Üsve-i Hasene ve Ruhları Tedavi Hasleti

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Haziran, Sayı: 220

MÛCİZE ŞAHSİYET

Bir kişi, ancak kendi karakterine yakın kimselere tesir edebilir. Farklı karakter ve toplum kesimlerinden her insana tesir edemez.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en büyük mûcizelerinden biri de, her karaktere tesir edebilmesi ve her şahsiyeti tedavi ve ihyâ edebilmesidir.

Meselâ;

Bir hâkim; bir mahkûmun ızdırâbını, onun hâlet-i rûhiyesini anlayamaz. Bir mahkûm da bir hâkimin hissiyâtını tam mânâsıyla hissedemez.

Varlık içinde yüzen bir zengin, yoksulluk içinde kıvranan bir fakirin hâlini anlayamaz. Ona örnek bir şahsiyet olamaz. Tersi de böyledir.

İnsanlardan uzak mahfillerinde feylesoflar; masa başında, toplumlar adına nice nazariyeler ortaya koymuşlar, fakat cemiyetler bunlardan asla istifâde edememiştir. Çünkü onlar insanların hissiyâtına hakkıyla vâkıf olamamışlardır. Kendi hayal ve tasavvur dünyalarından dışarı çıkamamışlardır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise; mûcize şahsiyeti ve emsalsiz üsve-i hasene olan muazzam ahlâkıyla, toplumun her kesiminden insanın hâline vâkıf olmuş ve onların her birine en güzel örnek olmuştur. Fahr-i Kâinât Efendimiz; toplumun her ferdinin nabzını tutabilen, her birinin hâliyle hemhâl olabilen, ızdırâbını ve sıkıntısını hisseden ve tedavisinin de yollarını ortaya koyabilen emsalsiz bir şahsiyettir.

Yani Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa hayatının her kısım ve safhasında her bakımdan müstesnâ bir güzellik ve mükemmellik sergilemiştir.

Dolayısıyla her insan, Hazret-i Pey­gamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şerefli hayatı ve sünnet-i seniyyesinde, kendisine örnek alabileceği bin bir haslet bulabilir.

Çünkü;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ömrü boyunca yaşadığı devreler, insan hayatındaki her türlü med ve cezir tecellîleri için pek çok ideal davranış örnekleri sergiler.

Peygamber Efendimiz’den önceki peygamberlerin risâletleri kendi devirleriyle mahduttur. Lâkin Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in risâleti kıyâmete kadar bâkîdir. Bu sebeple Efendimiz’in mûcizesi, kıyâmete kadar bâkî olan Kur’ân-ı Kerim olmuştur. Yine, O’nun ruhları ihyâ edici tesiri ve güzel örnekliği de kıyâmete kadar devam edecektir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yetimlik ve fakirliğin mahzunluğunu da yaşamış, bol bol ganîmetlerin ve hediyelerin geldiği varlık zamanını da tecrübe etmiş, her birinde en güzel davranış olgunluğunu sergilemiştir.

Peygamberliğinin ilk yıllarında ve Mekke devrinde tek başına, bir devlet gücü olmaksızın, vazifelerini hakkıyla edâ etmiş; Medine devrinde ise, tevâzu ve mes’ûliyetin zirvesinde bir hâkim ve imam olarak en güzel nümûne olmuştur.

Ticaretinde, ortaklığında, komşuluğunda, arkadaşlığında, hayırlı bir bey, baba, yeğen ve benzeri akrabalık münasebetlerinde, kumandanlığında, hitâbetinde, yardıma koşmasında, her fiilinde bütün davranış güzellikleri O’ndadır.

Fahr-i Kâinât Efendi­miz’in hayatı, âdetâ en müstesnâ güllerden derlenmiş bir buke­te benzer ki, arayanlar, kendileri için güllerin en güzellerini bütün çeşitleriyle birlikte o bukette bula­bilirler.

