“Tatlı Suyun Başı Kalabalık Olur”

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

“TATLI SUYUN BAŞI KALABALIK OLUR”

Efendimiz buyuruyor:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bil:

İhtiyarlığından önce gençliğini…”

Devamlı, Kirâmen Kâtibin devamlı dosyaları gönderiyor, havâle… Hiç durmuyor havâle…

“…İhtiyarlığından önce gençliğini.

Hastalanmadan önce sıhhatini…”

Hastalandın; daha beterini düşün!..

Muhakkak daha beterin beteri, beterin beteri var, bir beterler silsilesi var…

“…Fakirliğinden önce zenginliğini…”

Varlık zamanında ne yapacağını iyi bil. Varlık gidebilir. İşte Suriye’de çok varlık, mülk, şey vardı; bir anda bitti, sıfırlandı. Ölüm alıp bir anda götürüyor, götürüyor gidiyor. Bir de kazandığının hesabıyla gideceksin.

“…Meşgul zamanlardan önce boş vakitlerini.

Ölümden önce de hayatını.” (Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Velhâsıl ömrü boş geçirmemek…

Yemek-içmek, giyimde haddi aşmamak…

Sıhhati lüzumsuz yerlerde sarf etmemek. Bilhassa “oburluk” günümüzde…

Tefekkürü rûhânî manzaralara verebilmek, nefsânî vitrinlerden kendimizi koruyabilmek.

Faydasız ilimlerle meşgul olmaktan kendimizi koruyabilmek.

Efendimiz buyuruyor:

“اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ” (fayda vermeyen ilim).

“…Yâ Rabbi! Fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

İlmi nefsânî menfaatlere âlet etmek de, o da büyük bir israftır.

Onun için, hele eğitimde evlâtları sırf dünyevî istikbal kaygısıyla mânevî terbiyeden mahrum olarak yetiştirmek, israfların en büyüğüdür ve bir “insan israfı”dır.

Bir mü’minin dili de bir “rahmet dili” olacak. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak. Yumuşak gönüllü olacak bir mü’minin gönlü. Yüzünden tebessüm eksik olmayacak. Aslâ kalp kırmayacak. Kimseden de kırılmamaya gayret edecek, affedecek. Yalnız kendini düşünen / hodgâm olmayacak; diğergâm olacak. Yani kardeşine fedakâr ve îsar sahibi olacak.

İyas bin Seleme, babasından şöyle naklediyor:

Hazret-i Ömer, çarşıya uğramıştı. Elinde asâ vardı. O zaman yollar da dardı, o Güneş’in şeyinden korunmak için. Bana diyor, şöyle, yolda ben birisiyle konuşuyordum diyor, yolu da kısmen kapatmıştım diyor, şöyle elindeki asâ ile bana vurdu;

“–Çekil kenara dedi, müslümanların önünü kapatma!” dedi.

Bir sene sonra yine beni görünce:

“–Seleme dedi, sen bu sene hacca gidecek misin?” dedi.

“–Efendim dedim, yani bir, kısmet dedim. Yani olursa giderim.” dedim diyor.

“–Gel benimle.” dedi. Bana altı yüz dinar verdi diyor.

“–Yâ Halife! Bu nedir, altı yüz dinar neyin karşılığı?” dedim diyor.

“–Hani diyor, geçen sene sen yolu kapatmıştın diyor. Ben diyor, sana diyor, yolu kapatma diye elimdeki asâ ile seni kenara doğru itmiştim diyor. O zaman senden bana bir kul hakkı geçti diyor. Bu kul hakkının bedeli olarak diyor, ben seni hacca göndermek istiyorum.” diyor.

“–Halife diyor, ben onu unuttum gitti.” diyor.

“–Sen unuttun ama diyor, ben unutmadım.” diyor.

İşte Allâh’ı zikreden bir kalp…

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])

Cenâb-ı Hak’la beraber olan bir kalp…

Velhâsıl bir mü’min, “rahmet insanı” olacak. Yağmur gibi her yağdığı yere bereket verecek. Güneş gibi en kuytu, en ücra yerleri aydınlatacak.

Mü’minin dili de “rahmet dili” olacak. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de;

“قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23) Yani konuşurken nasıl konuşacağız? Cenâb-ı Hak nasıl konuşmamızı istiyor?

“قَوْلًا كَرِيمًا” Annene-babana diyor, ikramkâr konuş diyor. Sakın onlara sert konuşma diyor. Olabilir, yaşlanır, biraz öfkeli olabilir… Cenâb-ı Hak; “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor; ikramkâr konuş diyor, onun gönlünü al diyor.

