Toplumdan Mes’ûliyetlerimiz

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Mayıs, Sayı: 219

BİR HIRSIZ GELSE!

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında bir devlet vazifesine bir şahsı mes’ul olarak gönderiyordu. Onu uğurlarken;

“–Sana bir hırsız gelirse ne yaparsın?” diye sordu.

O vazifeli, İslâm’ın hükmünü ifade ederek;

­“–Onun elini keserim!” dedi.

Hazret-i Ömer, bu şer‘î cezanın zemininde;

  • Evvelâ açları doyurmak,
  • Fakirlerin zarûrî ihtiyaçlarını gidermek ve
  • İnsanlara İslâmî bir terbiye vermek gerektiğini öğretmek için şöyle dedi:

“–Öyleyse; senin mes’ûliyetin altındakilerden bir aç veya işsiz biri bana gelecek olursa, Ömer’in asıl senin elini kesmesi lâzımdır!

Çünkü Allah bizi kullarına vazifeli, kullarını da bize zimmetli kılmıştır ki;

-Onların açlarını doyuralım,

-Çıplaklarını giydirelim,

-İşsizlerine meslek kazandıralım.

Biz bu nimetleri onlara sağlayabilirsek, ancak ondan sonra onlardan bu imkânların şükrünü talep ederiz.

Ey kişi!

Allah, elleri çalışsın diye yaratmıştır. Eller çalışmak için meşrû bir iş bulamazsa, günaha tevessül eder. Onlar seni suçlara ceza vermekle meşgul etmeden önce, sen o elleri meşrû gayretlerle meşgul et! (Yani hayırlı bir işte çalışmasını temin et!) (Muhammed Gazâlî, Zalâm mine’l-Garb, Kahire, 2005, s. 145-146)

HİSSELER

Mü’min, toplumdan mes’uldür. Bu kıssada bir müslümanın; yaşadığı toplumdaki bütün cinayetlerden, gafletlerden, kötü yola düşenlerden, mahrumiyetlerden ve ızdıraplardan alâ kadari’l-imkân mes’ul olduğunu görmekteyiz.

CEZADAN ÖNCE EĞİTİM

Hazret-i Ömer, elbette hırsızlığın cezasının el kesme olduğunu bilmektedir. Ancak cezalandırmaya girişmeden evvel;

  • Toplumda iktisâdî bir muvâzene temin edilmesi gerekir.
  • Âmirlerin ve imkân sahiplerinin topluma karşı vazifelerini yerine getirmeleri lâzımdır.

Bu vazifeler; açların doyurulması, irşâda muhtaç olanların irşâd edilmesi, helâl kazanç yollarının gösterilmesi ve benzeri içtimâî hizmet ve gayretlerdir.

Eğer bu vazifeler yerine getirilmemişse; toplumdaki o suça, ona engel olması gerekenler de âdetâ ortak olmuş olur.

  • Doyurabilecek olduğumuz hâlde doyurmadığımız bir kişi, bir suça bulaşırsa bundan mes’ul oluruz.
  • İrşâd edebilecek olduğumuz hâlde ulaşmadığımız bir kişinin düşeceği hatalarda bizim de bir nevi payımız olur.

Nitekim Hazret-i Ömer kıtlık senesinde el kesme cezasını tatbik etmemiştir. Çünkü bu suçun açlık ve zarûret sebebiyle işlenmiş olması şüphesi meydana gelmiştir ki; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, had cezalarının şüphe durumunda iptalini emretmiştir. (Bkz. Tirmizî, Hudûd, 2)

Hazret-i Ömer’in hatırlattığı bu mes’ûliyetin zirve hâlini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de görüyoruz.

Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

“Bir kıtlık senesinde fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı. Rasûlullâh’a gidip (hâlimi arz ettim.)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (bahçe sahibini çağırttı ve) ona;

«−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu.