O, en büyük örnek ve rehber olarak; tertemiz bir kalp, müsterih bir vicdan, yüksek bir ruh ve nezih bir hayat ile kulluğu seviyelendiren azim, şecaat, şükür, tevekkül, kadere rızâ, belâlara sabır, fedâkâr­lık, kanaat, gönül zen­ginliği, merhamet, diğergâmlık, cömertlik ve tevâzu gibi kıymetli haslet ve fazîletle­rin yegâne menbaıdır.

Bize bu duygu menbaından ancak ifadeye büründüğü kadarı ulaşmıştır. Ona doğrudan şâhit olanlar, o menbadan kana kana içenler, sahâbe-i kiram ve evliyâullah olmak şerefine nâil olmuşlardır.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; irşad vazifesini, insanlık içinde bizzat kendi varlığından örnek vermek sûreti ile tamamlayan, en zirvede bir peygamber ve eşsiz bir örnektir. Kur’ânî tabirle bir «üsve-i hasene»dir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun ki, Rasûlullah’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» vardır.” (el-Ahzâb, 21)

İslâm hukuku metodolojisinin en mühim sîmâlarından Karâfî şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kiram Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.”

Fransız tarihçi Lamartine ise Fahr-i Kâinât Efendimiz’in muhteşem muvaffakiyetini şöyle ifade eder:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Hazret-i Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları; ancak ordular teşkil ettiler, kanunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O (Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-); sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi. (Şahsiyetine hayran etti.)” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

Bu muvaffakiyetin ardında da hiçbir maddî güç değil; mânevî bir kuvvet olarak, ruhları ihyâ melekesi vardı. Bir başka ifadeyle;

TEZKİYE

Peygamberlerin vazifeleri âyet-i kerîmelerde üç maddede hulâsa edilmiştir. Bu âyetlerden biri şöyledir:

(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O; size;

  • Âyetlerimizi okuyor (tebliğ ediyor),
  • Sizi tezkiye ediyor (kötülüklerden arındırıyor),
  • Kitâb’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor.” (el-Bakara, 151)

Üç mühim vazife:

Birincisi: Dîni tebliğ etmek. Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarını gönüllere ulaştırmak.

İkincisi: Tebliği kabul edip müslüman olanların iç âlemlerini tezkiye etmek; duygularını temizlemek. Onlara; muâmelâtta adâlet ve ihsan, ahlâkî olgunluk ve edep kazandırmak.

Üçüncüsü: Bu rûhî terbiye neticesinde mü’minlere, Kitâb’ın derinliklerini; kâinat, hâdisat ve vukûatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri öğretmek.

Vazifelerin tertibinde, sıralanmasında da şu incelik vardır: Kitap ve hikmet tâliminden önce, tezkiye yani iç âlem temizliği lâzımdır.

Sahâbe efendilerimizin de önce gönülleri temizlendi, ancak bundan sonra hikmetlere âşinâ oldular.

Kendilerini devrin ve dünyanın akışından mes’ul görerek kıtadan kıtaya îmân ile koşturdular. İnsanlığın hidâyet ile ihyâ olması için bütün ömürlerini Allâh’a ve İslâm’a
adadılar.

Rasûlullah Efendimiz’in saydığımız herkese örnek olma husûsiyetine ve eşsiz tezkiyesine, ruhları tedavi ve ihyâ keyfiyetine misaller verelim:

SEN İSTER MİYDİN?

Câhiliyye, ailenin ayaklar altına alındığı bir toplumdu. İffet ile, insanlık haysiyetiyle asla imtizaç etmeyen sayısız nikâh türleri vardı. Rasûlullah Efendimiz böyle bir toplumu ıslah etmek gibi çok zor bir vazifeyi deruhte ediyordu.

Bir genç gelip zinâ etmek için izin istedi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ona öfkeyle ve hakaretle hitap etmedi. Ona aklını ve gönlünü iknâ edecek şekilde sualler sordu:

“–Bunu kendi annen için ister miydin?”

Genç, boynunu büküp;

“–İstemezdim.” dedi.

“–Bunu kızın için, halan için, teyzen için ister miydin?” diye ayrı ayrı suâl etti.