“قَوْلًا مَيْسُورًا” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Birisine hiçbir şey veremiyorsan diyor, onu tesellî et diyor. Ona tatlı dille birkaç şey söyle diyor.

Efendimiz, geleni dağıtırdı, ganimetler taşardı, evde hiçbir şey kalmazdı. Yine bir garip gelir, Efendimiz’in önünde öyle sükût hâlinde dururdu. Yani;

“–Yâ Rasûlâllah hâlimden anla!” gibi…

Efendimiz’in verecek hiçbir şeyi yoktu. Utancından, veremediği için kendisi şöyle bir, öbür tarafa dönerdi. Efendimiz o zaman -İsrâ Sûresi- “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Yani hiçbir şey veremiyorsan “قَوْلًا مَيْسُورًا” ona sevinç verici bir söz söyle.

İşte bu, bir müslümanın dili, mü’minin dili.

“قَوْلًا مَعْرُوفًا” buyuruyor. (Bkz. el-Ahzâb, 32) Yani güzel ve tatlı dille konuş buyuruyor. Yani yerinde, uygun söz söyle buyuruyor.

“قَوْلًا لَيِّنًا” buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44) Yani bir zâlime karşı bile, kalbi katı insana bile yumuşak konuşarak onun kalbini yumuşat buyuruyor, “قَوْلًا لَيِّنًا” (Bkz. Tâhâ, 44).

Demek ki müslüman; nâzik, latîf, bir dil kullanacak. Asla kaba olmayacak. Cenâb-ı Hak onun için misal veriyor:

“…Unutma ki (diyor) seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19) buyuruyor.

Yani tırmalayıcı bir sesin olmayacak. Yumuşak bir, huzur verecek bir sesin olacak. Yani müslümanın itici değil, cezbedici bir dili olacak.

Mevlânâ diyor ki:

“Tatlı suyun başı kalabalık olur.” diyor. Yani tatlı dilin etrafı kalabalık olur.

İmha eden değil, inşa eden bir dil olacak. Münakaşa çıkaran değil, sulh ve selâmet, ülfet oluşturan bir dili olacak müslümanın. Mü’minin gözü, daima bir rahmet gözü olacak.

“Nazar” diyorlar. İki türlü nazar vardır. Bir, hasetle baktığın zaman, ona zarar verir. Nasıl bir, fizikte ışınlar var; alfa ışını, beta, mor ötesi ışınları, röntgen ışınları vesâire, göremediğimiz ışınlar. Kalpten de çıkan ışınlar var, gözden de çıkan ışınlar var.

Yani, demek ki bir haset gözüyle baktığın zaman, ona zarar veriyor. “Nazar değdi” denir halk ağzında. Fakat eğer rahmetle bakılırsa, o da ona bir ferahlık verir.

Demek ki bir mü’minin gözünden bir rahmet yansıyacak. Haset olmayacak. Haset, bir kalbin kanseri -Allah korusun-. Allâh’ın verdiği taksîmine râzı olmamaktır.

Müsbet nazarla pozitif enerji yükleyecek gözü ile. Tabi bu kalbine bağlı. Haset ve ihtiras dolu bir bakış olmayacak. Yani kıskanmayacak. Allah ona verdi, bana vermedi, olmayacak. Sana belki verse senin için daha zararlı olacaktı. Belki âhiretini kaybedecektin.

Kârun’da haset oldu, kahroldu gitti. Ve o hazineleri ile beraber gömüldü yerin dibine.

Rahmet eli olacak.

Ebû Musa şöyle diyor:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müslümanların en faziletlisi kimdir?” diye sordum.

“–Dilinden, elinden müslümanların emniyette olduğu (emniyetle faydalandığı) kimselerdir.” (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikāk 26; Müslim, Îmân 64, 65)

Burada kendimizi muhasebe edeceğiz. Muhasebe; dilimizden, hâlimizden ümmet-i Muhammed müstefid mi, değil mi?

Mücrime bile yaralı bir kuş gibi bakacak. Mücrimin bile ıslâhına gayret edecek. Günaha olan nefreti, günahkâra taşırmayacak.

İşte Efendimiz’in o hâli ile, kan gölüne dönmüş o çöller sükûnete erdi, huzur buldu. İnsanlar huzur buldu, köleler huzur buldu, hayvanlar huzur buldu. Velhâsıl, karıncalar bile huzur buldu. Karınca yuvasını yakmak, büyük bir cürüm olarak, Efendimiz bildirdi.

