Tebliğin Vecdi ve İstiğrâkı

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Kasım, Sayı: 189

ASHÂB-I KARYE

Yâsîn-i şerîfin ikinci sahîfesinde Cenâb-ı Hak, Ashâb-ı Karye’yi bizlere bildirmektedir.

“Onlara, şu şehir halkını misal getir! Hani onlara elçiler gelmişti.” (Yâsîn, 13)

Kur’ân-ı Kerim; bizlere bildirdiği kıssaları, ekseriyâ şahıs ve mekân isimlerine, tarih ve sayılara fazla temas etmeden, ibrete ve hikmete teksif olarak anlatır.

Müfessirler ise; muhtemelen müslüman olan ehl-i kitâba sorarak, bu kıssada geçen karyenin Antakya olduğunu, bu üç elçiyi gönderenin Hazret-i İsa olduğunu bildirmişlerdir.

“İşte o zaman Biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçi gönderdik. Onlar;

«–Biz size gönderilmiş elçileriz!» dediler.

Elçilere dediler ki:

«–Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz!»

(Elçiler) dediler ki:

«–Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allâh’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir!»

(Fakat gafil halk;)

«–Doğrusu siz, bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur.» dediler.

Elçiler şöyle cevap verdi:

«–Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur? Bilâkis, siz aşırı giden bir milletsiniz!»” (Yâsîn, 14-19)

KOŞARAK GELEN MÜ’MİN

İşte bu esnada halkın itirazlarını duyan Habîb-i Neccâr isminde bir şahıs, şehrin uzağındaki evinden koşarak onların arasına girdi.

Bu zâtın; kazancının yarısını fakir fukarâya infâk eden, diğer yarısıyla da evini geçindiren hayırlı bir insan olduğu bildirilir.

Onun tebliğ ve hak dîne hizmet etme heyecanını Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi:

«–Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz!

Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun; çünkü onlar, hidâyete ermiş (dürüst, istikamet sahibi, itimat edilen) kimselerdir.” (Yâsîn, 20-21)

DAVETÇİNİN İKİ VASFI

Habîb-i Neccâr burada bir davetçide bulunması gereken iki hususu bildirmektedir:

  • Birincisi: Tebliğ vazifesinde asla dünyevî bir menfaat gözetmemek.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin dâimâ gönderildikleri kavimlere şöyle hitâb ettikleri bildirilir:

“Ben (risâlet vazifemden dolayı) sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ve ücretim Allâh’a aittir.” (Bkz. eş-Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180 ve benzerleri)

Tebliğ eden kişi, kendi ücret ve menfaatini de ortaya koyarsa; zaten inanmamak ve ittibâ etmemek için türlü mazeretler arayan nefse bahane verilmiş olur.

Ayrıca; hak dînin vazifesi, dünyevî menfaatlerden berîdir ve münezzehtir. Hadîs-i şerifte ağır bir îkaz beyan buyurulur:

“Azîz ve Celîl olan Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmaya yarayan bir ilmi; sırf dünyalık elde etmek için öğrenen kimse, kıyâmet günü cennetin kokusunu bile alamaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12)

Devrimizde «dîni istismar» başlığı altında yaşanan birtakım sû-i istimaller, gönülleri yaralamaktadır. Din adamı hattâ mürşid-i kâmil kisvesine bürünerek, mâneviyat taliplerine yaklaşıp, onların saf niyetlerini süflî emellerine âlet edenler, bu hadîs-i şerif ve benzerlerinin tehdidinden korkmalıdır.

Maalesef bu husus zaman zaman dînî hizmetlerde bulunanların da imtihanı hâline gelebilmektedir.

Meselâ; cemaatin birtakım hediye ve ikramlarına düşkün ve bunları neredeyse talep eder hâle gelmiş bir imam, cemaatine ne verebilir?

Yarım asır evvel, hademe-i hayrât; geçimi sağlayamayacak maaşlarla, halka el açar vaziyete kasten düşürülmüştür. Lâkin günümüzde bu seviyeden çıkıldığı unutulmamalı; İslâmî hizmetler, kanaat ve vakar ile sürdürülmelidir.