Sonra bahçe sahibine torbamı iade etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım vesk (60 veya 120 kg.) miktarında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Yani, öğretmek, doyurmak ve eğitmek vazifesi, cezadan daha önce yapılması gereken mes’ûliyetimizdir.

AÇLIK İKİ TÜRLÜ

Maddî açlık mâlûmdur. Hepimiz gıdâya muhtacız. Kur’ân-ı Kerim’de «yemek yedirmek» husûsuna çok temas edilmiştir. Cehennem ehline;

“–Sizi cehenneme düşüren nedir?” diye sorulduğunda, verdikleri cevaplardan biri de;

“–Biz yoksulu doyurmazdık!” itirafıdır. (Bkz. el-Müddessir, 37-47)

Mânevî açlık ise; cehâlet, eğitimsizlik ve gaflet gibi hâllerdir. Açları doyurmak nasıl vazifemiz ise; mânen aç, irşâda muhtaç kimselere ulaşmak, onların hidâyete ve takvâya erişmelerine yardımcı olmak, onlara mârûfu emredip, onları kötülükten sakındırmak da bizim vazifemizdir.

Bu vazifenin ihmâlinin uhrevî mes’ûliyetini Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

(Ashâb-ı kiram arasında şu hakikati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırır ve;

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi de;

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de; îkāz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem‘u’l-Fevâid, V, 384)

Bu vazifeyi îfâ ederken; kaba ve sert şekilde davranmamak, şefkatle tebliğ ve merhametle irşâd etmek lâzımdır.

Bu zahmetli yolda; ayıpları örtmek, affedicilik ve müsamaha da çok mühimdir.

Bir gün Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin dergâhının kapısına, üstü başı istifra içinde bir sarhoş gelip dayandı. Tekkenin hizmetkârları, sarhoşluğundan dolayı bu adamı hışımla karşılayıp;

“–Ne istiyorsun?” diye sordular.

Dili dolaşık vaziyette cevapladı:

“–Mevlânâ Hazretleri’ni göreceğim!”

Hizmetkârlar adamı içeriye sokmadıkları gibi;

“–Utanmıyor musun bu hâlinle bir de dergâh kapısına gelmişsin?!.” dediler ve başlarından savdılar.

Sarhoş, içeri alınmadığı kapının önünde yere yığıldı ve ağlamaya başladı.

Bir müddet sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri tekkeden çıktı. Kapı önünde ağlayan o sarhoşu görünce, eğilip mübârek elleriyle onun başını okşadıktan sonra sordu:

“–Evlâdım, neyin var? Niye ağlıyorsun? Bu dergâh; insanları muzdarip etmek ve onlara ümitsizlik aşılamak için değil, bilâkis ferahlatmak ve ümit vermek için kurulmuştur. Derdini söyle ki derman olayım…”

Sarhoş, nemli gözleriyle Hazret-i Mevlânâ’ya baktı ve;

“–Efendi Hazretleri! Ben sana kurban olayım! Huzûruna gelip sohbetini dinlemek istedim. Lâkin kapıdaki adamlar beni içeriye almadılar. Aksine, bir sürü hakaret ederek beni kovdular.” dedi.

Mevlânâ Hazretleri, etrafına toplanan müridleri üzerinde bir müddet heybetli nazarlarını gezdirdi. «Kim kovdu bu bîçâreyi?» suâline gerek kalmadan, bir mürid îzâha başladı:

“–Efendi Hazretleri! Sarhoş işte! Ne yaptığını bilmiyor! Şu hâliyle huzûr-i saâdetlerinize çıkmak istedi ve bunda da ısrar etti. Ben de kendisine; «Git evine. Böyle Efendimiz’in huzûruna çıkamazsın. Ayıldığın zaman gelirsin.» diyerek uzaklaştırmaya çalıştım, fakat dinletemedim. Kapının dibine yığıldı kaldı. Bu çirkin hâl ile huzûrunuza çıkmasına nasıl müsaade edebilirdim?..”

Mevlânâ Hazretleri, sitem ve serzeniş dolu bir nazarla cevap verdi:

“–Evlâtlarım! Bu garibin bedeni sarhoş. Sizinse rûhunuz!..

