Şeyh Sâdî (rahmetullâhi aleyh) -5-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2024 – Kasım, Sayı: 465

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Padişahlardan biri, suçu olmayan birisinin haksız yere öldürülmesini emretti. Öldürülecek adam dedi ki:

«‒Ey hükümdar! Bana duyduğun bu öfke sebebiyle kendi kendine zulmetme!»

Padişah, «Nasıl yani?» diye sorunca, adam şu cevâbı verdi:

«‒Benim öldürülme işim bir saniyede olur biter. Fakat bu günahın azâbını sen ebediyyen çekersin.»”

[Bu dünya, âhiretin sonsuzluğu yanında bir “hiç” hükmündedir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46) buyrulmaktadır.

Bununla birlikte, ebedî hayatın saâdet üzere mi yoksa felâket üzere mi yaşanacağı, bu kısacık dünya hayatında yapılanlarla şekillenecek.

Dolayısıyla bir gün yok olup gidecek olan dünyevî menfaatler veya nefsânî ihtiraslar uğruna, helâl-haram gözetmeden ebedî hayatı tehlikeye atmak, bir damla için uçsuz bucaksız bir deryayı satmak gibi derin bir gaflet ve hamâkattir.

Şunu unutmayalım ki, bu fânî cihânın bütün zevk u safâları, Cennetʼin yanında bir “hiç”tir. Dünyanın bütün zorluk, sıkıntı, çile ve meşakkatleri de, Cehennem azâbının yanında bir “hiç” hükmündedir.

Nitekim âhirette insanların, Cennet veya Cehennemʼi gördükten sonra, dünyadayken yaşadıkları bütün cefâları da safâları da unutacakları, bunların gözlerinde ve gönüllerinde âdeta bir çakıl taşı gibi değersiz ve ehemmiyetsiz hâle geleceği, hadîs-i şerîfte şöyle haber veriliyor:

“Cehennemliklerden olup, dünyada pek müreffeh bir hayat yaşayan bir kişi, kıyâmet gününde getirilip Cehennem’e bir kere daldırılır. Sonra:

«–Ey Âdemoğlu! Sen hayırlı bir gün gördün mü? Herhangi bir nîmete nâil oldun mu?» denilir. O kişi:

«–Hayır, vallâhi Rabbim! Öyle bir şey görmedim.» der.

Cennetliklerden olup dünyada insanların en yoksul olanı getirilir, Cennet’e bir kere daldırılır. Ona da:

«–Ey Âdemoğlu! Sen herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı gördün mü? Hiç zorluk ve darlık çektin mi?» denilir. O kişi de:

«–Hayır, vallâhi Rabbim! Hiçbir yoksulluk ve sıkıntı görmedim, zorluk ve darlık çekmedim.» der.” (Müslim, Münâfikûn, 55)

Dolayısıyla ârif bir müʼmine yakışan; üç günlük dünyanın zahmetine katlanıp ebedî rahmete nâil olmaktır. Anlık zevkler ve nefsânî menfaatler peşinde koşarak kendi eliyle kendini ebedî bir azâba sürüklemekten kaçınmaktır.

Unutmayalım ki son nefesle birlikte bütün ibadet ve tâatlerin yorgunluğu biter, geriye ebedî bir mükâfat kalır. Yine son nefesle, haramların da lezzet ve zevki kaybolup gider, fakat geriye ağır bir hesap ve elîm bir azap kalır.

İşte yüce dînimiz İslâm, esas hayatın âhiret hayatı olduğu şuuruyla, dünyanın cefâsına da safâsına da aldırmayıp âhiretini kurtarabilme gayretinde olan fedakâr mü’minlerle kıtalara yayıldı.

Meselâ Orhan Gâzi, oğlu I. Murad’a:

“Bak oğlum! Osmanlı’nın iki kıta üzerinde hükümrân olması yetmez! Zira îlâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!” vasiyetinde bulunmuştu.

I. Murad Han da yemyeşil Bursaʼnın rahatını bırakıp şehid olmak pahasına Kosovaʼyı fethetti. Bugün hâlâ Kosovaʼda okunan ezanlardan Murad Hânʼa sadaka-i câriyeler gelmeye devam ediyor.