Bilmiyorum, eskiden şeyleri yakıyorlardı, tarlaları. Oradaki bütün hayvanlar kıyâmet günü kalkacak. Karıncalar, böcekler, kaplumbağalar filân…

“Allâh’ın verdiği bir canı yakmaya kimin salâhiyeti var?” dedi Efendimiz. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268)

Efendimiz, bir kişi kurbanda, hayvanın önünde bıçağını bileyliyordu.

“–Kaç sefer hayvanı öldürüyorsun. Arkada bileyleysen olmaz mı?” buyurdu. (Bkz. Hâkim, IV, 257)

Biri kulağından çekerek götürüyordu. “Niye boynuzundan tutmuyorsun hayvanı?” dedi. “Niye güzellikle götürmüyorsun?” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Ondan sonra gelen âyet;

“Onlar ki zekâtı verirler (faaliyet gösterirler).” (el-Mü’minûn, 4)

Kazancında faaliyet gösterirler. Malına haram katmayacaksın. Faiz, vesâire, şu-bu, birtakım, Allâh’ın arzu etmediği şeyleri katmayacaksın.

Helâlden kazanacaksın. Helâlden kazandığın para, sana rahmet olur. Şimdi şu bardakta zemzem olsa, fakat bu bardağın içine bir damla necâset düşse, ne olur? O zemzemi içebilir misin?

Nedir bu necâset? Haram paradır, kibirdir, gururdur, enâniyettir, israftır, pintiliktir, vesâire…

Topraktan verilen de zekâttır. “Öşür” denir ona. Maalesef bu öşür ihmal ediliyor. Bu zekât vermeyenlerin durumu çok fecî âhirette!..

Rahmetli peder Musa Efendi derdi ki:

“Hırsız vardır derdi. Hırsız; malı yoktur, gidip zenginin malını çalar. Kuyumcu dükkânına girer. Veyahut zengin bir yere girer hırsız. Fakat bir de zengin hırsız vardır. Bu da fakirin malını çalar, tersine. Bu kimdir? Bu da malını vermeyen, zekâtını vermeyen kişidir.” Fakirin malını çalmış oluyor. Öşrünü vermeyen kişidir. Fakirin malını çalmış oluyor, -Allah korusun-.

Bu, minimumdur. Fakat Cenâb-ı Hak:

“O (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar…” (Âl-i İmrân, 134)

Darlıkta da vereceksin. Sevgi ve muhabbetini göstereceksin. Darlıkta;  bir hurman var ise yarım hurma vereceksin. Bollukta, bolluğuna göre vereceksin. Burada Cenâb-ı Hakk’a olan sadâkatini ispat edeceksin.

Ondan sonra;

“…Gayzlarını yutarlar/öfkelerini yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134)

Öfkelendiğin zaman, yanlışlar görürsün. Öfkelendiğin zaman iki rekât namaz kıl, hâlini-şeklini değiştir, orayı terk et.

“…İnsanları affederler…” (Âl-i İmrân, 134)

Affede, affede, affedilmeye lâyık hâle geleceksin. Tembihat ayrı. Haddi aşmamak lazım.

“…İnsanları affederler. Allah da muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. Güzel davrananları sever buyuruyor. Muhsin olabilmek…

Şimdi, bu zekât âyetinde de ibretli bir hâdise var. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor ki… Şimdi bir “sâil” var; gelip senden ister, hâlini arz eder, sen ona verirsin.

İkincisi; “mahrum” vardır. Bu mahrum da, Kur’ânî ifadeyle “mahrum”dur. Bu mahrum da şudur; hâlini gelip sana arz edemez. Teaffüf/iffet sahibidir o. İffet sahibi olduğu için, gelip sana durumunu arz edemez.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273)

Gidip sen onu bulacaksın. Yani zekâtı, senin durumunu-hâlini bildiğine vereceksin. Fakat bir de hâlini arz edemeyen var. Onu gidip sen bulacaksın.

Cenâb-ı Hak; o teaffüf/iffet sahibi, iffet sahibi olduğu için, gelip sana hâlini arz etmez. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Kalbin berraklaşacak, bir röntgen olacak kalbin.

Mü’minlere karşı bir röntgen olacak. İnsanlığa, bütün mahlûkata bir röntgen olacak. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Gidip onu bulacaksın, onun hakkını vereceksin…