Takvâ Mektebi Ramazân-ı Şerifte; Mânevî Eğitim

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mayıs, Sayı: 171

KAZANMA MEVSİMİNDE KAYBETMEYELİM!

Asr-ı saâdette iki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kişi;

“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsaade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kişi ısrarcıydı:

“–Yâ Nebiyyallah! Vallâhi neredeyse ölecekler…”

Efendimiz;

“–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek;

“–İçindekileri çıkar!” dedi.

Kadın kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bunlar Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Biri diğerinin yanına oturup insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Elhamdülillâh, Ramazân-ı şerîfin mübârek gölgesi üzerimizde… Her yıl teşrif eden bu mübârek mevsimde; inşâallah yine oruçlar tutacağız, ibâdetler edeceğiz, bu kıymetli zamanı en güzel şekilde idrâk etmeye gayret edeceğiz.

Lâkin, asr-ı saâdetten naklettiğimiz bu kıssada bir misâli verilen gaflet ve hatalara düşersek; oruçlardan geriye bize -maâzallah- açlıktan başka bir şey kalmaz. Ramazân-ı şeriften af ve mağfiret beklerken, belki de ancak vebal ve hüsran kalır.

Mevlânâ Hazretleri; Ramazân-ı şerifte kazanılan ecir ve sevapları boşa çıkarmamak, oruç mevsiminde elde edilen mükâfatları vebâle dönüştürmemek için yaşayışı bozabilecek şeytânî ve nefsânî tehlikelere dikkat çekerek şöyle buyurur:

“Her gün azar azar da olsa; candan ve sevgi ile yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur, neden gönlümüzde hissedilmiyor?”

“Biz, şu dünya ambarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da; buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, ambara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. Hâlbuki fare; ambarımızı delmiş, ambarımız onun hilesinden harâb olmuştur.”

“Eğer ambarımızda hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi?”

“Ey Hak talibi can; önce ambara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış!” (Mesnevî)

Ramazân-ı şerif; kullukta derece kazandıran ve bu mânevî kayıplara mâni olmayı öğreten bir takvâ mektebidir. Bu mektebin; oruç, infak, terâvih vb. programlarıyla verdiği tâlimler vardır.

Bunları hakkıyla gerçekleştirebilmeyi, Rabbimiz cümlemize âsân eylesin!..

HAMD ve ŞÜKÜR TÂLİMİ

Oruç; nimetlerin kadrini bildirerek, gönüllerdeki şükran duygularını derinleştirir.

Zira insan; mahrum kalmadıkça, içinde bulunduğu nimetleri hakkıyla idrâk edemez. Her gün rahatça yiyip içilen nimetlerden; oruç vesilesiyle, günün belli bir kısmında mahrum kalmak, insana aczini hatırlatır. Oruç; her hâlükârda Rabbimiz’e muhtaç olduğumuzu, hakikatte bir an bile O’nun lutfuna sığınmaktan müstağnî kalamayacağımızı telkin eder.

Böylece Ramazân-ı şerif; Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına karşı, gönüllerdeki hamd ve şükür duygularını kuvvetlendirir.

Şükür, nimetin cinsinden olur. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlere muhtaçlığını idrâk eden mü’min; fakirlik ve mazlumluk sebebiyle, aç ve muhtaçların yaşadığı hissiyâtı, hakka’l-yakîn idrâk eder. Onlara karşı şefkati artar.

Bu sebeple, Ramazân-ı şerif;

CÖMERTLİK ve DİĞERGÂMLIK TÂLİMİ

Oruç; diğergâmlık tâlimidir. Yoksulların ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan açlığı fiilen yaşatarak, onların hâlinden anlamayı temin eder. Ramazân-ı şerifte bu hissiyat, bir ay boyunca devam eder ve böylece gönüllerde merhamet, şefkat ve cömertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.

Darb-ı mesel olarak da; «Tok, açın hâlinden anlamaz!» denilmiştir.

Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yûsuf -aleyhisselâm-’a;

“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisiniz. Neden kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye sordular. O ise şu hikmetli cevabı verdi:

“Karnım tok olursa açların hâlinden gaflette kalıp onlara ikramda kusur işlerim diye korkuyorum!”

Din kardeşlerinin hâlini düşünmek, onların sıkıntılarını gidermek için gayret göstermek, bu yolda içtimâî hizmetlere koşmak, kâmil mü’minlerin hayat düstûrudur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mü’minler için bu hâlin zarûretini şöyle ifade buyurmaktadır:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

“Komşusu açken tok yatan, (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7)

Bugün;

Suriye, Filistin, Mısır, Yemen ve daha nice İslâm memleketleri birer mâtem ülkesi hâline geldi. Dullar ve yetimlerle doldu. Bu hususta üzerimize düşen mes’ûliyeti şu hadîs-i şerif ne kadar açık beyân etmektedir:

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Vefâtı esnasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defa;

«–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi.

Sonra da şöyle buyurdu:

«–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz husûsunda Allah’tan korkun!»

Sonra; «Namaz, namaz…» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek sesleri duyulmaz hâle gelince bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar ettiler.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Demek ki;

İslâm, dâimâ infâka ve cömertliğe davet ediyor. Mü’minler, kardeşlik imtihanında mes’ûldür. Bir mü’min; zor durumda olan mü’min kardeşlerinin, kendisine zimmetli olduğunu unutmamalıdır. Bir mü’minin, kardeşlerinin ızdırâbı karşısında bîgâne kalması; «Bana ne!» demesi düşünülemez!..

Ramazân-ı şerifte, bu mes’ûliyetlerimizi îfâ etmek husûsunda daha fazla gayret etmeliyiz. Hiçbir şey yapamasak bile, âyet-i kerîmenin ifadesiyle, onlara « قَوْلًا مَيْسُورًا/ gönül alıcı bir söz» ikrâm etmeliyiz. Duâlarımızda onları unutmamalıyız.

Bu itibarla;

Ramazân-ı şerîfi diğergâm bir ruhla değerlendirmek, hizmet ve infaklarla ihyâ etmek, kulun Rabbine olan muhabbetinin en güzel nişânesidir. Zira muhabbetin kantarı; sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlıktır.

İbâdetlerin gayesi, Cenâb-ı Hakk’a takarrub/yakınlaşmaktır. İbâdet vecdiyle içtimâî hizmetlere koşmak, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek de, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın en güzel vesilelerinden biridir.

Zira rivâyete göre Hazret-i Musa;

“−Yâ Rab! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu.

Allah Teâlâ ona;

“−Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Sâdî-i Şîrâzî der ki:

“Mü’min kardeş! Merhamet ve şefkat ehli ol da sâlih zâtların yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun elinden tutuver. Gönlün, bir çiçek bahçesi gibi olsun. Şunu da bil ki, Allah dostları; daha ziyade kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.”

Yani Hak dostları; mâtemlerin civarında dolaşır, muhtaçların sessiz feryatlarına gönül verir, onlara candan ve maldan infâk ederek duâlarını alır, mahrumların huzur ve tesellî menbaı olurlar.

Hak dostlarından Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu hâli de, kâmil mü’minlerin diğergâmlık ufkunu ne güzel hulâsa etmektedir:

Hizmetinde bulunan talebesi, bir gün Dâvud-i Tâî Hazretleri’ne;

“–Efendim, biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” demiş ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirmişti. Ancak Dâvud-i Tâî -kuddise sirruhû-, önüne konan ete bakarak;

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye nezâketle sordu. Talebe, durumlarının yerinde olmadığını ifade sadedinde içini çekip;

“–Bildiğiniz gibi efendim!” diyerek edeple cevap verdi. O büyük Hak dostu;

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” buyurdu.

Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samimî talebe ise;

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip şu muhteşem cevabı verdi:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar; fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..

Bu itibarla Ramazân-ı şerîfin rûhâniyeti, bizim de merhametimizi inkişâf ettirerek gönüllerimizi âdetâ bir rahmet dergâhı hâline getirmeli.