Fatih Sultan Mehmed de; “Ben İstanbulʼu fethettim, Peygamber Efendimizʼin müjdesine nâil oldum.” diye oturup kalmadı. Bütün çile ve meşakkatlerine katlanarak Trabzon Rum İmparatorluğu’nu, Bosnaʼyı, İşkodraʼyı ve daha nice yerleri fethetti. Bugün oralardan da kendisine sadaka-i câriyeler gelmeye devam ediyor.

Bu fetihlerin hepsi, fânî zevk u safâları da cevr u cefâları da uhrevî saâdet veya felâketler karşısında bir “hiç” hükmünde görebilen, yüce bir îman ufkuna sahip müʼminler eliyle gerçekleşti.

İslâm âleminin bugünkü bâdirelerden kurtulup yeniden maddî-mânevî zaferlere nâil olması da böyle bir gönül kıvamına sahip olan, nefsânî ihtiraslar ve küçük hesaplar peşinde koşmayı zaman israfı olarak gören, yüksek keyfiyetli ve fedakâr mü’minlerin yetişmesine bağlıdır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Büyüklerden biri, bir Allah adamına sormuş:

«‒Falan dindar şahıs hakkında bazı kimseler birtakım isnatlarda bulunuyorlar. Sen onun hakkında ne düşünüyorsun?»

O zât, şu cevâbı vermiş:

«‒Görünüşte ve dışında bir kusur görmüyor ve bulmuyorum. İç yüzüne gelince, görünmeyen şeyi de ben bilemem.»

Her kimi dünyaya rağbet etmez, kanaatkâr ve sofu bir vaziyet ve görünüşte görürsen, onun iç yüzünü bilmesen bile, sen yine de onu öyle sofu, kanaat ehli ve zâhid bir kimse olarak bil.

Emniyet memurunun ev içinde ne işi var, evin içine ne karışır?!.”

[Allah katında kimin ne olduğunu ancak Allah bilir. Zira kalplerin pencereleri yalnızca Allâh’a açıktır. Kalbimizden geçeni bir biz biliriz, bir de bize şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimiz bilir. Bizler, kimsenin kalbindeki niyet ve düşünceyi okuyamayız. Bunun için, zâhire göre hüküm vermekle mükellefiz.

Dolayısıyla din kardeşlerimize karşı sû-i zanda bulunmaktan, yani onlara şüpheyle bakıp haklarında kötü duygu ve düşünceler beslemekten ve tecessüsten, yani onların gizli ayıp ve kusurlarını merak edip araştırmaktan sakınmalıyız. Zira Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyuruyor:

“Ey îman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli ve ayıp hâllerini araştırmayın!..” (el-Hucurât, 12)

Asr-ı saâdette Hazret-i Âişe Vâlidemizʼe münâfıklar tarafından iftirâ atılmış ve kulaktan kulağa yayılan söylentiler, kalplerde şüphe ve sû-i zanna sebep olmuştu.

Âişe Vâlidemizʼi temize çıkaran âyetlerin nüzûlüyle birlikte müʼminler ferahlamış, fakat iftirâcılara ve onlara kapılarak hüsn-i zannı terk edenlere karşı şiddetli bir ilâhî ihtar gelmiş, şâyet Allâhʼın lûtfu ve rahmeti olmasaydı hepsine büyük bir azap dokunacağı bildirilmiştir. (Bkz. en-Nûr, 12-14)

Âyet-i kerîmelerdeki bu dehşetli ihtar ve tehdîdin üst üste birkaç defa tekrarlanması da, müʼminler hakkında sû-i zannın ne kadar ağır bir cürüm olduğunu ifadeye kâfîdir.

