olsun. Ben Senʼin önünde duracağım (dedi). İlk gelen kılıç darbesi Sana değil bana gelsin.” buyurdu. İşte, canlarıyla, mallarıyla Cennetʼi satın aldılar…
Yine Ebû Talha Hazretleri, nasıl bir Allahʼa muhabbet -celle celâlühû-, nasıl bir Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ âyeti indi. “Sevdiklerinizden vermedikçe birre (amellerin faziletine, Allâhʼa) yaklaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) âyeti indi. Sevdiklerinizden vermedikçe…
Ebû Talha da:
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Altı yüz hurma ağaçlı bahçem var (dedi). Onu (dedi) hibe ediyorum (dedi). Allah için (dedi) Medîne fukarasına hibe ediyorum.” dedi.
Bugün kadınlar kapısının olduğu yerdeydi bu altı yüz hurma ağacının bulunduğu yer.
Ebû Talha hemen, bu vakfiyesinden sonra hemen bahçeye koştu. Hanımı da bahçede oturuyordu. Bir müddet öyle durdu sakin sakin. Hanımı dedi ki:
“‒Ebû Talha, niye gelmiyorsun? (Dedi.) Bu bahçeyi sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum.” dedi.
“‒Hanım, (dedi) bugün (dedi) bir âyet indi (dedi). Sevdiklerinizden vermedikçe Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşamazsınız. Biliyorsun ki ikimiz de bu bahçeyi çok seviyoruz. Onun için ben (dedi) bu bahçeyi bugün vakfettim.” dedi.
“‒Ebû Talha! (Dedi.) Bu bahçeyi vakfederken bana da hisse verdin mi?” dedi.
“‒Ortak olduk hanım (dedi). Beraber.” dedi.
“‒O zaman (dedi), Ebû Talha, ben de eşyalarımı toplayayım (dedi) bu bahçeden çıkayım şimdi, ayrılayım.” dedi.
Yani Efendimizʼi nasıl tanıdılar? İslâmʼı nasıl tanıdı, nasıl derinleştiler?
Yine Uhud Savaşıʼnda Sa‘d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh- müşriklere durmadan ok yağdırıyordu. Efendimiz de bir taraftan ona da ok veriyordu. Ona:
“‒At yâ Sa‘d! (Diyordu.) Babam-anam sana fedâ olsun yâ Sa‘d!” diyordu.
Hattâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:
“‒Allah Rasûlü (diyor), bu (diyor) Sa‘da hitâbını daha (sonra) hiçbir sahâbîye böyle (hitâb etmedi)… Keşke (diyor) bana böyle hitâb etseydi.” diyor.
Demek ki burada ne istiyor Efendimiz bizden? Heyecan istiyor. Din heyecanla yaşanır. Bu heyecanla huzur alınır.
Yine Sa‘d bin Rebî var. Bu da Uhudʼda müşrikler tarafından delik-deşik edildi, kalbura döndü. Efendimiz merak etti.
“‒Şu Sa‘d bin Rebîʼye bakın, ne durumda?” dedi. Gözükmüyordu ortalıkta.
Biri -sahâbîden-:
“‒Sa‘d neredesin? Sa‘d bin Rebî neredesin?” diye seslendi. Hiçbir ses gelmedi. Ondan sonra:
“‒Sa‘d bin Rebî! Allah Rasûlü seni soruyor, neredesin?” deyince kısık bir ses, cılız bir ses:
“‒Buradayım.” dedi.
Râvî diyor ki:
“‒Gittim (diyor), baktım (diyor), yüzü kalbura dönmüştü (diyor), kanlar içindeydi (diyor). Son nefesini vermek üzereydi.” diyor.
Ona dedim ki:
“‒Allah Rasûlü seni sordu. Nasılsın diye. Nerede diye.”
Kısık bir sesle bana dedi ki:
“‒Kirpiklerinizi kıpırdatıncaya kadar gücünüz varsa Allah Rasûlüʼnü eğer koruyamazsanız, müdâfaa edemezseniz, bunun kıyâmet günü hesabını veremezsiniz!” dedi ve son nefesini verdi.
