Şifâ ve Rahmet

Şebnem Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Nisan Sayı: 194

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vâsıtasıyla ümmet-i Muhammed’e ihsan ve ikram olunan en büyük mûcize ve en müstesnâ lûtf-i ilâhî. Âyette şöyle buyruluyor:

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)

Mü’min, şifâ kaynağı ve rahmet pınarı olan Kur’ân’dan, Hakk’a yakınlığı ölçüsünde nasiptâr oluyor.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraberdik. Gözünü semâya dikti. Sonra:

«–Şu anlar, ilmin insanlardan çekip alındığı anlardır. Öyle ki insanlar ondan hiçbir şey (ele geçirmey)e kâdir olamazlar!» buyurdular.

Ziyâd bin Lebid el-Ensârî -radıyallâhu anh- araya girip:

«–(Yâ Rasûlâllah!) Bizler Kur’ân’ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl alınır? Vallâhi biz onu hem okuyacağız, hem de hanımlarımıza ve çocuklarımıza okutacağız!» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

«–Allah iyiliğini versin ey Ziyâd, ben de seni Medîne’nin (dinde derin anlayış sahibi) fakihlerinden biri olarak görürdüm. (Bak) işte Tevrat ve İncil, yahudîlerin ve nasrânîlerin elinde, onlara ne faydası oluyor? (Onları okuyorlar ancak muktezâsıyla amel etmiyorlar!)» buyurdu.”

Cübeyr der ki:

Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-’a rastladım.

«–Kardeşin Ebu’d-Derdâ ne söyledi, işittin mi?» dedim ve ona Ebu’d-Derdâ’nın söylediğini haber verdim. Bana:

«–Ebu’d-Derdâ doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim:

İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşûdur. Büyük bir câmiye girip huşû üzere olan tek bir şahıs bile göremeyeceğin günler yakındır!» dedi.” (Tirmizî, İlim, 5/2653; Dârimî, Mukaddime, 29)

İlmin insanlardan alınması, onların ibret, hikmet, derinlik ve amelden uzaklaşmaları demektir. Zira ilmin zâhirinde kalarak hakîkatine nüfuz edemeyenler, hikmeti kavrayamaz ve muktezâsıyla amel edemezler.

Aliyyü’l-Kārî der ki:

“Yani onların İncil ve Tevrat’ı amel etmeksizin okumaları sebebiyle istifade edemedikleri gibi, ey müslümanlar siz de öylesiniz, Kur’ân’ın muhtevasını anlayıp onunla amel etmediğiniz müddetçe Kur’ân’dan istifade edemezsiniz.”

Fudayl bin Iyâz g’in buyurduğu gibi:

“Kur’ân, kendisiyle amel edilmek üzere inzâl buyruldu. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!”

Kur’ân-ı Kerîm’den istifâde edebilmek için şu üç husus çok ehemmiyetli. Evvelâ;

Huruf:

Yani fesâhat, belâgat ve talâkatiyle bütün bir diksiyonu Allâh’a âit olan yüce Kelâm’ın, düzgün okunması çok mühim. Bu sebeple de mümkünse bir fem-i muhsin’den tâlim dersi almak, her harfin mahrecine uygun ve tecvid kâidelerine riâyet edilerek telâffuz edilmesi bakımından çok önemli. Zira bir harf yerine ona benzer başka bir harf söylenirse veya peltek harfler gibi hususiyet arz eden hurufât bu vasıflarına dikkat edilmeden okunursa, yanlış bir mânâ ortaya çıkabilir. Bu sebeple evvela düzgün bir tilâvet zarurî.

Ayrıca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“Sizden biri, Rabbine münâcât edip (yalvarıp) O’nunla mükâlemeyi (konuşmayı) severse huzûr-i kalp ile Kur’ân okusun.” (Süyûtî, I, 13/360)

Dolayısıyla, bir mü’minin her gün mutlaka Kur’ân ile baş başa kalacağı, Cenâb-ı Hak ile mükâleme edeceği özel bir vakti olmalı.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm okurdu.[1] Medîne’ye gelen Sakîf Kabîlesi heyetinde bulunan Evs bin Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.