Yine bu iftirâ hâdisesinin yaşandığı günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:

“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-:

“–Evet, işittim. Onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra da hanımına:

“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu. O da:

“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-:

“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)

Din kardeşlerimize karşı ne kadar hüsn-i zan sahibi olmamız gerektiğine dâir, Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin şu ifadeleri de pek mânidardır:

“Bir mü’min kardeşine âit, hoş olmayan bir şey duyarsan, onun için birden yetmişe kadar mâzeret kapısı araştır. Bulamazsan; «Belki benim bilmediğim veya anlayamadığım bir mâzereti vardır.» de, sonra da meseleyi kapat!” (Hânî, el-Hadâik, s. 132)

İşte mü’minlere karşı bu bakış açısını hiçbir zaman kaybetmemek gerekir. Bilhassa günümüzde yapay zekâ vâsıtasıyla, mâsum insanların ses ve görüntülerinin kopyalanarak, yapmadıkları şeyleri yapmış gibi gösterilebildiği dijital dünyada, pek çok yalan ve iftirânın kol gezdiği mâlum. Dolayısıyla toplumu fitne ve fesâda sürüklemek isteyen şer odaklarının bu nevî tuzaklarına karşı da son derece uyanık olalım, onların oyununa gelmeyelim. Bilgi kirliliğinin had safhada olduğu sanal âlemde, her gördüğümüze ve duyduğumuza hemen inanmayalım, temkinli ve ihtiyatlı yaklaşalım, bilhassa din kardeşlerimize karşı hüsn-i zannımızı dâimâ muhafaza edelim.

Aksi hâlde, şu âyet-i kerîmedeki ilâhî ihtârın muhâtabı olmaktan kurtulamayız:

“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurât, 6)

Diğer taraftan, yüce dînimiz İslâm, insanların hususî hayatlarına dâir tâkibâtı men etmiş, mahremiyet sınırlarının muhafazasına büyük bir ehemmiyet atfetmiştir. Bunun için, gizli kalmış olan şahsî ayıp ve kusurların araştırılmasını, yani “tecessüs”ü yasaklamıştır.

Zira tecessüste bulunan kimse, -meşhur tâbiriyle- “şuyûu vukûundan beter” yani duyulup öğrenilmesi, gerçekleşmesinden daha kötü neticeler doğurabilen birçok çirkinliğin ortalığa saçılıp revaç bulmasına sebebiyet verebilir. Ayrıca ayıbı açığa çıkan kimsenin hayâ perdesinin büsbütün yırtılıp tamamen arsızlaşmasına da sebep olabilir.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gece Medîne sokaklarında geziyor, şehri teftiş ediyordu. Bir evde şarkı söyleyen bir erkek sesi işitti. Duvardan atlayıp içeriye girdi. Baktı ki, erkeğin yanında bir kadın, bir de şarap var. Bunun üzerine:

“–Ey Allâh’ın düşmanı, sen günah işleyeceksin de, Allah seni gizleyecek mi sandın?!” dedi.

Adam cevâben:

“–Hakkımda hüküm vermek için acele etme ey Mü’minlerin Emîri! Ben Allâh’ın bir emrine isyan ettim, sen ise üç hususta Allâh’a karşı günah işledin.

Allah Teâlâ:

«…Başkalarının gizli ve ayıp hâllerini merak edip araştırmayın!..» (el-Hucurât, 12) buyuruyor, sen ise tecessüs ettin.

«…Evlere kapılardan girin!..» (el-Bakara, 189) buyuruyor, sen ise duvardan atladın.

«…Kendi evlerinizden başka evlere, sahipleri sizi bilmeden, selâm verip izni olmadan girmeyin!..» (en-Nûr, 27) buyuruyor, sen ise benim evime izinsiz girdin.”

Bu cevap üzerine Hazret-i Ömer (sakinleşti):

“–Ben seni affedersem, sen de beni affedip tevbe eder misin?” dedi ve tevbe etmesi şartıyla onun kim olduğunu setretti.[1]

Elbette bu nevî kusurları affedip ayıpları setretme meselesi, toplumu ilgilendirmeyen şahsî konulara mahsustur. Yoksa halkı ifsâd etme tehlikesi bulunan gizli-saklı şer odaklarına karşı dikkatli ve tedbirli olmak da müʼminin firâseti cümlesindendir.

Yine toplumun hak ve hukukuna halel getirecek bir suç işlendiğine dâir kuvvetli bir şüphe veya delil varsa, toplumu korumak adına ve elbette meşrû idarenin emriyle, husûsî mülklere de usûlünce girilmesine müsâade edilmiştir.

