TASAVVUF NEDİR? NE DEĞİLDİR?

TASAVVUF;

KUR’ÂN ve SÜNNET’LE KEMÂLE ERMEKTİR…

İslâmʼın hedeflediği “kâmil bir insan” seviyesine nâil olabilmek için, dînî hayatı; madde ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh beraberliği içinde kavrayıp yaşamak îcâb eder.

Gerçek tasavvuf, İslâmʼın zâhirine ilâveten, bâtın plânında da kavranıp yaşanması gayretinden ibârettir. Bu ise meşhur tâbiriyle; “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde İslâmʼı idrâk etmeyi gerekli kılar.

Hakîkaten bir mü’min, “îmandan ihsâna” giden Hak yolculuğunda mesâfe aldıkça, tefekkürü derinleşir, hayat ve kâinâta bakışındaki ölçüleri, aynı minvalde seviye kazanır:

Meselâ, ilâhî emir ve yasakların -avam ve havâs- bütün insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şerîatte; “senin malın senin, benimki ise benimdir” anlayışı geçerlidir.

Kalben istîdatlı kimselerin sülûk ettiği mânevî olgunlaşma yolu olan tarîkatte ise bu bakış açısı; “senin malın senin, benimki de -Hak rızâsı için- senin” şeklinde bir fedakârlık mâhiyeti kazanır. Cömertlik ve diğergâmlık, mânevî bir lezzet hâline gelir.

Bunun da ötesinde, Hakk’ın seçkin kullarının erişebildiği hakîkat iklîminde ise; “ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi Allâh’ındır!” telâkkîsine ulaşılır. Bu sâyede;

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) aslâ eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) âyetinde buyrulduğu üzere, Allâhʼa yakın olabilmek için Oʼnun uğrunda en kıymetli varlıklarını bile fedâ edebilecek bir gönül kıvamına erişilir.

Ancak Hak dostu ârif kulların fazîleti olan mârifet ufkunda ise; “Hakkʼa dostluk, mâlikiyetle imtizâc etmez.” düstûru geçerlidir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Allah müʼminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Dostluğun kantarı fedakârlıktır. Hakkʼa dostluk ufkunda merhaleler katedenler için, kulun varlığı bir “hiç” hattâ “yok” hükmündedir. Bütün varlıklar, var olmak ve varlıklarını devam ettirebilmek için Cenâb-ı Hakkʼa mutlak sûrette muhtaçtır. Hiçbir şey, Cenâb-ı Hakkʼın murâdı ve kudreti olmadan, kendi başına ne var olabilir ne de varlığını sürdürebilir. Varlığı başkasına muhtaç olmayan yegâne varlık, “Vâcibüʼl-Vücûd” olan Cenâb-ı Hakʼtır.

Şu hâdise, bu hakîkatlerin ne güzel bir misâlidir:

Şeyh Şiblî Hazretleri’ne:

“‒Beş devede ne kadar zekât verilir?” diye sorulmuştu. Şeyh Şiblî:

“‒Vâcib olan, bir koyundur; ancak bize göre hepsi Allah içindir.” dedi.

“‒Bu hususta delilin nedir?” diye sorulunca Şiblî Hazretleri şu cevâbı verdi:

“‒Ebû Bekir Efendimiz’dir. O, malının tamamını Allah yolunda infâk etmiştir. Kim bütün malını Allah yolunda bezlederse / cömertçe harcarsa, o, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’in meşrep ve husûsiyetindedir. Kim de malının büyük bir kısmını infâk ederse, o da, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın meşrep ve husûsiyetindedir…

Dünyayı (kalben) terk etmeye götürmeyen ilim, (gerçek) ilim değildir.”[1]

Yine İslâmʼı “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü içerisinde idrâkin diğer bir misâli sadedinde ifâde edelim ki;

  • Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
  • Tarîkatte, doyuncaya kadar yemek israftır.
  • Hakîkatte, kifâyet miktarını, Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır.
  • Mârifette de, bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî kudret ve esmâ tecellîlerini tefekkür etmeden yemek israftır. Zira mikrodan makroya kadar yaratılmış her varlık, Yaratıcıʼsının sonsuz kudret ve azametine birer delil mâhiyetindedir.

Büyük velîlerden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemek pişirip sofra kurma işlerinde bizzat hizmet ederdi. Yemek hazırlanırken ve yenirken, kalben uyanık olup bir an bile gâfil kalmamaları için, talebelerine tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri, bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile Allâhʼı unutarak yemelerine gönlü râzı olmazdı.