«–Yâ Rasûlâllah! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb[2] okumayı kendime vazife edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim.» buyurdu. (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerin, en hayırlı kimseler olduğunu bildirmiştir. (Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)

Bir anne-babanın, evlâdına verebileceği en kıymetli hediye ve en büyük hazine de, onu Kur’ân kültürüyle tezyîn etmesidir.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:

“Kur’ân öyle bir zenginliktir ki ondan sonra fakirlik olmaz (yani ona râm olan, en muazzam hazineye sahip olmuştur) ve ondan başka zenginlik de yoktur (yani o ilâhî hazine hiçbir maddî zenginlikle kıyas edilemez).” (Heysemî, VII, 158)

Kur’ân-ı Kerîm’den istifâde için ikinci dikkat edilecek husus;

Hudud:

Yani ilâhî emir ve yasakları hayatımızda fiilen tatbik etmek. Meselâ;

–Gözümüz bir şeyi seyrederken, Kur’ân’ın koyduğu hudutlara/sınırlara, ölçü ve hükümlere dikkat ediyor mu?

–Kulağımızı, Kur’ân’ın izin vermediği, gıybet, dedikodu, mâlâyânî, kelime-i küfür gibi çirkin sözleri dinlemekten koruyor muyuz?

–Dilimiz Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiklerini mi telâffuz ediyor? Yoksa -Allah korusun- yalan, iftira, gıybet gibi çirkin sözlere mi âlet oluyor?

Bunların hepsine dikkat edeceğiz.

Âyette; “O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (günahlardan sakınanlar) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2) buyruluyor.

Kur’ân’ın çizdiği hudutlara dikkat ederek yaşadıkça, Allâh’ın emir ve nehiylerini tatbik ettikçe, Kur’ân-ı Kerîm’in sır ve hikmetlerinden hisse almaya başlarız.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şöyle der:

“Ey oğul! Kur’ân’a sarıl, ona hizmet et ki, o da sana hizmet etsin. Seni kalbinin elinden tutarak alsın, götürsün, İzzet ve Celâl sahibi Rabbinin huzûruna bıraksın. Kur’ân ile amel etmek, senin kalbinin kanatlarını tüylendirir. Böylece o, bu kanatlarla, İzzet ve Celâl sahibi Rabbinin huzûruna doğru uçar…”

Kur’ân-ı Kerîm’den istifâde için dikkat edilecek üçüncü husus da;

Hulk:

Yani Kurʼân ahlâkıyla ahlâklanmak. Bu da ancak ahlâkı ve yaşayışıyla fiilî bir Kur’ân tefsiri olan Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebildiğimiz ölçüde gerçekleşir. Bir mü’min, Efendimiz’e muhabbette ne kadar derinleşir ve O’nun gönül dokusundan ne kadar hisse alabilirse, o ölçüde Kur’ân tahsilini de ikmâl etmiş olur.

Nitekim âyet-i kerîmede;

“Rûhu’l-Emîn (Cebrâil), o (Kur’ân’ı) îkaz edenlerden olman için apaçık bir Arap diliyle Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195) buyrulmuş ve Kur’ân-ı Kerîm, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yirmi üç senelik nebevî hayatı ile mükemmel bir şekilde tatbik edilmiştir. Bu hakîkati Hazret-i Âişe Vâlidemiz;

“O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” buyurarak ifade etmiştir. (Müslim, Müsâfirîn, 139)

Dolayısıyla bir müslümanın Peygamber Efendimiz’i lâyıkıyla tanımadan Kur’ân-ı Kerîm’i kâmil mânâda anlayabilmesi mümkün değildir.