Genç, suallerin her birinde (şahsiyetini acıtacak vaziyetler karşısında) boynunu büküp;

“–İstemezdim.” deyince, Efendimiz;

“–İnsanlar da istemezler…” buyurdu. Böylece delikanlıyı vazgeçirdi. Ona duâ etti. (Ahmed, V, 257)

Rasûlullah Efendimiz; o delikanlıya, toplumdaki her ferdin, aslında bir başkasının kızı, bir başkasının kardeşi, bir başkasının halası, teyzesi ve benzeri bir irtibat içinde olduğunu hatırlattı. Âdetâ;

“Kendin için istemediğin şeyi, mü’min kardeşin için de istememelisin. Îmânın kemâli budur.” demiş oldu.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, engin şefkat ve merhametiyle muhatabının hayrını ve iyiliğini istediğini en güzel şekilde hissettiriyordu. Ona taviz vermiyor, fakat sert ve haşin de davranmıyordu. Bir gencin böyle bir suâl ile Efendimiz’in yanına gelebilmesi bile, O’nun topluma nasıl bir şefkat ve müsamaha ile yaklaştığının delilidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sadece vaaz etmekle kalmıyor, sıkıntılara çare de gösteriyordu. Gençlere maddî güçleri yetiyorsa bir an önce evlenmeyi tavsiye ediyor, henüz hazır değiller ise, o imkânı buluncaya kadar oruç ve sabırla iffetlerini korumayı emrediyor, topluma da evliliğin zorlaştırılmamasını telkin ediyordu. Birçok genci de bizzat evlendirmekteydi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetine karşı hâlini şöyle tarif etmişti:

“Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.” (Müslim, Fedâil, 17)

Bir başka misal:

YA CENNET?

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için geldim. Bana; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır.

İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazap ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince, nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.

Sadakaya gelince; benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.»

Bunun üzerine;

«–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.” (Ahmed, V, 224)

İnsanlar, kendileri hakkında kanaatler geliştirirler.

“–Ben yapamam, ben beceremem, ben şöyleyim vb.”

Hâlbuki bu kanaatler, çoğunlukla kendi kendilerine oluşturdukları boş ve temelsiz bahanelerdir. Orada mâhir bir eğitimcinin, önce muhatabını bu kanaatinden kurtarması gerekir. Âdetâ yüzme öğreten birinin, cesaretsizlikten kurtarmak için talebesini havuza itelemesi gibi bir ânî tedavi gerekir.

Cihânın gördüğü en büyük insan terbiyecisi olan Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sıcak ve yakın bir davranış olarak, bu sahâbînin elini tutuyor ve sarsıyor. Cennet ve Allâh’ın rızâsını kazanmak gibi büyük bir gayenin karşısında bu boş endişelerden sıyrılması gerektiğini özlü bir ifadeyle telkin ediyor.

Câlib-i dikkattir ki, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahâbînin fakirliğini ifade ederek, sadakadan uzak durmasını da tasvip etmiyor. “Sana zaten zekât düşmez! Düşse de az düşer.” gibi hesâbî bir karşılık ile onun zannına uygun bir cevap vermiyor.

Çünkü;

Kur’ân-ı Kerim’de muhsin kulların darlıkta da infâk ettikleri buyurulmuştur. Allâh’ın rızâsına, hayrın kemâline ulaşmak için, mü’minlerin en sevdikleri şeyleri de Allah yolunda infâk etmeleri gerektiği beyan edilmiştir.

Dolayısıyla;

Mü’min, -zengin olsun fakir olsun-, nefsinin cimriliğinden kurtulmalıdır.

Bir başka misal:

NASIL YAPARSIN?!.

Asr-ı saâdette bir gün, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yaptı.

Kadının yakınları; «Kimi aracı gönderelim ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu affetsin.» diye düşünmeye başladılar.

Hâlbuki İslâm’da had cezaları, hukûkullah olup, ispat ve karar meydana geldikten sonra, ne fertlerin ne de hâkimlerin onu affetmeye asla hakları bulunmaz.

Sonunda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in çok sevdiği sahâbîlerden biri olan Üsâme bin Zeyd’i göndermeye karar verdiler.

Üsâme -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzünün rengi değişti. Çok sevdiği Üsâme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak sordu:

“–Allâh’ın koyduğu cezalardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?!.”