Yani nasıl ashâb-ı kirâm Allah Rasûlüʼnü tanıdı? İşte Rabîulevvel ayı. Yani Efendimiz, Oʼnun biz vasfını sayamayız, idrâk edemeyiz. Yani O, insanlığa ağlayanların en merhametlisiydi.
Bir kabile geldi, Mudâr Kabîlesi. Perişandı üstleri. Efendimiz bir gördü onu, perişan vaziyette; kiminin altı var, kiminin üstü yok. Efendimizʼin rengi sapsarı oldu üzüntüsünden:
“‒Bilâl! (Dedi.) Ezan oku.” dedi.
Ashâb-ı kirâm toplandı:
“‒Herkes neyi varsa (dedi), getirsin.” dedi.
Sahâbî öyle bir heyecanlı ki bir hurması olan yarım hurmasını bile getirdi. Hattâ bir sahâbî iki çuvala bütün eşyalarını koydu, sürüye, sürüye getirdi. Efendimizʼin birdenbire o sarı rengi gitti, pembeleşti ve tebessüm belirdi, Efendimiz memnun oldu, sevindi. (Müslim, Zekât, 69)
Biz de bu asırda Efendimizʼi sevindirelim -inşâallah-. Bütün o mazlum kardeşlerimizi düşünelim:
Biz Sûriyeʼde olabilirdik, onlar burada olabilirdi.
Biz Gazzeʼde olabilirdik, onlar burada olabilirdi.
Biz Afrikaʼnın mahrumiyet yerlerinde olabilirdik, olabilirdik, onlar burada olabilirdi.
Biz de Efendimizʼi sevindirelim. Çünkü O, insanlığa ağlayanların en merhametlisi.
Yegâne mürşid, yegâne rehber:
Kız çocuğunu anasının yüreğinden sökerek diri diri gömen bir vahşî toplumu öyle bir hâle getirdi ki, bir fazîletler medeniyeti inşâ etti onlarla.
Demek ki hep fedakârlık. Güzel bir numûne olabilmek, üsve-i hasene.
Efendimiz ümmetini çok seviyor. Fakat bize de diyor ki:
“Sizden biriniz (diyor), anasından-babasından, çoluk-çocuğundan, bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe (Efendimizʼi) hakkıyla îmân etmiş olmaz.” buyuruyor. (Buhârî, Îmân, 8)
Eğer Efendimizʼi hakîkaten seviyorsak, anamızdan-babamızdan, her şeyimizden; ticârî hayat, âile hayâtı, yavrularımızı yetiştirme… Kendi kendimize düşüneceğiz:
Bugün bir erozyon, bir globalleşen dünya, birtakım zehir saçan müesseseler, birtakım yanlış filmler, internetin, bâzı internetin çirkin sokakları, kandırıcı modalar ve bunların şeyinde savrulan neslimiz…
Efendimiz olsaydı!..
Sahrâ hastahânesi gibi neredeyse… Herkesin elinde çıt, çıt, çıt, çıt herkesin elinde, istediği yere giriyor, istediği yere çıkıyor, istediği sokak, istediği mahallede dolaşıyor.
Onun için müesseseleri korumamız lâzım. Tâ bu, çocuk yuvalarından başlayarak, kreşlerden başlayarak, ilk dört, hafızlık vs. Kurʼân Kurslarımız, eğer bunu, evlâdımızı ne kadar seviyoruz? Ve Peygamber Efendimizʼi ne kadar seviyoruz?
Evlâdımız, beş vaktini kılıyor mu? Benimle beraber câmiye geliyor mu? Haramlarda, helâllerde hassâsiyeti ne kadar? Ben kıyâmet günü onunla beraber olmak istiyor muyum? Mezarımın tenha kalmasını istemiyor muyum?
Velhâsıl Oʼnu her şeyden üstün tutmak, emsalsiz bir aşk ve muhabbetle sevmek, îmânın kemâlindendir. Îmânımızın kemâlinin göstergesi odur. Hayatımızın her safhasında O olacak. Evimizde O olacak. Ticaretimizde O olacak. Mürebbîmiz O olacak.