Bu ölçü, toplumun çekirdeği olan âile müessesesi için de geçerlidir. Meselâ, evlâtlarını güzel ahlâklı mü’minler olarak yetiştirmekle mükellef bulunan anne-babaların, çocuklarının kimlerle arkadaşlık ettiklerine dikkat etmeleri, bilhassa bilgisayar, tablet ve cep telefonuyla nerelere girip çıktıklarını kontrol etmeleri, onları zamanın fitne ve şerlerine karşı îkaz etmeleri de elzemdir.

Bu hususta gösterilecek hassâsiyet, nehyedilen tecessüs cümlesinden değildir. Bilâkis nesli güzelce terbiye ve muhafaza edebilmek için, son derece lüzumlu olan gayretlerdendir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Hepiniz günahlarınızın hamalısınız. Başkalarını kusur ve kabahatlerinden dolayı ayıplamayınız.”

[Başkalarını suçlamadan önce kendimizin ne kadar mâsum olduğumuzu samimiyetle tefekkür etmeliyiz. Zira “Hatâsız kul olmaz.” denilmiştir. Herkesin kendine göre birtakım hatâ ve kusurları muhakkak vardır. Peygamberler bile “zelle” denilen birtakım hatâlara sürüklenmişlerdir ki, onlar da beşeriyet hasebiyle hatâ ve kusurdan berî olmadıklarını bilip Cenâb-ı Hakkʼa karşı âcizliklerinin şuur ve idrâki içinde olsunlar; ayrıca günaha düşenin bunu nasıl telâfi etmesi gerektiğine dâir, ümmetlerine örnek teşkil etsinler.

Rabbimiz “Settâr” ismi hürmetine, biz kullarının nice günahlarını örtmüş ve onları kalpte gizli siyah noktalar kılmıştır. Bu da O’nun sonsuz merhamet ve lûtfundandır. Zira işlenen günahların eseri kalpte değil de alında kara bir leke sûretinde zâhir olsaydı, muhakkak ki hiç kimsenin bir başkasına bakacak yüzü olmazdı. Bu sebeple günahı açığa çıkmış hiçbir günahkârı ayıplayıp hor görmemek îcâb eder.

Ayrıca bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

“Kim bir kardeşini (tevbe ettiği) günâhı sebebiyle ayıplarsa, o günâhı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 53/2505)

Diğer taraftan, nefsini hamlıktan kurtaramamış bir insan, ekseriyetle kendi kusurlarını görmez veya bunlara bir mâzeret uydurur. Zindanlardaki mahkûmlara sorulsa, birçoğu kendini suçsuz görür, yahut cüzʼî irâdeleri yokmuş gibi, kadere bühtân ederek “Ben kader mahkûmuyum.” der. Yani ham insan, dâimâ kendini temize çıkarma, hatâ ve kusurları ise başkalarına izâfe etme temâyülündedir. Buna mukâbil, akıllı ve olgun insanlar ise, başkalarının kusurlarıyla uğraşmak yerine, kendi kusurlarının derdine düşen kimselerdir.

Bu itibarla bizler de, başkalarına kızıp tenkit etmenin, kendimizi temize çıkarmayacağını idrâk etmeliyiz. “Muâhezeyi nefsimize, müsâmahayı gayriye” yöneltmeli, yani başkalarının şahsî kusurlarını hoş görüp kendi kusurlarımızı nasıl bertaraf edebileceğimize teksif olmalıyız.

Şunu da unutmayalım ki, birçok kusur ve yanlışlarımızın farkında bile değiliz, yahut onları unuttuk gitti. Fakat kıyâmet günü bunların hepsi amel defterimizde karşımıza çıkacak. O dehşetli günde;

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) buyrulacak.

Dolayısıyla bu ilâhî hakîkatin tefekküründe derinleşerek;

“Hesaba çekilmeden önce nefislerinizi hesaba çekin!” düstûruna ciddiyetle riâyet etmeliyiz.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Sabrı olmayanın, hikmete vukûfu da yoktur.”

[Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Mûsâ ile Hızır -aleyhisselâm- arasında geçen, sır ve hikmet dolu bir yolculuğu haber vermektedir. (Bkz. el-Kehf, 60-82)

Hızır -aleyhisselâm-, kendilerine yardım eden fakir gemicilerin gemisini deler, kendilerine hiçbir kötülük yapmadığı hâlde bir genci öldürür ve kovuldukları bir köyde, yıkılmak üzere olan bir duvarı hiçbir karşılık beklemeden tamir eder.