Üsâme -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar üzüldüğünü görünce son derece pişman oldu ve derhâl özür dileyerek;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim bağışlanmam için duâ et!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 53; Nesâî, Kat‘u’s-Sârik, 6, VIII, 72-74)

Daha sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Üsâme’yi kendisine gönderenleri de irşâd etmek için, ayağa kalktı ve halka şöyle hitâb etti:

“–Sizden önceki milletler, şu sebeple helâk olup gittiler:

  • Aralarından soylu, makam-mevki sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler,
  • Zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı.

Allâh’a yemin ederim ki;

Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın…” (en-Nisâ, 135)

Üsâme -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Peygamberimiz’in yanında büyümüş olan Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-’ın oğluydu. Efendimiz’in çok sevdiği genç bir sahâbî idi.

Peygamberimiz böyle en yakınından gelen talebe rağmen asla taviz vermediği gibi, onu da böyle bir duruma bir daha düşmekten sakındırmak için, îkaz ve ihtar etmiştir.

İslâm’da bazı cezalar, toplumu korumak ve nefsine uyabilecek kişileri caydırmak gayesi itibarıyla ağır tutulmuştur. Ancak bu ağır cezaların tespit ve infazının şartları da zorlaştırılmıştır.

Fıkıh kitaplarında bu suçların işlendiğine şâhit olan kişilerin, meseleyi mahkemeye intikal ettirmek yerine, setretmesinin efdal olduğu bildirilir.

Meselâ; bir kardeşinin gaflete düşüp hırsızlık yaptığını gören bir kişi, aldığı şeyi derhâl iade ettirip, ona dürüstlüğü öğretmeli, aç ise doyurmalı, kendisini ıslah etmesi için ona yardımcı olmalıdır.*

Kıssadan bir başka hisse şudur:

Mühim mevkilere gelen bazı kişiler; kendileri dürüst, adâletli ve hakkāniyetli oldukları hâlde, çevrelerinin kendi nâmına yaptıklarına mâni olamayarak, yine vebâle düşerler.

Bütün bu kıssaların ortak bir hissesi:

İslâm, bizden tavizsiz bir İslâm istiyor.

Îman, kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. Lâkin onun tezâhür edeceği yer fiillerdir, amellerdir, davranışlardır ve tercihlerdir. Mü’min; kalbi, dili ve uzuvlarıyla aynı istikamette, dosdoğru olmalıdır.

Mü’min, hayatın hiçbir safhasında İslâm’ı unutmamalıdır. Ticarethânesinde, iş yerinde, evinde, sokağında, ekran karşısında, direksiyon başında, her yerde müslüman olduğunu, yani Allâh’ın emir ve yasaklarına teslîmiyet sözü vermiş bir mü’min olduğunu asla aklından ve kalbinden çıkarmamalıdır.

İslâm’ın tavizsizliğine bir başka misal:

RÜKÛSUZ OLMAZ!

Hicretten önce Peygamberimiz’in İslâm’a davetine taşlarla karşılık veren Tâifliler; Mekke fethedildikten sonra da, İslâm’ı kabullenmekte en geriye kalan kavimlerden olmuşlardı.

Tâif’te yaşayan Sakîf kabîlesi, sonunda Medine’ye bir heyet gönderip pazarlık ederek teslim olmaya kalkıştı.

Medine’ye gelen Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini;

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddetti. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

Hayatlarında namazı istikametli bir şekilde kılmayan müslümanların, bu nebevî îkāzı tefekkür etmeleri îcâb eder.

Tâifliler, bu sefer Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabul edilmeyince de;

“–Bari bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabul edilmedi. Nihayet çaresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmaktan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“–İllâ siz yıkın!” diye ısrar etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre’yi gönderdi. (İbn-i Hişâm, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)

Peygamberimiz, putlarının kalmasına tedâî endişesiyle izin vermedi.

Bir kötü alışkanlığı bırakan kişinin, onu tedâî ettirecek şeyleri de hayatından çıkarması îcâb eder.