Cenâb-ı Hak buyuruyor Haşr Sûresiʼnde:
“…Rasûl size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının…” (el-Haşr, 7)
Yine okunan âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bizim bir yere benzememizi istiyor. Nereye benzememizi istiyor? Asr-ı saâdet insanına benzememizi istiyor.
Âyet-i kerîmede; “İslâm dînine ilk girme hususunda bulunan Mekkeliler…” (Bkz. et-Tevbe, 100)
Mekkeliler îmanlarını korumak için her türlü cefaya katlandı: Mal gitti, can da. Can pazarında da, kızgın kumlar üzerine yatırıldı.
Allah Rasûlüʼnün muhabbeti, bir annenin-babanın muhabbetinden evlâdına, ümmetine daha fazla.
Bilâl-i Habeşî elli derece kumların üzerinde bir taş çevirdiler.
Süveybe Vâlidemizʼi -bir rivâyette- bir deveye bir ayağı, bir deveye bir ayağı (bağlandı), ters istikâmete göndererek şehîd ettiler. Hiçbiri îmandan tâviz vermediler.
Cenâb-ı Hak bizim örnek olarak, îmandan bir tâviz vermememizi arzu ediyor. Mekkelileri bildiriyor. Kalplerini korumak için hicret ettiler. Mallarını-mülklerini bıraktı çoğu, götüremediler. Gece-mece hicret ettiler, kaçtılar. Sırf kalplerini korumak için.
Ondan sonra Medînelileri Cenâb-ı Hak bildiriyor, Ensâr… (Bkz. et-Tevbe, 100) Onlar da ahkâm âyetleri inmeye başladı; tamamen o câhiliye âdetleri tersyüz olmaya başladı. Her inen âyete:
“سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : (işittik ve itaat ettik”) (Bkz. el-Bakara, 285) dediler. Hemen tatbikâta geçtiler. Yine orada bir taraftan müşrikler, bir taraftan yahudi aşiretleri İslâmʼa düşman, bir taraftan içteki münâfıklar, üç tehlike içinde, hem inen âyetlerin tatbikâtına giriyorlardı, hem de onlarla bir îmânın, tevhîdin mücâdelesi hâlindelerdi.
Cenâb-ı Hak onlara da benzememizi istiyor bizim. Baştan Ensar, nasıl şey yaptı? Bir kardeşlik kuruldu, kardeşleriyle paylaştılar. Hattâ bir müddet de birbirlerine mirasçı olarak kaldılar.
“…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bizlerin de o ashâb-ı kirâm gibi olmamızı arzu ediyor. Ve Allâhʼın onlardan râzı olduğunu bildiriyor.
Velhâsıl Efendimizʼe bütün ahlâkî vasıflarda benzeyebilmek… Bilhassa merhamette, şefkatte benzeyebilmek. İbadetlerde benzeyebilmek.
Bir farzlar var. Farzları bir cemaatle îfâ etmek.
O farzların yanında sünnetler var. Efendimizʼin kıldığı namazlar: Kuşluk namazı var, evvâbîn namazı var, teheccüd namazı var, şükür namazı var, hâcet namazı var, terâvih namazı var, sefer namazı var, istiskā namazı var, küsuf namazı var, hüsuf namazı var, tahiyyetüʼl-mescid var…
Velhâsıl namaz, namaz, namaz. Hep Efendimizʼin şeyi, sanki bakıldığı zaman, bütün vakti namazla dolu gibi. Cenâb-ı Hak bizden de namazlarımızı huşû ile kılmayı ve namazlarımızla da Allah Rasûlüʼne benzememizi (istiyor)…
Demek ki bu secdeler, çok mühim secdeler. Çünkü Cenâb-ı Hakʼla mülâkat. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Yine Efendimiz buyuruyor, bir kardeşlik içinde, bir merhametten bahsediyor. Ashâb-ı kirâm:
“‒Hepimiz merhametliyiz.”
“‒Yok (diyor), benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnız birbirinize olan merhamet değil (diyor). Bütün mahlûkata âm ve şâmil merhamettir.” buyuruyor.
