Şeyh Sâdî (rahmetullâhi aleyh) -3-

Hak Dostlarından Hikmetler

2016 – Mayıs, Sayı: 363, Sayfa: 032

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Kudretli zamanında, elinden geldiği vakit bir hayır işlemeyen, bir iyilik yapmayan, kudretsiz ve âciz kaldığı vakit sıkıntıya düşüp zahmet çeker.”

[Allah rızâsı için sâlih ameller yapma fırsatı eldeyken bunu iyi değerlendirmek îcâb eder. Fırsat kaçtıktan sonra pişman olup “âh-vâh” etmenin hiçbir faydası olmaz.

İnsan, hayat yolculuğunda zaman zaman zor dönemlerden geçer. O dönemlerde kendisine uzanacak bir yardım eli, bir can simidi, bir kurtuluş ışığı arar. İnsanoğlunun bu dünyadaki en zor ânı ise, hayata vedâ ettiği son nefesidir. O âna, vaktinde hazırlık yapabilenler, bir “şeb-i arûs/vuslat gecesi” huzuruyla Rabʼlerine dönebilmenin hazzını tadarlar. Fakat bunun aksine, hayat sermayesini nefsânî arzular peşinde gafletle ziyan edenlerse, ecel gelip çattığı an, tarifi imkânsız bir pişmanlıkla âdeta kahrolurlar.

Ezelden ebede kadar olmuş ve olacakları sonsuz ilmiyle bilen yüce Rabbimiz, fırsat eldeyken ibret alıp hâlimizi ıslâh edelim diye, Kurʼân-ı Kerîmʼde, insanoğlunun en zor anları olan “son nefes”ten ve “âhiret hayatı”ndan manzaralar sergilemektedir. İnsanoğlunun bütün irâde, güç ve iktidârının son bulup artık kendisini kurtaracak hiçbir hayır işleme imkânının kalmadığı o çetin anlarda Rabbine nasıl yalvaracağı, âyet-i kerîmelerde şöyle tasvir edilmektedir:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

“Onlar orada (Cehennemʼde):

«–Ey Rabbimiz! (Ne olur) bizi buradan çıkar(ıp dünyaya geri gönder) de, daha önce yaptıklarımızdan başka, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler.

(Allah Teâlâ onlara şöyle buyurur:)

«–Biz size, düşünecek (ibret alacak ve hakîkati görecek) kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size îkaz edici (bir Peygamber) de geldi. (O zaman niçin inanmadınız?) Öyleyse tadın (azâbı)! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

Demek ki son nefeste pişman olmamak ve âhirette en muhtaç olduğumuz anlarda sahipsiz ve yardımcısız kalmamak için, bugün İslâmʼı yaşayıp yaşatmak sûretiyle Allâhʼın dînine yardım etmekte geç kalmamalıyız. Hiçbir hayır fırsatını ve kulluk vazifesini kaçırmamaya büyük bir titizlik göstermeliyiz. Kaçırdıklarımızın telâfîsi için de ciddî bir gayrete girmeliyiz.

Zira, biz ümmetini azâb-ı ilâhîden kurtarmak için her vesîleyle îkaz etmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştu.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye sorulduğunda ise:

“–(Ölen), şâyet muhsin (ihsan sahibi, sâlih) bir kişiyse, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişiyse, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Evlâdım, ihsân et (iyilikte bulun)! Zira vahşî hayvanlar tuzak ile avlanır, insanoğlunun gönlü ise ihsân ile kazanılır.”

[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

وَاَحْسِنْ كَمَا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ

“…Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..” (el-Kasas, 77) buyurmaktadır.

“İhsân”, aynı zamanda İslâmʼın en güzel fiilî tebliğ şeklidir. Zira insan, ihsâna mağlûptur. Beldeler kılıçla, gönüllerse iyilik ve ihsân ile fethedilir.

İyilik ve ihsanda bulunulan kimse düşmansa, düşmanlığı azalır, hattâ belki zâil olur. Ne dost ne düşmansa, dostluğa yaklaşır. Dost ise bu dostluğu daha da kuvvetlenir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müslümanlara yıllarca her türlü zulmü revâ gören Mekkeli müşriklere, açlık ve kıtlığa mâruz kaldıklarında erzak göndermişti. Böylece vaktiyle müslümanlara ambargo uygulayıp onları açlıktan ölüme terk etmiş olan müşriklere bile İslâm’ın ne kadar yüksek bir ahlâk anlayışına sahip olduğunu fiilen tebliğ etmişti.