İSTİKAMET

Habîb-i Neccâr’ın sözündeki ikinci nükte:

  • Tebliğ ettiği hususlara kendisi bizzat riâyet etmek.

İslâm’ı yaşatacak kişinin, evvelâ yaşaması şarttır. Zaaflarına mağlûp düşmeyen, istikametli, güzel ahlâklı bir şahsiyet olmalıdır.

İnsanlar, şahsiyet ve karaktere hayran olurlar. Bu sebeple; peygamberlerin beş sıfatından tebliğ hâricindeki dördü, onların şahsiyet ölçülerini belirler:

  • Sıdk (Dâimâ doğru sözlü olmak)
  • Emânet (Güvenilir olmak)
  • İsmet (Nefsânî davranışlardan, günahlardan uzak olmak)
  • Fetânet (Basîret ve firâset ehli olmak)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; akrabalarını toplamış tebliğine başlarken, önce onlara şahsiyetini tescil ettirdi. Sordu:

“–Şu dağın arkasından bir ordu geliyor desem bana inanır mısınız?”

Herkes;

“–İnanırız, biz Sen’in yalan söylediğine hiç şâhit olmadık! (İçimizde en doğru insan Sen’sin!)” dediler.

Nitekim Ebû Cehil bile;

“–Biz, Sen’in emîn ve sâdık olduğuna kāniiz. Lâkin getirdiğini istemiyoruz.” diyordu. (Bkz. el-En‘âm, 33)

Bunlar peygamber ölçüleridir ancak, ümmetin her ferdi de kalbî kıvâmı ölçüsünde bu sıfatlardan nasîb almalıdır.

Bu nasîbi alan ecdâdımız Selçuklu ve Osmanlı, fethettikleri diyarlarda İslâm’ı yaşamış ve yaşatmışlardır. Yaşayarak tebliğ etmişlerdir.

Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde; Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethettiğinde; o beldelere, İslâm’ı yaşayan tertemiz Anadolu halkını yerleştirdiler.

Böylece nasipli Arnavut, Boşnak, Makedon ve benzeri Balkan milletleri, İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ederek, mü’min şahsiyetlere hayran olarak hidâyete nâil oldular.

İnsanları davet ettiği tâlimatlara kendileri uymayan ehl-i kitap âlimlerini, Cenâb-ı Hak ağır şekilde îkaz etmiştir:

“Kitâb’ı okuyup durduğunuz hâlde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (el-Bakara, 44)

Bir başka âyette ise; ilmi zihnine depo edip de hayatına, yaşayışına aksettirmeyen, yani o ilimle amel etmeyenlerin hâli, «kitap yüklü merkepler»e benzetilmiştir.

BEN MÜSLÜMANIM!

Kıssaya dönelim:

Habîb-i Neccâr’ın bu tavsiyesinden dolayı, kendisine dönerek;

«–Vay sen de mi onların dînindensin?!.» dediler. Bunun üzerine Habîb şöyle dedi:

“–Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibâdet etmeyecekmişim! Hâlbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz.

O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse, onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez; beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum.

Şüphesiz ben, Rabbiniz’e inandım; beni dinleyin! (Bana kulak verin, bana uyun yahut şâhit olun!) (Yâsîn, 22-25)

Habîb-i Neccâr’ın bu sözlerinde, samimî ve firâsetli bir mü’minde tezâhür eden ne güzel hikmetler vardır.

O âdetâ şu âyetin bir temsili olmuştu:

(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen ve; «Ben müslümanlardanım!» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

  • Habîb -rahmetullâhi aleyh-, Allâh’a kulluğunun ilk sebebi olarak yaratılışını zikrediyor. Kulluğun Hâlık’a bir vefâ borcu olduğunu îlân ediyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nâzil olan âyeti de;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alâk, 1) tâlimâtıyla, hem kendi yaratılışımıza, hem insan için bir endam aynası olan kâinâtın yaratılışına tefekkür ile nazar etmemizi emreder.

Bir mütefekkir şöyle der:

“Gören, duyan ve hisseden kalpler, bu kâinatta ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler.