Velhâsıl Efendimizʼi ne anlatmaya bizim yüreğimiz kâfi, ne Oʼnu idrâk etmeye yüreğimiz kâfî, ne de Oʼnu anlatmaya dilimiz kâfî. Cenâb-ı Hak -inşâallah- niyetlerimizle bize -inşâallah- ihsân eder niyetlerimizi. Yani amellerimiz bakımından çok uzaktayız. Fakat öyle olmamızı istiyoruz.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])
Oʼnu seviyoruz ama Oʼnun gibi olamıyoruz, mümkün değil ashâb-ı kirâm gibi olmamız. -İnşâallah- Cenâb-ı Hak niyetlerimizi rızâsıyla teʼlif eder -inşâallah-.
Kısaca yapacağımız -noktalayalım şeyimizi- yapacağımız her işe besmeleyle başlamak. Evden çıkarken yine besmele.
بِسْمِ اللّٰهِ. حَسْبِىَ اللّٰهُ. تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ.
Efendimiz buyuruyor. Dört kelime:
بِسْمِ اللّٰهِ. حَسْبِىَ اللّٰهُ. تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ.
(“Allah’ın adıyla! Allah’a tevekkül etttim. Allah’a dayanmaktan başka kudret ve kuvvet yoktur.” [Ebû Dâvud, Edeb, 102-103])
Bir işimizin sonunda muhakkak; (meselâ) su içtik, Allâhʼın çok büyük bir lûtfu, bize ne kadar tertemiz bir -acı su değil, şey suyu değil-, besmeleyle başlamak, Cenâb-ı Hakkʼı hatırlamak, lûtfunu hatırlamak. Bitirirken de hamdeleyle; “اَلْحَمْدُ لِلّهِ”. Her işimizin sonunda “اَلْحَمْدُ لِلّهِ” diyebilmemiz.
Ağzımızdan yanlışlıkla, bir yanlışlık eseri, bir yanlış şey çıktığı zaman, hemen “اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْغَظِيم” demek. Hemen istiğfâra yapışmak.
İstikbalde bir iş yapmak, yarın şunu yaparım, yarın gelirim değil, “اِنْ شَاءَ الله”, Allah dilerse, Allah isterse, dâimâ bir, istikbâle mâtuf her niyetimize “اِنْ شَاءَ الله”la başlamak.
Kötü bir hâdise olduğu zaman, hoşumuza gitmeyen:
“لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللهِ الْعَلِيِّ الْغَظِيم” dememiz.
Yine bir ölüm haberi vs. birtakım şey geldiği zaman:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
(“Biz Allâhʼın kullarıyız ve biz Oʼna döneceğiz.” [el-Bakara, 156]) dememiz.
Ve yolda giderken gelirken de “kelime-i tevhid”le kalbimizin ıslak olması, bir rûhâniyet içinde olması.
Yanlış bir şey hatırımıza geldiği zaman hemen “salevât-ı şerîfe” getirmek.
Ve Cenâb-ı Hak bizi Cennetʼe davet ediyor, Dâruʼs-Selâmʼa. Neyle davet ediyor?
يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) Rafine olmuş bir kalp, tertemiz bir kalp. İstiğfarla temizlenmiş bir kalp. Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor.
“Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.
سَاجِدًا وَقَائِمًا
(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])
سُجَّدًا وَقِيَامًا
(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyuruyor. Seherlerimiz çok mühim.
Birinci virdimiz: Kurʼân ve Sünnetʼin muhtevâsı içinde hayatımızın devam edebilmesi. Onun üzerinde hassâsiyetle durabilmek. Her hâlimizi asr-ı saâdet, ashâb-ı kirâmın hâliyle kıyas edebilmek. Kendimize bir ayna. Bunu bir şevk, bir heyecan hâline getirebilmek için seherleri uyanık olmak. Cenâb-ı Hak seherlerde bütün mahlûkâtı kaldırıyor, uyandırıyor. Horozlar başlıyor, kuşlar başlıyor, çiçeklerde daha güzel kokular başlıyor. İnsanın bu mâneviyâtın yağmur olarak yağdığı bu anda mahrum olması, uykuya kendisini hasretmesi, tabi bu, insanlık haysiyetine, kıymetine yakışan bir hâdise değil.