Nitekim Mekke Fethiʼnde de îlân ettiği umûmî af neticesinde İslâm ahlâkının ihtişâmına tekrar hayran olan Mekke ahâlîsi, O Rahmet Peygamberiʼne:

“‒Sen, ke­rem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” diyerek İslâm ile şereflenmişlerdi.[1]

Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin, İslâmʼın ilk yıllarında, ashâbının fakirlerine ilâveten “müellefe-i kulûb” denilen ve kalpleri kazanılmak istenen gayr-i müslimlere de infaklarda bulunması, bu hakîkatin en bâriz numûnesidir.

Fakat bu hakîkatin mefhûm-i muhâlifince, müʼminler olarak, kâfir veya fâsıkların yardımlarına muhâtap olmaktan da son derece sakınmak îcâb eder. Zira böyle kimselerden herhangi bir yardım görmek, onlara sempati duymaya sebep olur. Bu ise onların yanlışlarına karşı gönüldeki muhâlefet hislerinin zayıflamasına, zamanla da tâvizlere sebebiyet verir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fena kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, onu kurutmaz.”

[İnfâk edilen mal bereketlenir; infâk edilmeyense, sahibi için ya dünyada bir fitne ya da âhirette bir azap sebebi olur.

İnfâk edilmeyen mal, kulu şımartıp azgınlığa sevk eden nefsânî arzulara sermâye teşkil eder. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte:

“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen, senin için iyi; vermemen ise kötüdür…” buyrulmuştur. (Müslim, Zekât, 97; Tirmizî, Zühd, 32)

Cömertlik fazîletini ve cimrilik iptilâsını Mevlânâ Hazretleri ne güzel tasvir eder:

“Cömertlik, Cennet selvisinin dalıdır. Bu dalı elinden bırakana eyvahlar olsun! Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılatı pek çok olur. Fakat tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem yapar.”

Hakîkaten, ambardaki azıcık tohum, vaktinde ve usûlünce toprağa ekilirse, daha da bereketlenerek geri döner ve ambarı yeniden doldurur. Bunun gibi, Allâhʼın ihsân ettiği nîmetleri yine Oʼnun rızâsı yolunda sarf etmek, onları eksiltmez, bilâkis artırır.

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri (cimriliği) telkin eder…” (el-Bakara, 268) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, fakir düşmekten korkmaksızın, cömertçe infâk etmek gerekir. Zira şimdiye kadar, Allah için helâl kazanıp helâl verenin, infâkı sebebiyle fakir düştüğü görülmemiştir.

Bir mütefekkir der ki:

Allah, sevdiği kulunun malını, o infâk ettikçe daha da artırır. Sevmediği kulunun, yani haramdan kazanıp cimrilik edenin malını ise, o vermediği zaman daha da artırır. Fakat bu mal da ya harama gider, ya da sahibinin âhiretini helâk eder.”

Allah yolunda cömertçe infâk edebilmek, yüksek bir pâyedir. Bu pâyeye lâyık olmayan cimri veya riyâkâr kimselere, Hakkʼın rızâsına muvâfık bir şekilde infâk edebilme şerefi nasîb olmaz.

Hakkʼa teslîm olan gerçek bir müʼmin bilir ki, Cenâb-ı Hak, cömert kulunun amelini zâyî etmez. Hem bir hayrın karşılığını ondan yedi yüz misline kadar ecir olarak ihsân eder, hem de infâk edilenin yerine daha hayırlısını lûtfeder. Yeter ki kul, tam bir ihlâs, tevekkül ve teslîmiyetle infâk edebilsin.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ne güzel buyurur:

“Yoksullaştığınız zaman sadaka veriniz ki, Allah da kendisiyle ticaret yapmış gibi size bol rızık versin.”[2]

Şüphesiz ki bütün mahlûkâtın cömertliği, Allah Teâlâʼnın cömertliğinden bir tecellî kırıntısıdır. Kulunun azıcık cömertliğine çok daha fazlasıyla karşılık vermek, Rabbimizʼin yüce şânındandır. Dolayısıyla, Hak rızâsı için verebilen kârdadır. Gerçek ve kalıcı kazanç da budur. Asıl, elden çıkarılamayan, infâk edilemeyen nîmetler zâyî olmuş demektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Allâh’ın kereminden kendilerine verdiklerini (infâk etmekte) cimrilik gösterenler sanmasınlar ki o kendileri için hayırlıdır; bilâkis bu, onlar için pek fenâdır. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmrân, 180)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Akıllı insanlar, mallarını, paralarını öbür dünyaya giderken yanlarında götürürler. Ancak hasislerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.”

[Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hendek Gazvesi’nde olduğu gibi sabır ve tahammüllerin zorlandığı ağır çileler karşısında ümitsizliğe düşmemek; buna mukâbil Mekke Fethi gibi büyük muvaffakıyetler karşısında da gurur ve rehâvete kapılmamak için;

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allâhʼım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” niyâzında bulunmuştur. (Buhârî, Rikāk, 1) Böylece her ahvâlde âhireti hatırlayıp fânî cefâlara da safâlara da aldanmamak gerektiğini telkin buyurmuştur.

Dünya, âhiretin tarlasıdır. Dolayısıyla bu dünyada yapılan infaklar, âhiret hasadı için ekilen tohumlar mesâbesindedir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“…Kendiniz için önceden (dünyadayken âhirete) ne iyilik gönderirseniz, onu Allah katında daha üstün bir iyilik ve daha büyük bir mükâfat olarak bulursunuz…” (el-Müzzemmil, 20)

“…Hayır olarak harcadıklarınız, kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allâhʼın rızâsını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve aslâ haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Bakara, 272)

“O gün Cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var! (İşte o zaman insan:) «Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!» der.” (el-Fecr, 23-24)

Yani kişinin gerçek serveti ve zenginliği, dünya hayatında iken yaptığı infaklar kadardır.

Muhammed Es‘ad Erbilî g şöyle buyurur:

“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (yani infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.” (Mektûbât, s. 16, no: 5)

Demek ki bir mal veya servetin sahibine asıl faydası, onun infaklarla ve hayır hizmetleriyle önceden âhirete gönderilebilmesi nisbetindedir.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifade eder:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin âilesi bir kurban kesmiş ve onu dağıtmışlardı. Efendimiz, kurbandan geriye bir kürek kemiği kaldığını duyunca, “Desenize bir kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Demek ki gerçek mülkümüz, infâk edebildiklerimizdir. Ecelin bizden ayıracağı devre-mülk dünyalıkları infâk etmeden onlara “sahip” olduğumuzu zannetmek, ancak derin bir hamâkatin göstergesidir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek; soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Sonra önüne bakacak, karşısında Cehennemʼden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir imkânınız bulunmuyorsa) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi Cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir sözle kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10; Müslim, Zekât, 67, 97)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Yiyen ve yediren âlicenap bir insan, nâfile oruç tutup da kimseye bir şey vermeyen âbidden daha iyidir.”

[Muhabbet ve dostluk, müştereklikten kaynaklanır. Cenâb-ı Hak cömert olduğu için, kulunun da cömert olmasından hoşlanır. Öyle ki kulunun bu fazîleti hürmetine, onun beşeriyet îcâbı düşmekten kurtulamadığı bâzı hatâ ve kusurlarını da affeder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Cömerdin kusuruna bakmayın, zira o, her sürçtüğünde Allah Teâlâ onun elinden tutar.” buyrulmaktadır. (Heysemî, VI, 282)

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise cömertliğin Allah katındaki fazîletine şöyle işaret edilmektedir:

“Cömert insan, Allâh’a, Cennetʼe ve insanlara yakın; Cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, Cennetʼe ve insanlara uzak; Cehennem ateşine yakındır! Câhil cömert, Allah Teâlâ’ya, cimri âbidden daha sevimlidir.” (Tirmizî, Birr, 40/1961)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak, kulunun cimri olmasını istemiyor. Cimrilik; fakir düşme korkusuyla Hakkʼa tevekkül ve teslîmiyet noksanlığından doğan bir îman zaafıdır. Kulun, Yaratanʼına sığınacağı yerde fânî malına sığınıp bağlanmasıdır. Cenâb-ı Hak ise, nefsin cimriliğini îman cesaretiyle yenmemizi ve dâimâ kendisine dayanıp güvenmemizi arzu etmektedir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Akıllı bir adama sormuşlar:

«‒Bahtiyar kime derler ve bedbaht kimdir?»