Lâkin bu sır hemen tecellî etmez. Evvelâ nefsin arzularına karşı sabretmek lâzımdır. Nefsin cimriliğine ve açgözlülüğüne muhalefet etmek lâzımdır. Bu sabrı insana kazandıracak, en güzel ibâdetlerden biri de oruçtur:

SABIR TÂLİMİ

Oruç; sabır tâlimidir. Nefsin isteklerini frenleyebilme iradesinin kazanılmasıdır.

İnsanın nefsine hâkim olabilmesi, ilâhî imtihanlardan muvaffakıyetle geçebilmenin en mühim sırrıdır.

Öyle ki; öfkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedâkârlık ve ferâgat gibi yüksek fazîletler de hep nefsin îtirazlarını susturabilmekle gerçekleşebilir.

Oruçluyken bilhassa öfkeden sakınmak gerekir.

Zira açlık asabîliği içinde birtakım nefsânî davranışlara sürüklenmek, orucun rûhâniyetini zedeler. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Hiçbiriniz (bilhassa) oruçlu olduğu gün, çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri, kendisine söver veya çatarsa;

«–Ben oruçluyum!» desin.” (Buhârî, Savm, 9)

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin); «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkān, 63)

Sabır ayı olan Ramazân-ı şerifte tutulan oruç, âdetâ rûhun giydiği bir ihram gibidir.

Nasıl ki ihramda; «refes, fısk ve cidâl» yasaksa, tıpkı bunun gibi; «şehevî arzular, fısk u fücûr, münakaşa ve bir gönle diken batırmak» da, orucun ecrini zâyî etmek demektir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Öfke ile şehvet, insanı şaşı eder; canı doğruluktan ayırır; garez geldi mi hüner örtülür; gönülden yüzlerce perde gelir de gözün önüne çekiliverir.”

“Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; Rûhu doğruluktan ayırır. Zâlimlerin zulmü de karanlık bir kuyudur.”

“Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan; fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma!”

“Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.

Ey başkalarına ağlayan göz! Gel, bir müddetlik otur da kendine ağla! Mum, ağlamakla daha aydın bir hâle gelir.” (Mesnevî)

TEENNÎ TÂLİMİ

Sabır tâliminde, insanın acele etmeyip, ihtiyatlı davranması mânâsına gelen «teennî»yi öğrenmesi de vardır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Teennî Allah Teâlâ’dan, acele ise şeytandandır.” (Tirmizî, Birr, 66/2012)

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Acele, birçok işi bozar; dilediğin şeyi yavaş yavaş fakat sağlam bir şekilde yapmalısın. Unutma ki Allah, insanı yavaş yavaş tam kırk yılda olgunlaştırır.” (Mesnevî)

“Taneyi gören kuşcağız; «Tuzak var mı?» diye önden, arkadan, sağdan, soldan yüz defa kontrol eder. Kuşun canı dâimâ aksi şeyleri düşündüğünden, ondaki can korkusu yem aşkından ziyâdedir.” (Mesnevî)

Bilhassa ibâdetlerin, îcâb eden vakar ve teennî ile edâ edilmesi lâzımdır. Husûsen terâvih namazlarının; kuşların yem topladığı gibi alelacele kılınması, kabulden uzak, menfî bir hâldir.

Acelenin tavsiye edildiği tek yer, hayırlı işlerde fırsatı kaçırmamak için serî olunması gereken hususlardır.

Ramazân-ı şerif, baştan sona mânevî ikramlar ve fırsatlar mevsimidir. Hayrâta hiç doymayan bir mü’min, her fırsatı ganîmet bilmeli, hiçbirini kaçırmamak için, Ramazân’ı en iyi şekilde değerlendirmeye gayret etmelidir.

Bunun için de, nefsi dizginlemek şarttır. Zira, ham ve nâdan insanın gözü, nefsânî fırsatları yakalamak peşindedir. Ramazân-ı şerif ise; Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği rûhâniyet ve mâneviyat iklimi sayesinde, maddî ve nefsânî hususları, incelmiş gönlün gözünde ehemmiyetsizleştirir.