Yemek; zâhiren bir ibadet değildir. Fakat Allâhʼı zikrederek yenilen her lokma, ibadetlerde feyz ve huşû hâline vesîle olur. Allahʼtan gâfil olarak yenilen lokmalar ise, kalbe kasvet, gaflet ve hantallık verir.

Allah Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında, sahâbenin ulaştığı kalbî seviyeyi, Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın şu sözü ne güzel hulâsa etmektedir:

“Biz yenilen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” (Buhârî, Menâkıb, 25)

Velhâsıl, burada birkaç misâl üzerinden îzah etmeye çalıştığımız İslâmî hassâsiyet mertebelerini, âdeta bir şablon gibi düşünerek, ibadetlerden âile hayatına, komşuluk münâsebetlerinden ticârî ve ikti­sâdî faaliyetlere kadar, akla gelebilecek bütün beşerî hâl ve davranışlara tatbik edebilmekle, gerçek mânâda “tasavvufî derinliğe” ulaşılabilir.

O HÂLDE TASAVVUF NEDİR?

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.

Tasavvuf;îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.

Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.

Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.

Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.

Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.

Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’­minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrû­miyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-i asliye hâline gelmesidir.

Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır.

Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.

Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’­ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.

O HÂLDE TASAVVUF NE DEĞİLDİR?

Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîati hafife almak da, tasavvufun hakîkatinden uzaklığın açık bir göstergesidir.

Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.

Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bâzı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd ve takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsikî meclisi hâline getirilmektedir.

Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼnin ilk 18 beyti içinde yer alan şu ifâdeleriyle; kendisini dinlediği hâlde maksat ve gâyesini idrâk edemeyen gâfillerden şöyle yakınmaktadır:

“Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım.

Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Lâkin içimdeki esrârı idrâk etmedi.

Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.

Ham ruhlar, olgun ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”

Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bu hakîkati bir rubâîsinde bütün cihâna şöyle îlân eder:

“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”

Bu beyânıyla Mevlânâ Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Yani pergelin sabit ayağının dâimâ şerîate bağlı bulunduğunu, hayatını Kur’ân ve Sünnetʼin tâlimatlarına göre tanzim etmeye gayret gösterdiğini açıkça beyân etmektedir.

O hâlde şerʼî hükümlerle amel etmeden Hazret-i Mevlânâʼnın yoluna mensûbiyet iddiâsında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz rûhunu incitecektir.

Diğer taraftan, bâzı tarîkatlerde de, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle birtakım ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya dönüşülmektedir. Bu ise, bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir menfaat çarkına dönüşmesidir.

Bâzı tarîkatlerde ise, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi, içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp te­miz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.

Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.

Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâ­tınen bütünleşebilme gayretidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî ke­mâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini yerine getirmekle mükelleftir.

Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, nurdan bir ses geldi:

«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.

Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:

«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.» dedim.

Şeytan:

«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.

Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”

Cemaatten biri:

“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;

“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!” cevabını verdi.

Hakîkaten bir kul, güzel hâli, sâlih amelleri ve mânevî derecesi sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. (Yani zâhir ve bâtının bir âhenk içinde olması zarurîdir.) Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidraçtır.[2] Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[3]

Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.

Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhî emirlere göre tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr u sülûk yolunda bir mesafe katetmesi düşünülemez.

Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.

Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi ifâdelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.

Kıskançlık ve hasetleri sebebiyle, Hazret-i Yûsufʼu öldürmeye teşebbüs eden kardeşlerinin Kurʼân-ı Kerîmʼde beyân edilen şu ifâdeleri de, kulu haramlara düşürmek için nefsin kurduğu tuzakların tipik bir misâlidir:

(Yûsufʼun kardeşleri aralarında dediler ki:) Yûsufʼu öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” (Yûsuf, 9)

Dolayısıyla, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlarda tevbe edip hâlini ıslâh etme düşüncesiyle bugün haramlara dalmak, hem tevbeyi hafife almaktır hem de kendini nefsânî arzuların kölesi hâline getirmektir. Bu hâl ise mânevî hayatına zehir serpmekten farksızdır.

Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;

  • Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
  • Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
  • Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[4]

Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır.

Unutmayalım ki, İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı ortaya koyar.

Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.

EN BÜYÜK KERÂMET; İSTİKÂMET

Tasavvuf; her şeyden önce, hayatı Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde tanzim edebilme gayretidir.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Allâh’a ve Peygamberʼe itaat edin ki size merhamet edilsin.” (Âl-i İmrân, 132)

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 33)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Vedâ Hutbesiʼnde şöyle buyurmuştur:

“…Haberiniz olsun ki, ben, önceden gidip Cennetʼte Kevser Havuzu’nun başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!..

…Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve O’nun Peygamberinin Sünnetiʼdir…” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet edebilmekten ibârettir. Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ, zühd, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ, ucup, kibir, gıybet, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten bir eğitim yoludur. Yoksa sadece riyâzet ve mücâhede gibi birtakım temrinlerle, keşif ve kerâmetlere erme eğitimi değildir.

Zaten keşif ve kerâmetlere ermek, mânevî ilerlemenin ölçüsü de değildir. Nitekim pek çok rivâyette[5] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz muhabbet ve sadâkatiyle müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir.

Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, hattâ gurur ve şöhrete sebep olan bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle sakınmışlardır. Bütün gayretlerini de, gerçek kerâmet olan; Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayabilme üzerine yoğunlaştırmışlardır.

Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî -kud­di­se sir­ruh-:

“Bir ki­şi­yi ha­va­da uçar­ken gör­se­niz, hâ­li Ki­tap ve Sün­ne­tʼe uy­mu­yor­sa, bu bir (kerâmet değil) is­tid­raç­tır.” bu­yu­rmuştur.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de şöyle dediği nakledilir:

“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[6]

Zira âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (en değerli olanlarınız), en çok takvâlı olanlarınızdır (Oʼna karşı gelmekten en çok sakınanlarınızdır)…” (el-Hucurât, 13)

TASAVVUF; ZİKİRLE GAFLETTEN KORUNMAKTIR

Cenâb-ı Hak;

“Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin.” (el-Ahzâb, 41) buyurarak her vesîleyle kendisini anmamızı arzu ediyor.

“Onlar (akl-ı selîm sahibi müʼminler), ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyurmak sûretiyle de, her dâim kalben kendisiyle buluşmamızı istiyor.

Demek ki müʼminler olarak Rabbimizʼi zikretme vazifemiz, sadece namaz kılmaktan ibâret değil. Namazdaki Allah ile beraberlik şuurunu, namazdan sonra da devam ettirmek gerekiyor. Zira kullarını bir saniye bile unutmayan Allah Teâlâ, kullarının da kendisini dâimâ hatırlamasını istiyor.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ashâbını her vesîleyle çokça zikretmeye teşvik etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimizʼin farklı sahâbîlere farklı virdler verdiği[7] ve kimi zaman da zikir halkaları kurdurup topluca zikir icrâ ettikleri[8] bilinmektedir.

Zikrullah’tan bir an bile gâfil kalmanın büyük tehlikesinden dolayıdır ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, nefsime bırakma!..”[9]niyâzında bulunmuştur.

Zira bir kalp, Allâhʼı unuttuğu nisbette gaflete mübtelâ olur. Bunun içindir ki yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” buyurmuştur. (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Bu da gösteriyor ki sadece işlenen günahların değil, Allâhʼı unutarak geçirilen anların da istiğfârı gerekir. Zira mârifetullâh ufkuna ermiş bir gönülde ölçüler iyice inceldiğinden, Hakʼtan gâfil olarak alınıp verilen nefesler dahî, bir günah olarak telâkkî edilir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“İnsanlar bir mecliste oturur da orada Allâh’ın ismini anmazlarsa, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olurlar. Kim bir yolda yürür de Allah -azze ve celle-’yi zikretmezse, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur. Kim yatağına girer de orada Allâh’ı zikretmezse, yine eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur.” (Ahmed, II, 432)

Âl-i İmrân Sûresiʼnin 191. âyetinde zikredilen; ayaktayken, otururken, yanları üzerine yatarken Allâhʼı zikretme” hâli de buna işaret etmektedir. Zaten insan, ekseriyetle bu üç hâlden biri üzeredir. Demek ki Rabbimiz, bizden dâimî bir zikir hâli istiyor. Fakat bu dâimî zikrin de makbûliyet şartını ifâde sadedinde, yine aynı âyetin devamında;

“…Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.

Yani ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin tefekküründe derinleşerek, kendi âcizlik ve hiçliğimizin idrâki içinde, hayret ve hayranlıkla ürperen bir kalbî kıvama ulaşarak zikretmemizi istiyor.

Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını artırır…” (el-Enfâl, 2)

Demek ki sadece lâfızların tekrarından ibâret kalan, ağızdan kalbe inmeyen, dolayısıyla da kalbî duyuş ve ürperişlere vesîle olmayan bir zikir, hakîkî mânâda ve makbul seviyede bir zikir değildir. Zikirden maksat, kalbin zikredilenden haberdar olması ve Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin etmesidir.