Bütün bu hâdiselerin sırrını akıl ve mantık idrâk edemediği için, Mûsâ -aleyhisselâm- her seferinde Hazret-i Hızırʼa îtiraz eder. Daha fazla sabredemediği için de, Hızır -aleyhisselâm- bu hâdiselerin hikmetini birer birer îzah edip, artık birlikte yolculuk edemeyeceklerini söyler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Allah, İmrân oğlu Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acâyip ve garâip hâdiseleri Hızır ona öğretecekti.” (Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed, V, 118)

Demek ki aklın idrâk etmekten âciz kaldığı bazı hâdiseler, sabredildiği takdirde vuzûha kavuşurken; sabredemeyenler ise, nice sır ve hikmetlere vâkıf olmaktan mahrum kalırlar.

Bunun içindir ki Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri şu öğütlerde bulunur:

Deme şu niçin şöyle,
Yerindedir ol öyle,
Bak sonuna seyreyle,
Allah görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…
Sen adli zulüm sanma,
Teslîm ol, oda yanma,
Sabreyle sen usanma,
Allah görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

Bu ilâhî imtihan âlemindeki tecellîler dört türlüdür:

  1. Zâhiri de bâtını da hayır. (Allâhʼın râzı olduğu şekilde sarf edilen bütün nîmetler, helâl mal, hayruʼl-halef olan evlât, şükredilen sıhhat vs.)
  2. Zâhiri de bâtını da kahır. (Kişiyi isyâna ve uhrevî felâkete götüren dünyevî sıkıntılar, hastalıklar, iflâs vb. musibetler.)
  3. Zâhiri hayır, bâtını kahır. (Doğduğunda göz aydınlığı olan bir evlâdın, büyüdüğünde küfre dûçâr olarak ana-babasına ağır bir musîbet hâline gelmesi, sahibini şımartıp azdıran zenginlik, gurur ve kibre götüren ilim, makam-mevkî vs.)
  4. Zâhiri kahır, bâtını hayır. (Allah yolunda çilelere katlanmak, candan-maldan fedakârlık, şehid olmak vs… İnşâallah bugünkü Gazze şehidleri de bunun en güzel misâli olurlar.)

Bizler, zâhire göre ve acele hüküm vermeye meyilli olduğumuz için, ilk bakışta nefsimize ağır gelen şeyleri şer zannedebiliriz. Hâlbuki her şeyi, neticesine göre “iyi” veya “kötü” olarak kabul etmek gerekir. Meselâ ileride şifâya vesîle olacak acı bir reçete, hasta için şer değil, hayırdır.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

قُلْ لَا يَعْلَمُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

“De ki: Göklerde ve yerde, Allahʼtan başka kimse gaybı bilmez…” (en-Neml, 65)

Bizler de gayb muhtevâsında olan istikbâli bilemiyoruz. Dolayısıyla gaybî hususlarda, hakkımızda neyin hayır, neyin şer olduğunu en iyi bilen Allâhʼın irâdesine, cân u gönülden teslîm olmak îcâb eder. Zira bizim nâkıs aklımızla şer gibi gördüğümüz birçok şey, neticesi itibârıyla hayır olarak gerçekleşebilir.

Nitekim sahâbeden Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- diyor ki:

“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize ağır gelen bu hicretle, bize üstünlük ve zafer bahşolundu. Yine Allah Rasûlü’yle beraber (sanki ölüme gidiyormuşuz gibi) Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti.

Velhâsıl biz, en büyük hayırlara, hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Bkz. Heysemî, VII, 26-27)

Dolayısıyla nefsin tezkiyesine ve ilâhî rahmete vesîle olan her şey, zâhiren bir külfet gibi görünse de hakîkatte büyük bir nîmettir.]

Cenâb-ı Hak, hayat ve hâdisâta ârifâne bir nazarla bakabilmeyi, ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, Kâhire: Dâru’l-Âfâk, 1419, sf. 152. Ayrıca bkz. Süyûtî, ed-Dürruʼl-Mensûr, VI, 93.