MÂNEVİYAT TÂLİMİ

Oruç; nefsâniyeti dizginleyerek rûhâniyete seviye kazandırmaktır.

İnsanda rûhâniyet ve nefsâniyet, bir terazinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır.

Gönüller, fânî hazlardan uzaklaşmadıkça bâkî lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı çocukların sütten kesilmedikçe yüksek gıdâlara ve hayâtî lezzetlere eremedikleri gibi.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Cesedine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.

Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü-kuvvetli gitsin!” (Mesnevî)

Nefsin bitmek bilmeyen fânî arzu ve emellerini, azim ve iradesiyle eritemeyen ham ruhlar; ne dünyada rahat yüzü görebilir ne de ukbâda huzur ve saâdete erebilirler.

Bu mânâda;

Oruç; rûhâniyeti nefsâniyete, bâkîyi fânîye, takvâyı fücûra galip getirmek için, nefse karşı girişilen büyük bir cihaddır.

Oruç; bedenin alışıp şiddetle ihtiyaç duyduğu fânî nimetlerden el çekmek sûretinde gerçekleştiğinden, rûhu, nefsânî arzuların sıklet ve kasvetinden kurtarır.

Dolayısıyla rûhun kuvvetlenmesine, duyguların ulvîleşmesine, ilâhî nurların kalpte tecellîsine vesile olur. Oruç tutan kimsede; nefsin tasallutundan kurtulan rûhun, mânevî fetihleri başlar. Bu bakımdan oruçlu, bir fazîlet mücâhidi demektir.

Ayrıca oruç sayesinde, -belli bir süreliğine de olsa- bazı helâllerden bile el çekmek; haram ve şüphelilere karşı daha güçlü bir şekilde mukavemet edebilecek, sağlam bir iradenin inşâsına yardımcı olur. Mevlânâ Hazretleri, Ramazân-ı şerîfin feyz ve rûhâniyetinden gafil kalınmaması için mecâzen orucu şöyle konuşturur:

“Oruç der ki:

«–Allâh’ım! Bu mü’min kulun, Sen’in emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile yemedi; susuzken su içmedi. Bu mü’min, nasıl olur da harama el uzatabilir?!.»” (Mesnevî)

Nefsâniyeti dizginleyemeyenler ise, hırsın, tamahın ve açgözlülüğün girdabında boğulurlar. Mevlânâ Hazretleri; ihtirâsın, ne kadar boş olduğunun ifadesi sadedinde şöyle buyurur:

“Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.”

İhtirâsın sonu, sadece dünyada yaşanan sıkıntılar değildir. Asıl hüsran, uhrevîdir:

“Ey ekmek uğruna îmân cevherini atan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı! Nemrut, gönlünü İbrahim’e kaptırmadı ama canını bir sivrisineğe teslim etti.” (Mesnevî)

Açgözlülük ve dünya nimetlerini elde etme hırsı, insanı hakkı olmayan şeylere el uzatmaya zorlar ve böylece onu âhiret mahrumu eyler.

İslâmiyet, hayatın her safhasını tanzim eder. Allâh’a lâyıkıyla kulluk, sadece ibâdet hayatından ibaret değildir. Bu sebeple; Ramazân-ı şerîfin takvâ mektebinde, nefsânî duyguları tezkiye ederek, helâl-haram hassâsiyetinde derinleşmek zarûrîdir.

Bu zarûreti, Abdullah bin Ömer v şöyle ifade eder:

“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da; haram ve şüphelilerden kaçınmadığınız takdirde, Allah o ibâdetleri kabul etmez.”

GÜZEL AHLÂK TÂLİMİ

Oruç; güzel ahlâk ve takvâ tâlimidir.