O da şu cevabı vermiş:

«‒Bahtiyar o kimsedir ki; yer, (gerektiği kadar sarf eder) ve eker. Bedbaht da ona derler ki (harcamadan biriktirdiklerini) ölünce bırakıp gider.»”

[Beşerî sistemlerde mülk, ya topluma ya da fertlere âittir. İslâmda ise; “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ : mülk Allâhʼa âit”tir. Cenâb-ı Hak, bir emanet olarak verdiği malı-mülkü nasıl kullandığımız hususunda, biz kullarını dâimâ imtihan etmektedir. Bu imtihanda en çok düşülen iki büyük hatâ ise; “israf” ve “cimrilik”tir.

İsraf; malı kendi nefsânî arzuları için ve ölçüsüzce harcamak, aşağılık duygusunu bastırmak için güç gösterisinde bulunmaktır. Cimrilik de kendine biriktirmektir. Her ikisi de kökü Cehennemʼde olan çirkin vasıflardır. Müʼmin, bu iki vasıftan da kendini koruyan, denge ve îtidâl sahibi kimsedir. Nitekim âyet-i kerîmede:

(O müʼmin kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkān, 67) buyrulmaktadır. “Orta yol”dan maksat da, ifrat ve tefritten uzak, şerʼî ölçüler içindeki dengeli bir harcamadır.

İlâhî bir imtihan malzemesi olan malı Allah Teâlâʼnın râzı olduğu şekilde sarf etmek, ebedî bir saâdet sermâyesi olurken, bunun aksine onu israf ve cimrilikle ziyân etmek ise ebedî bir hüsran sebebidir.

Sahâbe-i kirâmdan Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Ben bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna vardım. O esnâda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin gölgesinde:

«‒Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, muhakkak onlar çok hüsrandadırlar! Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, muhakkak onlar çok zarardadırlar!» buyuruyorlardı.

Ben kendi kendime:

«‒Benim hâlim nedir? Bende (kötü) bir şey mi gö­rülüyor acaba?!» dedim. Varıp yanına oturdum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâlâ bu sözü tekrarlıyordu. Kendimi tutamadım, susmaya kâdir olamadım; beni, târif edemeyeceğim bir hâl kapladı ve:

«‒Kimdir onlar? Babam-anam Sizʼe fedâ olsun yâ Rasûlâllah!» dedim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«‒Onlar, malı çok olanlardır! Sadece; (helâlden kazanıp da) “şunu şuraya, bunu buraya” diye malını Allah yolunda infâk edenler bundan müstesnâ olabilirler!» buyurdular.” (Buhârî, Eymân, 3)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Eğer sen, yalnız kuru bir sûretten ibâret olursan, öldüğün zaman cismin gibi isminle de ölürsün. Eğer kerem sahibi ve ehl-i hizmet olursan, ömrün, cesedinden sonra da fedakârlığın ve gönüllere girdiğin kadarıyla devam eder.”

[Bu fânî gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak ebediyete irtihâl edebilmek, her müʼminin gönül ufkunu süsleyen ulvî bir gâyedir. Bunun yolu ise, ardında hayırlı nesiller, güzel hâtıralar, faydalı eserler ve hayır duâlar bırakabilecek bir “hizmet ömrü” yaşamaktan geçer. Buna muvaffak olan sâlih müʼminler, toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmaz, gönüllerde yaşamaya devam ederler.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ne güzel buyurur:

“Sâlih ve sâdıklarla beraber ol. Onlarla ünsiyet kur (ki onların şahsiyet ve karakteri sana sirâyet etsin). Öyle kâmil bir hayat yaşa ki; insanlar hayattayken seni özlesinler, vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!..”

Şâir de bu hakîkati şöyle ifade eder:

Seni annen doğurup attığı gün dünyaya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda,

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…]

Cenâb-ı Hak, rızâ-yı ilâhîsi yolunda hizmet ve gayretle ihyâ edilen, feyizli bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi, cümlemize nasîb ve müyesser eylesin.

Âmîn!..


Dipntolar:

[1] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143.

[2] Şerif er-Radıy, Nehcü’l-Belâğa, no: 258.