Bu âlemde güllerle, sümbüllerle, bülbüllerle konuşamayan, onların hâl lisânından anlamayanlara ne yazık!

Cenâb-ı Hakk’ın «el-Bârî» ve «el-Musavvir» esmâsının tecellîlerinden gafil kalan; rüzgârların, derelerin ve dağların sessiz lisânından bir şey hissetmeyen hantal kalplere ne yazık!..”

ÂHİRET VAR!..

  • Habîb -rahmetullâhi aleyh-;

«O’na döndürüleceksiniz.» diyerek kavmine; âhireti, hesabı, cennet ve cehennemi hatırlatıyor.

Gafil, nâdan, abus ve alık câhiliyye insanı; âhireti unutturmaya çalışır. Dünyada; sere serpe, hesapsız, sorumsuz bir hayat yaşamak ister.

İslâm; o gaflet ehline dâimâ âhireti, hesabı, adâleti, hak ve hukuku hatırlattığı içindir ki;

Dünyada zâlimler, hiçbir bâtıl dîne saldırmaz iken, İslâm’a karşı ise hiç bitmeyen bir gayz ve kin ile hücum ediyorlar. İslâmofobi adı altında, onu korkulan bir şey gibi göstermeye çalışıyorlar.

Çünkü İslâm, onların rahatını kaçırıyor. Mazlumları uyandırıyor. Vicdanları harekete geçiriyor.

  • Habîb -rahmetullâhi aleyh-; putlara tapmanın ne kadar mantıksız, abes ve boş olduğunu da en güzel şekilde ifade ediyor.

Allah dilemedikçe, şefaatin fayda veremeyeceğini; âhirette ancak ve ancak Allâh’ın sözünün geçerli olacağını tebârüz ettiriyor.

KĀTİLİNE DAHÎ MERHAMET

Ancak azgın ve bedbaht güruh, bu sözleri dinlemeyip o zâtı taş yağmuruna tuttu. Habîb-i Neccâr tam şehîd olurken, ona;

“«–Gir cennete!» denildi. (O da bunun üzerine) dedi ki:

«–Keşke, Rabbim’in beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!»” (Yâsîn, 26-27)

  • Habîb-i Neccâr’ın; zulüm altında şehid olurken dahî, kavminin hidâyetini temennî ettiğini görüyoruz.

Kendini inşâ eden kişi; güzel ahlâklı, merhametli ve şefkatli bir rahmet insanı olur.

Zira bir davetçi, tebliğ edeceği, hidâyete veya takvâya davet edeceği muhataplarını; nefret edilen suçlular şeklinde değil, sessiz feryatlarla şifâ arayan hastalar, yardım bekleyen yaralı kuşlar gibi görür.

Allah yolunda canını fedâ ettiği vakit, Habîb’e ilâhî perdeler açıldı. Merhametle çarpan kalbi, hâlâ kendisini taşlayarak öldürenlerin hidâyete ermeleri için temennîde bulunuyordu.

Hallâc-ı Mansûr da, ecel eşiğinde kendisine taşlar atılırken;

“Yâ Rabbî, beni taşlayanları benden evvel mağfiret et!” diye duâ etti.

Kâinatın Fahr-i Ebedîsi ve bütün Hak dostlarının üstâdı olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise; Tâif’te kendisini taşlayanlara bedduâ etmemiş, onlara ve nesillerine hidâyet ve rahmet dilemişti.

TEVHİD İÇİN…

  • Kıssanın tamamından ise, bir îman kahramanının Allah katındaki kıymetini temâşâ ediyoruz.

Habîb-i Neccâr, tevhîdi korumak için taşlanmaya râzı oldu. Îmânını bildirmek, hor görüldüğü esnada hakkın şâhidi ve destekçisi olmak için canını ortaya koydu.