Bunun içindir ki tasavvufta terakkî, sadece mânevî derslerin ve evrâdın belli zaman aralıklarında yükselmesine bağlı değildir. Buna ilâveten, kalbî hassâsiyetlerin ve ahlâkın da yücelmesine, cemâlî esmânın o kalpteki tecellîlerinin artmasına bağlıdır.

Mânevî dersleri yükselen bir kimsenin, nezâket, zarâfet, kalbî rikkat, merhamet, şefkat, hizmet, gayret ve fedakârlığının da artması; daha bağışlayıcı, daha anlayışlı, daha tahammüllü olması; sabır ve rızâ hâlinin kuvvetlenmesi îcâb eder. Kendisi için istediğini din kardeşi için de isteyen, diğergâm ve ince bir rûha sahip olması gerekir. Mânevî terakkî ancak bunlarla kāimdir.

Tasavvufî hayat da, zikrin feyz ve rûhâniyeti içinde Allah ile dâimî bir beraberlik hâlinde yaşayabilmektir. Nitekim Sâmi Efendi Hazretleri de tasavvufu; “zikr-i dâimîde bulunarak Allah’tan başka her şeyden gönlü temizlemek”[10] olarak târif buyurmuşlardır.

Müʼminin bu şuur ve idrâki kazanması, aynı zamanda karşılaştığı ilâhî imtihanların sırrını da çözebilmesini temin eder.

Meselâ Ömer bin Abdülazîz g buyurur ki:

“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölü olanlar el uzatır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”

İşte gönlü zikrullah ile dipdiri olan bir müʼmin, gafletten korunduğu için;

  • Haramlara, hattâ şüphelilere bile el uzatamaz.
  • Mânevî kıymetini zedeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur.
  • Lüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara dalmaz; gelgeç sevdâlara aldanmaz.
  • Ömrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezâletlerle amel defterini kirletmez.
  • Bilâkis, ömrünü sâlih ameller ve hayır-hasenatla müzeyyen kılar.
  • Kur’ân ve Sünnetʼi hayat rehberi edinir.
  • İbadetlerini huşû içinde îfâ eder, Allah yolundaki hizmet ve gayretlere, sâlihlerin sohbet meclislerine rağbetini artırır.
  • Nihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak, gök kubbede hoş bir sadâ ve ardında fazîletlerle dolu nice hâtıralar bırakarak ömrünü ihyâ eder.

Buna mukâbil, zikirden uzaklığı sebebiyle gaflete dûçâr olan nâdân ve hantal bir kalp ise, her an günah batağına düşmeye hazır bir hâldedir. Zira gaflet, günahların en müsait zeminidir. O zemin oluşunca günahlar, mânevî ağırlığı hissedilmeden, kolayca işlenmeye başlar.

Bu bakımdan zikirle gafleti bertaraf etmek; günahlara karşı en sağlam takvâ zırhıdır, yani mânevî korunma vesîlesidir. Çünkü hiçbir insan “besmele” çekerek bir kardeşine çelme takamaz. “Allah” diyen bir kalp, hiçbir gönle, bile bile bir diken batıramaz.

Bunun içindir ki tasavvuf; zikrin gönül feyziyle, ihsan kıvâmında, yani dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğunun farkında olarak, diri bir kalple yaşayabilmektir. Allah Teâlâʼnın her an ve her yerde bizimle beraber olduğu gerçeğini, hayat düstûru hâline getirebilmektir. Oʼnun bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu hiçbir zaman unutmamaktır. Kalbimizden geçenlerin dahî kendisine ayân ve âşikâr olduğunu ve Oʼnun bizi her an görüp işittiğini, gönlümüze hiç silinmeyecek şekilde nakşetmektir.

Cenâb-ı Hak, îmânı ihsân ufkunda yaşamayı cümlemize nasîb eylesin. Kalplerimizi, zikrullah, mârifetullah ve muhabbetullah nûruyla münevver kılsın. Katında makbul olan güzel bir kulluk hayatı yaşamaya cümlemizi muvaffak eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Ahmed Zerrûk, Kavâidü’t-Tasavvuf, kâide: 33.

[2] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler.

[3] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 87-88, no: 87.

[4] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.

[5] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.

[6] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.

[7] Bkz. İbn-i Mâce, Edeb 56; Buhârî, Fedâilu Ashâbuʼn-Nebî 9, Deavât 11; Müslim, Zikir 79, 80.

[8] Bkz. Ahmed, IV, 124.

[9] Câmiuʼs-Sağîr, I, 58.

[10] M. Sâmi Efendi, Musâhabe, VI, 13.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında TASAVVUF