Onun, şu sarhoş hâliyle tekkemizin yolunu nasıl olup da bulabildiğini takdir etmeyi de mi düşünemediniz?

Tamirciye eşyanın bozuğu gittiği gibi doktora da hastalar gider. Siz bu dergâhın mânevî bir şifâhâne olduğunu unutmayınız.

Alın bu garibi, tekkenin hamamında bir güzel yıkayın. Kirli esvaplarını atın, ona yeni giyecekler verin. Siz onun zâhirini temizleyin; bâtınını, yani rûhî temizliğini de Allâh’ın lutfuyla bizden bekleyin…”

Bu hâdiseye benzer bir başka hâdise de şöyledir:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu âdetâ tartaklayarak dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, derhâl onu bırakmalarını emreder ve ilâve eder:

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş gibi davranıyorsunuz!”

Bir başka şefkat tablosu:

Ramazanoğlu Mahmud Sâmi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette üstâdının kapısına gelir. Kapıyı açan kişi;

“–Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız;

“–Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı mı var ki!..” diyerek çaresizliğini dile getirir.

Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi; hemen kapıya gelir ve o gönlü yaralı talebesini içeriye buyur ederek, gönül sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu gönül inceliği üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Bu kıssalar; bir Hak dostunun, bir dergâh hâline getirdiği gönlünü ne güzel temâşâ ettirir.

Diğer bir misal:

Hüdâyî Vakfı’nın ilk kurulduğu zamanlar, Ramazân-ı şeriflerde iftarlar verilirdi. Bir iftar vakti sofraya, iki sarhoş geldi. İftarda bulunanlardan bazıları dedi ki:

“–Bu mübârek vakitte, bu mânevî sofrayı ağzı kokulu sarhoşlarla kirletmeyelim. Onları içeri almayalım! Mâneviyâtı bozmasınlar!..”

Diğer bir kısım kardeşler de;

“–Bugün bu iki kişiye, Allâh’ın gönderdiği «iki aç kul» nazarıyla bakalım. Onları kabul edelim.” dedi.

Neticede onlar o sofraya kabul edildiler.

O sarhoşlardan biri olan Abdülkadir Efendi; zamanla tevbe ve istiğfâr etti, Hüdâyî Camii’nin bodrumunu mesken eyledi. Hâlbuki o mekân, o zamanlar haşeratla dolu bir yerdi.

Bir gün kendisine;

“−Nasılsın Abdülkadir Efendi?” diye sordum.

Cevâben;

“−Hocam, ne kadar çile varsa hepsini yaşadım. Girip çıkmadığım hiçbir çirkef kalmadı. Şimdi ise Hüdâyî kapısında o kadar mesudum ki, saâdetin aslını tattım. Senelerce ne yazık ki sefâletimi saâdet zannetmişim.” dedi.

Yine bir gün, öğle vakti kendisine rastladım. Elinde yemek tabağı ile Hüdâyî yemekhânesinden, Hüdâyî Camii’nin bodrum katına iniyordu. Kendisine, yemeği niçin yemekhânede yemeyip caminin bodrumuna götürdüğünü sordum:

“−Bu benim iftar yemeğim. Artık çok şükür pazartesi perşembe oruçlarına devam ediyorum.” cevabını verdi.

Allâh’ın lutfuyla; «Nereden nereye?..» dediren bir mesafe katetmişti.

Bir başka zaman da kendisine;

“−Artık yakında Huzur Yurdu’na taşınacaksınız. Orada sıcak odanız, rahat yatağınız olacak. Bir de bodrumdaki haşerattan kurtulacaksınız.” dedim.

O ise müstağnî bir tavırla;

“−Yok.” dedi:

“–Ben hâlimden memnunum. Ben buradaki rûhânî havayla gıdâlanıyorum. Beni burası irşâd etti. Ayrıca bodrumdaki yılan ve akreplerle de artık dost oldum!” dedi.