Oruç, Kur’ân ahlâkının nezâket ve zarâfetinden nasiplenmek ve âdetâ meleklerin letâfetinden bir hisse almaktır. Cenâb-ı Hak; farz oruç için, Kur’ân’ın nâzil olduğu mübârek ayı seçmiştir. Zâhirine ve bâtınına dikkat gösterilerek tutulacak oruçlar ile, bu ahlâk eğitimi gerçekleşecektir.

Bu ise, ibâdetlerin rûhâniyetine zehir saçan kalbî marazlardan ve nefsânî zaaflardan sakınmakla mümkün olur.

Zira makbul bir oruç, bütün uzuvların ve bilhassa kalbin iştirâk ettiği oruçtur. Allah ile beraberlik şuuru içinde tutulan oruçtur. Yüksek bir takvâ duygusuyla; insanı günahlardan, mâsiyetten ve gafletten alıkoyan bir oruçtur.

Nitekim bir hadîs-i şerifte;

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.” buyurulmaktadır. (Buhârî, Savm, 8, Edeb, 51)

Yani yalnızca mideyi aç bırakmakla kâmil mânâda bir oruç tutulmuş olmaz. Makbul bir oruç, bedendeki bütün uzuvların haram ve şüphelilerden muhafaza edilmesi yönünde nefsin dizginlenmesini gerektirir.

İHLÂS TÂLİMİ

Oruç; ihlâs tâlimidir. Her ibâdette olduğu gibi oruçta da yegâne niyet, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı olmalıdır. Bunun için de riyâ ve gösterişten sakınmak, ibâdete fânî menfaatleri ortak etmemek gerekir.

Vaktiyle hıristiyanların da bir ay oruçları vardı. Lâkin onlar, bu güzel ibâdeti -tıpkı dinleri gibi- tahrif ederek aslî mecrâından çıkardılar. Ruhsuz, mâneviyatsız bir «perhiz» kılığına soktular. Diğer ibâdetler gibi oruç da, hakikî mâhiyetini İslâm dîninde yeniden buldu.

Bu sebeple; mideyi dinlendirmek, kilo vermek gibi maddî gayelerle tutulan bir orucun ecri zâyî olur.

Bedenî hareketleri için namaz kılmak, turistik gaye ile hac ve umre yolculuğuna çıkmak da böyledir.

Samimiyetle tutulan orucun ise, sevâbını, Cenâb-ı Hak, Zâtına tahsis ederek şöyle buyurmuştur:

“İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç Benim içindir, mükâfâtını da Ben vereceğim!” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

ZÜHD ve RİYÂZAT TÂLİMİ

Bugün maalesef lüks, israf, oburluk, güç gösterisi ve nefsânî ihtirasların arttığı bir devredeyiz. Hâlbuki oruç ibâdeti bizlere; fânî nimetlerin bir gün tamamen elinden alınacağı bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatarak, nefsânî zevklere takılıp kalmamayı, helâlleri bile asgarî seviyede kullanıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi ve dünyevî imkânları âhiret sermâyesi kılma firâsetini telkin eder.

Açlık, nefsânî duyguları köreltici bir tesire sahiptir. Peygamber Efendimiz; evlenme imkânı bulunmayan gençlere, «oruç tutmalarını» tavsiye etmiştir.

İnsan; nefsânî arzulara set çekemediği için, çoğu kez gıdâ husûsunda ifrâta düşer. Bunun neticesinde de devrimizde «oburluk ve obezlik / aşırı kilo» sebebiyle birçok ağır hastalıklar yaşanmaktadır. Oruç; aslında insanın çoğu zaman, ihtiyacından fazla yediğini ispatlamaktadır. İhtiyaçtan fazla olarak alınan gıdâlar ise, nefsânî duyguları güçlendirmekte ve rûhâniyeti zayıflatmaktadır. Bu menfî hâlden çıkmak için; «Yemek için yaşamayı bırakıp, yaşamak için yemeyi» düstur edinmek lâzımdır.