O ve emsâli;

  • Ashâb-ı Uhdûd tarafından ateşe atılmalarına rağmen îmanlarından dönmeyen gerçek mü’minler,
  • Hazret-i Musa’ya îmân eden, bütün tehditlerine karşılık Firavunun yüzüne hakikati korkusuzca nidâ eden, sebatkâr bir îmanla şereflenmiş sihirbazlar,
  • Arenalarda aslanların dişleri arasında îmanlarını koruyan ilk îsevîler ve
  • Mekkelilerin ağır zulümleri karşısında; «Ehad!.. Ehad!..» diyen, en zor şartlarda bile îmandan taviz vermeyen ilk zayıf ve fakir müslümanlar…

Hepsinin de;

Müşterek husûsiyeti, yaşadıkları muhteşem îman heyecanı ve son nefesi bu vecd ve istiğrak hâlinde verebilme arzularıdır.

Bize hisse şudur:

ÎMAN, KOLAY ve GARANTİ DEĞİL!..

Îman testi kolay değildir. Îtikādı korumak, tavizsiz olabilmeyi gerektirir. Eğer tavizler verilirse; Allah korusun, îmanda çatlaklar oluşur.

Ankebût Sûresi’nde buyurulur:

“İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik!» demeleriyle bırakıverileceklerini mi sandılar?” (el-Ankebût, 2)

“Nasıl olsa müslümanım. Allah da Gafûr ve Rahîm’dir.” diye düşünen gafil insan, son nefeste bir çatlak taşa basıverir de Allah korusun îmânını kaybedebilir. Bu sebeple amel-i sâlih ve takvâ zarûrîdir. Çünkü ilâhî îkaz, âşikârdır:

“Sakın aldatıcı şeytan, Allah hakkında (O’nun affıyla) sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5)

  • Son nefesi îmanla verebilmenin ehemmiyetini herkes söyler, fakat Habîb-i Neccâr ve emsâli kahramanlar bizzat yaşadılar ve yaşayarak gösterdiler.

Necip Fazıl’ın dediği gibi;

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;

Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner!..

Habîb-i Neccâr, son nefesinde Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilen bahtiyarlardan oldu.

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

İKİ YOLCU

Hükümdarın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek ve etrafına caka satarak yola çıktı.

Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar hışımla bağırdı:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!”

Adamcağız ise sakince cevapladı:

“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…”

Hükümdar merakla karışık bir hiddetle;

“–Söyle bakalım!” deyince, adam;

“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.

Hükümdar eğildi, adam;

“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.

Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı;

“–Ne olur biraz müsaade et!..” dedi.

Azrâil -aleyhisselâm- ise;

“–Hayır, sana müsaade yok. Ailene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdarın canını alıverdi.

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra;

“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve şöyle dedi:

“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.”

Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.”

Sâlih zât şöyle mukabelede bulundu:

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.”

Bunun üzerine ölüm meleği şöyle dedi:

“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.”

Adam sevinerek;

“–Buna imkân var mı?” diye sordu.

Melek;

“–Evet, senin için bununla emrolundum.” deyince;

Adam tebessüm içinde;

“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve rûhunu bu şekilde huzurla teslim etti. (Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-5)

  • Tavizsizlik, bilhassa İslâm şahsiyetini alâkadar eden hususlarda çok ehemmiyet arz eder.

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

“Bir kavme benzeyen onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Hadîs-i şerifler îkaz hâlinde:

“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)

Yine Efendimiz buyurdu:

“–Ben müşrikler arasında ikāmet eden her müslümandan berîyim/uzağım!”

Ashâb-ı kiram;

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, neden?” diye sordular.

Efendimiz şöyle cevap verdi:

“‒(Müslümanlarla müşriklerin) yaktıkları ateşler birbirlerini görmemeli. (Yani mü’minler mü’minlerin yanına hicret etmeli. Müşriklerle karışık yaşamaya devam etmemeli.)” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 95/2645; Tirmizî, Siyer, 42/1604)

Diğer bir hadîs-i şerif:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Zira İmam Gazâlî’nin îkaz ettiği üzere;

Fâsıklar ve gafillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Habîb-i Neccâr; safını belli etmek için, mü’minlerden, gönderilmiş elçilerden olduğunu ortaya koymak için canını verdi. Şehîd oldu. Cennete kabul edildi.

Cenâb-ı Hak, îmân imtihanında muvaffak kıldığı bahtiyarlar zümresine bizleri de ilhâk eylesin.

Âmîn!..