Bir başka zaman kendisini uçakta gördüm. Bir hayırseverin yardımıyla umre ibâdetine gidiyordu. Yanlışlıkla fazla bilet kesildiğinden, yolcu fazlası vardı. Abdülkadir Efendi ayakta kalmıştı. Derken kabin vazifelileri gelip, onu fiyatı normalden çok daha pahalı olan «first class» denilen lüks kısma yerleştirdiler… Cenâb-ı Hak, onun niyet temizliğine ve samimiyetine mukabil, bu tevbekâr kulunu «birinci sınıf»ta misafir etmişti.

Yine bir gün onunla Ravza-i Mutah­ha­ra’da iftar sofrasında karşılaştım. Kendisine;

“−Nerede kalıyorsunuz?” diye sordum.

O ise mütebessim bir çehreyle;

“−Ben kimin misafiriyim? Dünya üzerinde Ravza’dan güzel bir barınak var mı? Bütün vaktimi burada geçiriyorum.” karşılığını verdi.

Velhâsıl; bir mü’minin bir sarhoşa bakış tarzı, onda bir hidâyet nûru görebilmektir. Günaha olan buğzu, günahkâra aksettirmemektir. Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu olan hidâyet nûru, bu şefkat ve merhametle muamelenin olduğu yerde tecellî eder.

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Taaccüp ederek, bunu niçin yaptığını soranlara da;

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, (zikre) hürmetsizlik olurdu… Onu öyle bırakmaya gönlüm râzı olmadı.” demişti.

Adam ayıldığında ona;

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler.

Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve;

“–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi.

Böyle bir ıslaha vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

GÜNAHTAN NEFRET

Bu kıssalarda ifade edilen müsamaha, günahkâra karşı gösterilmektedir. Allâh’ın buğzettiği günaha karşı ise her mü’min gönülde nefret olur.

Bir müslüman, cemiyette yaşanan cürüm ve ahlâksızlıklara seyirci kalamaz. Bunun bertaraf edilmesi için de İslâmî eğitime, irşâda, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker gayretlerine katılır, gönül verir, destek olur.

Toplumda işlenen günahlara bîgâne ve seyirci kalırsa, onun mes’ûliyeti pek ağırdır.

Bunun misâlini, Lût Kıssası’nda görmekteyiz.

Âyet-i kerîmede ibret almamız için şöyle buyurulmaktadır:

“Elçilerimiz (olan helâk ve azap melekleri) Lût’a gelince, Lût onlar hakkında tasalandı ve (onları korumak için) ne yapacağını bilemedi. Ona;

«‒Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesnâ.» dediler.” (el-Ankebût, 33)

Çünkü Lût -aleyhisselâm-’ın münafık karısı, fâsıklarla beraberdi ve onlara destek oluyordu.

Öyleyse, toplumdaki günahlara göz yuman veya onu terviç eden herkes; -hangi mevkide bulunursa bulunsunlar- Lût -aleyhisselâm-’ın eşcinsellere taviz veren karısıyla aynı hazin âkıbete dûçâr olabileceklerini unutmamalıdırlar.

Topluma karşı mes’ûliyetlerde birçok insan imkânsızlıklardan şikâyet eder;

–Bunca gafili nasıl düzeltebilirim? Nefsine uyan bunca kişiye nasıl ulaşabilirim? diye ümitsizliğe kapılır.

Hâlbuki, mü’min üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Samimiyeti ve ihlâsı derecesinde Cenâb-ı Hak isabet ettirir.

Bunun câlib-i dikkat bir misâlini Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle anlatır:

İHLÂS İLE VERİLEN SADAKA

“Vaktiyle bir adam;

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu (bilmeden) bir hırsızın eline tutuşturdu.

Ertesi gün belde halkı;

«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu.

Ertesi gün halk;

«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu.

Ertesi gün halk;

«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama;

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir.

Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır.

Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.”(Buhârî, Zekât, 14)

Hadîs-i şerifte anlatılan sâlih kişi, samimiyetle infakta bulunmayı istemektedir. Zâhiren isabet etmemiş gibi görünen infakları dahî; Allâh’ın izni ve bereketiyle, verilen kişileri içinde bulundukları yanlış yoldan döndürücü bir tesir icrâ etti.

Demek ki mü’minler şuurlu ve ihlâslı bir şekilde, maddî ve mânevî açlıkları gidermek yolunda gayret ettikleri takdirde, bereket ve muvaffakiyet Allah’tan gelecektir.

İslâm;

  • Kötülüğe giden yolların önünü keser.
  • Kumarı yasaklar, kumar âletlerini de yasaklar.
  • Zinâyı yasaklar, nikâhı kolaylaştırır ve teşvik eder.
  • Fâizi yasaklar; infâkı, darda kalana yardım etmeyi, karz-ı haseni / güzel bir şekilde borç vermeyi teşvik eder.
  • Güçlü aile bağlarıyla, sıla-i rahimle ve komşuluk vecîbeleriyle herkesi birbirine zimmetler.

Bu vazifeler; sadece nazariyatta kalmamış, tatbik edilerek tarihimizde muhteşem bir medeniyet inşâ edilmiştir:

VAKIF MEDENİYETİMİZ

Osmanlı’daki vakıflar, toplumu bir ağ gibi örüyordu.

Mahalle; sahipsiz kaldıklarında yanlış yollara tevessül etmeleri ihtimal dâhilinde olan dul, yetim, öksüz, yoksul, garip ve hasta gibi yaralı kesimleri kanadı altına alıyordu. Onları sahipsiz bırakmıyordu. Evlâtları maddî ve mânevî doyuruyordu, yetiştiriyordu, iş sahibi yapıyor, evlendiriyor, topluma sâlih / sâliha birer fert olarak kazandırıyordu.

Fatih Sultan Mehmed Han; şehidlerin ailelerine ve İstanbul fukarâsına, havanın loş karanlığında, kimseler görmeden, kapalı kaplar içerisinde yemek gönderilmesini, vakfiyesinin bir şartı kılmıştı.

Ezcümle;

Kurulan vakıflar; bir yönüyle, sevdiğinden infâk ederek Allâh’ın rızâsına erişmek için olduğu gibi; bir yönüyle de toplumu vikāye / himâye içindir. Aç kalanlar menfî yola düşmesin, diye mânevî bir tedbir içindir.

Böylece;

  • Vakıfların kurulduğu, gönülden bol bol infâkın yaşandığı bir toplumda, cinayetler ve haramlar asgarîye düşer.
  • Namazın hakkıyla kılındığı bir cemiyette, psikolojik rahatsızlıklar da asgarîye düşer.
  • Zekât ve infâkın hakkıyla edâ edildiği bir cemiyette de fakir ve zengin arasında aşırı sınıf farklılıkları azalır ve sosyal isyanlar yaşanmaz.

Osmanlılarda kayıtlara geçtiği için tespit edilmiş 26.000 küsur vakıf kurulmuştur. Hem de hiç akla gelmeyecek hususlarda bile câlib-i dikkat vakıflar kurulmuştur. Birkaç misal verelim:

  • Kızlara çeyiz hazırlayan vakıf,
  • Hizmetçilerin kırdığı tabakları tazmin eden vakıf,
  • Çiftçilere ziraat âletleri sağlayan vakıf,
  • Âfet sonrası tamir yapan vakıf,
  • İflâs eden tüccarlara yardım eden vakıf…

Diğer taraftan;

Ticaret ve sanat ehlini İslâm ahlâkı üzere ve helâl kazanç dairesinde muhafaza etmek için kurulan ahîlik teşkilâtı vardı.

Bunlar; istihdâma fayda sağladıkları gibi, insanların meslek edinmesi, yeni iş sahaları bulması gibi bugün dünyevî ve iktisâdî görülebilecek, insanlığa faydalı nice işleri de deruhte ediyorlardı.