Meselâ;

  • Kumar haramdır, zar ve iskambil kâğıtlarından da kumarı tedâî ettirdiği için tamamen uzak durmak gerekir. Kumarsız oyunlarda da zarı kullanalım, zararı olmaz, dememelidir.
  • Zinâ haram olduğu gibi; zinâya götüren davranışlar, ihtilât, tesettürsüzlük ve benzerleri de haramdır.
  • Dînimizde tevhid çok mühim olduğu için; resim, heykel, biblo gibi tasvirlerin tâzîmi, yani duvarlara asılması da men edilmiştir.

ESASLARDA TAVİZ YOK!

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti başladığında, Peygamberimiz’in Hakk’a irtihâlini fırsat bilerek, artık zekât vermeyeceklerini îlân eden kabîleler oldu. Hazret-i Ebûbekir; dînin bir rüknünün, temel bir esasının bu şekilde terk edilmesine izin vermeyerek;

“–Rasûlullâh’a zekât olarak verdikleri bir keçiyi dahî vermeseler onlarla harp edeceğim!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî buradaki hikmeti bir an için idrâk edemeyerek;

“–Lâ ilâhe illâllah diyen insanlarla nasıl harp edebilirsin?” diye itiraz etmişti. Fakat daha sonra Hazret-i Ebûbekir’in firâsetini anlayarak takdir etti ve onu destekledi.

Hazret-i Ebûbekir, Rasûlullah Efendimiz’in vefâtını müteâkip halîfe olmuştu. O anda dînin esaslarının terk edilmesi husûsunda verilecek bir taviz İslâm’a büyük zarar verebilirdi.

Hakikaten Hıristiyanlık ve Yahudilik, dînî esaslarının birer birer terk edilmesiyle muharref hâle düştüler. Önceleri hıristiyan iken, araştırmaları neticesinde müslüman olan Abdülehad Dâvud Efendi şöyle der:

“Hıristiyanlıktaki tahrifler neticesinde;

  • Sünnetin yerini vaftiz,
  • Namazın yerini âyin,
  • Orucun yerini perhiz almıştır.”

İnsanın ferdî ıslah ve tezkiyesinde de önce haramlara, günahlara ve şüphelilere karşı tasfiye ve tezkiye şarttır.

  1. Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’nin buyurduğu gibi;

Yaraya, cerâhat temizlenmeden merhem sürülmez.

Mecelle kaidesi de şöyledir:

“Def‘-i mefsedet, celb-i menfaatten evlâdır.”

Önce kötülük giderilmeli, önce tezkiye gerçekleştirilmeli, sonra tâlim ve tezyine girişilmelidir.

Rasûlullah Efendimiz; birkaç misâlini verdiğimiz üzere, câhiliyyeden asr-ı saâdete doğru yol alan bir toplumun sıkıntı ve ızdıraplarına vâkıf idi. Onların çaresi ve tedavisi için en güzel üslûp, örnek davranış ve hamlelere sahip idi.

Zamanımızda da asr-ı saâdet meltemlerinden uzak kalan ümmette bir câhiliyye hortladı. Bu toplumun sıkıntı ve ızdıraplarına; Rasûlullah Efendimiz’in mübârek sîretlerinden en güzel örnekleri tahsil etmeli, O’nun eşsiz nümûneliğinde tatbik etmeliyiz.

Başta evlâtlarımız olmak üzere, yeni nesillere, İslâm’ın tavizsiz güzelliğini, en müşfik ve en merhametli bir tavırla nakşetmeliyiz. Ruhları tedavi ve ihyâ ederek, harap gönülleri mâmur hâle getirmeliyiz.

Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in muazzam ahlâkından ve üsve-i hasene sîretinden istifâde edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser kılsın.

Ruhlarımızı ve gönüllerimizi Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye nurlarıyla mâmûr eylesin.

Âmîn!..

*Dergimizin 2023 Mayıs sayısında neşredilen «Toplumdan Mes’ûliyetlerimiz» başlıklı makalemizde, mücrimlere gösterilmesi gereken müsamahakâr muâmele husûsu asr-ı saâdetten, hulefâ-i râşidîn devrinden ve Hak dostlarından misallerle ele alınmıştır.