Cenâb-ı Hak seherlere davet ediyor. Seherlerde kul istiğfar edecek, kelime-i tevhid getirecek, îmânını tazeleyecek, Efendimizʼe salevât-ı şerîfe getirecek. İstikbal olan ölümü düşünecek, nûrânîleştirecek. Çok çok Cenâb-ı Hakkʼı zikredecek.
Esʼad Erbilî Hazretleri buyuruyor ki:
“Bir gülün (diyor), hangi yaprağını sıksan sana gül kokusu gelir (diyor). İşte (diyor), rûhânî hayatın da bu şekilde olacak…”
Bütün o letâifler, temizlenecek zikrullahla. O şekilde gündüze girilecek. Gündüze bir, mânevî bir huzurla girilecek.
Cenâb-ı Hak; “وَالْفَجْرِ” (“Fecre andolsun.” [el-Fecr, 1]) buyuruyor. Fecre yemin ediyor.
Her sabah kalktığımız zaman şunu düşüneceğiz. Cenâb-ı Hak bize hayat takviminden bir yaprak daha açtı bugün. Dün dünyada olup da bugün dünyada olmayan çok insan var. Biz de yarın dünyada mıyız bilmiyoruz. Demek ki “وَالْفَجْرِ”, her sabah uyandığımız zaman dâimâ bir, Cenâb-ı Hakkʼa bir teşekkürle kalkacağız:
“‒Yâ Rabbi! Bana bugün ömür takviminden bir sayfa daha açtın.”
Ve düşüneceğiz:
“‒Ben bu takvimi bugün ben ne şekilde dolduracağım ki Kirâmen Kâtibîn devamlı bunu havâle hâlinde…”
Kıyâmet ekranları inecek:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ : “Kitabını oku! Bugün (hesap sorucu olarak) nefsin sana kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek. Gözler, kulaklar, deriler konuşacak orada. Yeryüzü konuşacak orada. Mekânlar konuşacak.
Demek ki her sabah kalkışta:
“‒Yâ Rabbi! Bugün bana ömür takviminden bir yaprak açtın. Bugün ben bunu nasıl, ne kadar kendime, ne kadar kendimin dışında… Ne kadar amellerim sâlih ameller olacak bugün?..”
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden kalb-i selîm istiyor. Kalb-i münîb istiyor. Gündüzleri de sâlihler ve sâdıklarla beraber olacağız.
İmam Gazâlî Hazretleri:
“(Kâfir veya fâsıklarla zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe,) zihnî beraberlik, kalbî beraberliğe götürür. O da helâk eder.” buyuruyor.
Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119])
Kalb-i münîb istiyor: Kalp bir pusula hâlinde dâimâ hayra yönelecek.
Nefs-i mutmainne istiyor Cenâb-ı Hak. Allah bize ne ikramlarda bulundu, ne nîmetler verdi; hepsi Allah yolunda seferber edilecek.
Değişen şartlarda Allahʼtan râzı olacak; Râdıyye.
Merdıyye: Allah da kulundan râzı olacak ve “Cennetʼe gir!” dâveti çıkmış olacak. (Bkz. el-Fecr, 27-30)
Rabbimiz -inşâallah- bu Rabîulevvel ayını ihyâ eden kullarından (olmayı), -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi yakından tanımayı, daha yakından tanımayı cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin -inşâallah-.
Cenâb-ı Hak, burada nasıl toplandık, bir Allah rızâsı için toplandık, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe olan muhabbetimizi artırmak için, Oʼnun muhabbeti, Oʼnun sohbetini yapmak için toplandık, -inşâallah- Rabbimiz, niyetlerimizi kendi rızâsıyla teʼlif eder -inşâallah-. O kıyâmet günü, o zor günde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin huzurunda toplanabilmeyi, Oʼnun şefâat-i uzmâsına nâil olmayı Cenâb-ı Hak ihsân eder, ikrâm eder, lûtfeder, lûtfuyla, keremiyle -inşâallah-.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla, Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..