Vakıflar içinde, mahkûmlarla alâkalı olanlar da câlib-i dikkattir:

  • Mübârek gecelerde mahkûmlara ikramda bulunan vakıf,
  • Yoksul mahkûmlara harçlık veren vakıf…

HAPİSHÂNELER

Mahkûmların gönülleri, irşâda en çok ihtiyaç duyan hassas yüreklerdir.

Bugün hapishânelerde binlerce insan yatıyor. Bu insanlar içinde irşad bekleyen nice kardeşimiz var.

Onlara irşad daveti dâimâ açık olmalıdır. Mevlânâ’ya izâfe edilen meşhur kıt‘ada denildiği gibi:

بَاز آ بَاز آ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَاز آ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ‌پَرَسْتِی بَاز آ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَاز آ

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel! Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

Hakikaten;

Hak dostlarının gönülleri öyle bir tamirhânedir ki, en perişan hâldeki insana dahî merhamet kucağını açıyor;

“–Gel! Geri dön, gel!” diyor. Dâimâ şefkatle bağrına basıyor. Günaha olan nefreti günahkâra taşırmıyor. Onlara;

“–Bu merhamet dolu gönülde tedavi gör! Yani iç âlemini tezkiye et! Ebedî huzur ve saâdete nâil ol!” diyor.

Kalpler bir dergâh hâline gelmeli. Dergâh hâline gelen kalplerle, mahkûm yürekler ıslah ve terbiye edilmeli. Hazret-i Yûsuf; haksız olarak atıldığı zindanı bir mektep, bir dergâh hâline getirmişti.

Aksi hâlde, hapishânelerin; mahkûmları daha iyiye değil, daha beter bir hâle dönüştüren mekânlar olma tehlikesi meydana gelmektedir. Ceza süresini doldurup yeniden normal hayata çıktıklarında da, maalesef bazıları kısa bir müddet içinde tekrar suç işlemekte, tekrar hapishâneleri doldurmaktadır.

Çünkü bir cürüm işleyen bu şahsın bedeni bir müddet bir kayıt ve kontrol altında tutulsa da, asıl kendisini mücrim durumuna düşüren nefsi terbiye edilmedi, rûhu irşâd edilmedi, vicdanına yumuşatıcı telkinler verilmedi. Nedâmet getirip kendini ıslah edecek bir tevbe hâline giremedi.

Toplumda suçu azaltmanın çaresi; hapishânelere ıslah edici bir mektep, irşâd edici bir dergâh hüviyeti kazandırmaktır.

Hapishâneleri ziyaret eden kardeşlerimizden işitiyoruz;

  • Kur’ân-ı Kerim ve dînî-ahlâkî kitaplar isteyen,
  • Tevbe istiğfâr eden,
  • Namaza başlayan ve dînî eğitim için yardım isteyen nice kardeşlerimiz var.

Devrin akışından kendisini mes’ul gören bir mü’minin vazifelerinden biri de bu sahadır.

Bu hususta mânidar bir bilgi:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-; hilâfeti zamanında, kendi yaptırdığı ve İslâm tarihindeki ilk hapishâne olarak bilinen müesseseye «Nâfî / fayda veren» adını vermişti. (ez-Zeylaî, Tebyinü’l–Hakāik, Bulak 1314, s. 179, 180)

El-hâsıl;

Toplum birbirine zimmetlidir. Fakirler zenginlere, hastalar sıhhatlilere, tecrübesiz câhiller olgun mü’minlere, günahkârlar onları irşâd edecek gönüllere emânettir.

Ne mutlu emânete sahip çıkabilenlere!..

Rabbimiz, kalplerimizi; cemâlî sıfatları olan affedicilik, merhamet, müsamaha, sabır ve hilm gibi güzel ahlâk ile müzeyyen hâle getirsin.

Cemiyetimizi, asr-ı saâdetten akseden fazîletlerle mücehhez kılsın. Âmîn…