Mevlânâ Hazretleri uyarır:

“Ateşe benzeyen şehvet, yanıp durdukça eksilmez; o, ona dileğini vermemekle eksilir. Bir ateş, odun attıkça hiç söner mi? Hiç odunu yakmaz mı?” (Mesnevî)

Maddî gıdâlar ve hazlar, elde edildiğinde biter, bitmese de insanı tıkar ve perişan eder. Meselâ insan doyduktan sonra da yemeye devam ederse, bir noktadan sonra nefes alamaz bir hâle gelir ve rahatsız olur.

Fakat infak ve sohbet gibi mânevî gıdâlar ve lezzetler ise insanın iştihâ ve huzurunu artırdıkça artırır.

Bu sebepledir ki;

Peygamberimiz; «üsve-i hasene / en güzel örnek» iltifâtına nâil olduğu hâlde, kulluğun zirvesinde yaşadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ederdi:

“Yâ Rabbî! Sana hakkıyla kulluk edemedim…” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, mânevî lezzetlere hiç doymazlardı.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ancak bir müslümanın derdine derman oldukça, huzur bulurdu. İnfâk ettikçe, ikrâm ettikçe, ihsanda bulunma şevki daha da artardı. Elinde birkaç dinar varken geceleyemez, onu infâk etmeden rahat etmez, huzur bulamazdı.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in bildirdiği üzere, mübârek hânede üç gün üst üste sıcak yemek pişmezdi. Çünkü ellerine geçen her şeyi hemen infâk ederlerdi. Bundan huzur duyarlardı. İnfâk etmenin hazzı, Peygamberimiz’e kendi açlığını unuttururdu. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açları ve muhtaçları doyurmakla doyardı.

Ashâb-ı kiram da, hazzı ve huzuru Efendimiz’le olan sohbetlerden, O’nu hoşnut etmekten ve O’nun emirlerine riâyetle kardeşliği yaşamaktan alıyordu.

Sahâbe-i kiram dâimâ O’na bey‘at hâlindeydi. Akabe’de, Bedir’de, Uhud’da, Hudeybiye’de dâimâ Allah Rasûlü’ne tam bir muhabbet ve sadâkat içinde yaşamakla huzura erdiler. Onların maddî bir endişeleri yoktu. Onların yegâne endişesi şu sualler etrafındaydı:

“‒Acaba Allah benden râzı mı? Acaba Rasûlullah Efendimiz, mahşer günü bana serzenişte bulunur mu? Acaba kıyâmette ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında olabilecek miyim?”

Gerçek bir dervişin gözü de; malda, mülkte değildir. Onun gönlü, Cenâb-ı Hakk’a kulluktadır. Kulluğa devam ettikçe, onun huzuru artar.

Bizim de kendimizi mîzân etmemiz gerekir:

  • Biz infâk ettikçe; «Malımız eksildi!» diye mi düşünüyoruz? Yoksa verdikçe daha çok infâk etmenin hazzını yaşayarak, huzur duyabiliyor muyuz?
  • Allah yolundaki gayretlerde, yorulup bezginliğe mi düşüyoruz? Yoksa tâkatimizin sonuna kadar şevkle, vecdle hizmet edebiliyor muyuz?

Eğer bu ilâhî tâlim ve terbiyelerden hakkıyla geçebilirsek; Ramazân-ı şerîfin takvâ mektebinin neticesindeki bayram, muvaffak olanlar için rûhânî bir diploma hükmünde olacaktır. Kazanılan seviye, ömre yayıldığı takdirde; bu diplomalar, inşâallah, son nefes bayramına dönüşecektir.

Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:

“Ramazân-ı şerif; zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”

Cenâb-ı Hak; Ramazân-ı şerifte ve her zaman, nefsânî hoyratlıklardan kurtulup, rûhânî istîdatları inkişâf ettirebilen bahtiyar kullarından eylesin!..

Rabbimiz; bizlere, oruçlarımızın iftarındaki sevinç ve bahtiyarlığı tattırdığı gibi, sevâbıyla karşılaşacağımız zamandaki sürur ve huzuru da nasîb eylesin!

Âmîn!..