İbrahim Desûkî g Kur’ân’ın feyzinden istifâde hususunda şöyle buyurur:

“Kur’ân okumak isteyen kimse, evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlemelidir. İsrafa kaçmamalı, haram ve şüphelilere karşı teyakkuz hâlinde olmalıdır. Şayet bunlara dikkat etmezse Kur’ân-ı Kerîm’e karşı edepsizlik etmiş olur… Bu durumda hâfızasındaki Kur’ân ona lânet okur ve şöyle der: «Kim Allâh’ın kelâmına tâzim göstermez ve onunla amel etmezse, Allâh’ın lâneti üzerine olsun!»

Evlâdım! Kur’ân’ın sırlarını anlamak istersen, nefsini tezkiye et ve Kur’ân’ın feyzinden istifâde etmeye çalış! Boş sözleri bırak, faydalı amellerle meşgul ol! Yanağını yere koy (mütevâzı ol), topraktan geldiğini ve yine toprağa döneceğini unutma! Günahlarının çokluğundan ve kıyâmet günü yüzüne çarpılmasından kork! Amellerinin kabul edilip edilmeyeceğini iyi hesap et! Eğer böyle yaparsan Rabbinin kelâmındaki ince mânâları ve esrârı anlayabilirsin. Böyle yapmazsan bu ilâhî kapı sana kapalı kalır.”

Hazret-i Ali’nin naklettiği bir hadîse göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbını ileride zuhûr edecek bazı fitneler konusunda uyarmış, bu fitnelerden korunmak için ne yapılması gerektiğinin sorulması üzerine;

“Çare Allâh’ın kitabı Kur’ân’dır. Onda sizden önce gelip geçenlerin ve sizden sonra geleceklerin haberleri vardır.” buyurduktan sonra Kur’ân’ın üstünlüklerini şöyle sıralamıştır:

“O sağlam bir bağdır, hikmetli bir öğüttür; insanlar arasında doğabilecek anlaşmazlıklar için hükümler ihtiva etmektedir. O saçma-sapan bir söz değil, hak ile bâtılı ayıran ciddî bir kitaptır. Allah onu terk eden zorbaları perişan eder; hidâyeti onun dışında arayanları sapıklığa düşürür. O sırât-ı müstakîmdir; ona uyanların arzuları haktan sapmaz, dilleri sürçmez. Âlimler ona doymaz. Onu reddedenlerin çok olması değerini eksiltmez; onun üstünlükleri bitmez. Onunla konuşan doğruyu konuşmuştur, onunla amel eden kazanmıştır, onunla hükmeden adâleti gerçekleştirmiştir, ona davet eden doğru yolu bulmuştur.” (Tirmizî, Sevâbü’l-Kur’ân, 14/2906; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

Velhâsıl içinde bulunduğumuz şu mübarek günler vesîlesiyle, kulluk hayatımızı Kur’ân ölçüleriyle bir daha gözden geçirelim. Onun yalnızca tilâvet ve “mukâbele”siyle yetinmeyip “muâmele”siyle de meşgul olalım.

Zira kökleri toprakla buluşturulmayan bir ağaç nasıl ki kurumaya mahkûmsa, Kur’ân’dan uzak kalan ve Kur’ân ile amel etmeyen bir gönlün âkibeti de kurumaktır. Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan bir kimseyi de Rasûlullah Efendimiz harap bir eve benzetmektedir. (Bkz. Tirmizî, Fazâilü’l-Kur’ân, 18)

Dolayısıyla Kur’ân’dan az da olsa bir miktar ezberlemeye gayret etmek, insanı mânen bir harabeye dönmekten muhâfaza eder. Kur’ân’ın hıfzına, anlayışına, ilmine ve ahlâkına sahip olan mü’min bir kul, fazîlette zirveleşir. Çünkü sahih bir îtikad, kâmil bir îman, gerçek bir tefekkür, üstün bir ahlâk ve güzel bir edep sadece Kur’ân’la elde edilebilir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, Kur’ân-ı Kerîm’in “elfâzını hâmil”, “ahkâmıyla âmil”, “ahlâkıyla da kâmil” olan sâlih kullarından eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 142; Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178.

[2] Kur’ân-ı Kerîm’in otuz cüzünden her birinin dörtte biri.