Seyahat ve Sıla-i Rahim

Genç Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Haziran Sayı: 201

Muhterem Efendim; mâlumunuz, bu ay okullar tatile giriyor. Sonrasında Kurban Bayramı da olunca, pek çok kimse seyahate çıkacak. Seyahat hususunda gençlere neler söylemek istersiniz?

Evvelâ şu hakîkati ifade edelim ki, fânî hayat baştan sona bir seyahat. Ne dünyaya gelmeden önce doğum yerimizi biliyorduk, ne de hayat yolculuğumuzun nerede son bulacağını biliyoruz. Yani meçhullerle dolu bir seyahatteyiz. Mühim olan; Rabbimiz’in bizlere emanet olarak verdiği şu beden gemisini, günah girdaplarında batırmadan, Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde sâhil-i selâmete çıkarabilmek… Cenâb-ı Hak cümlemize lûtfeylesin…

İnsan, bedenî tekâmülünün yanı sıra, aklen ve kalben de inkişâf etmeli. Meselâ, küçük bir çocuk ile güngörmüş bir kimsenin hâdiselere bakışı bir olabilir mi? Olamaz! Zira hayat macerası boyunca hâdisat ve vukuâtın sebep-netice alâkasını defalarca müşâhede eden bir kimse, artık karşılaştığı hâdiselerin ne gibi neticeler verebileceğine dâir daha isabetli fikirlere sahip olur. Bu tecrübe ve olgunluğu kazanmada da yapılan seyahatlerin büyük bir payı vardır. Zira insan, seyahatler vesîlesiyle, daha evvel bilmediği birçok şeyi öğrenir; gördüklerinden, duyduklarından, yaşadıklarından pek çok hisseler çıkarır, gönül dünyasında farklı ufuklar açılır. Dolayısıyla hayat yolculuğunda kıdemli olan yaşlılar da bu hususta tecrübelerinden istifade edilmesi gereken kimselerdir.

Nitekim Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkate işaret ederek şöyle der:

“Gençlerin aynada gördüklerinin daha fazlasını, ihtiyarlar bir tuğla parçasında görürler.”

Cenâb-ı Hak da mâzîdeki hatalara tekrar düşmeyelim diye, Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş kavimlere dâir kıssalar zikrediyor. Böylece ebediyet yolculuğunda olan insanlığa, müsbet veya menfî hâl ve davranışların, fert ve toplumları hangi neticelere götüreceğini haber veriyor.

Tevbe Sûresi’nin 112. âyetinde «اَلسَّائِحُونَ» kelimesi zikredilir. Bu kelime “oruç tutanlar” demek olduğu gibi, “ilim tahsili için yolculuk yapanlar, cihâd edenler, ibret ve tefekkür için seyahat edenler, dinlerini serbestçe yaşamak için hicret edenler” gibi mânâlara da geliyor.

Bu sebeple Elmalılı Hamdi Yazır, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Ümmetimin seyahati oruçtur.”[1] hadîsini naklettikten sonra şu îzahta bulunuyor:

“Orucun iki bakımdan seyahate benzerliği vardır:

Birisi, seyahat eden kimse, işi îcâbı olarak, gerek yiyip-içmek, gerek dinlenmek ve daha başka nefsinin istekleri hususunda tutumlu davranmak ve bazı sıkıntılara katlanmak zorunda kalır. Oruç tutmak da insanı nefsanî arzulardan uzak tutmak açısından çok mühim bir yolculuğa benzer.

Diğeri de, seyahat; insanın görmediği, bilmediği birtakım şeylerle karşılaşmasına vesîle olan bir dış dünya yolculuğudur.

Bunun gibi, oruç da insanın kendi iç dünyasında gizli kalmış birtakım özelliklerin tanınmasına, mülk ve melekût âleminin birtakım sırlarına vâkıf olmasına vesîle olur.

Seyahat bir bedenî riyâzet olduğu gibi, oruç da bir rûhî riyâzet ve seyahattir.”

Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:

“De ki, yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın…” (el-Ankebût, 20)

(Rasûlüm!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin âkıbetleri nice oldu, görün…” (er-Rûm, 42)

Dolayısıyla mü’min, yaptığı seyahatleri, şu kâinat laboratuvarında ilâhî azamet tecellîlerini ve ilâhî kudret nakışlarını görüp tefekkür dünyasını zenginleştirmek ve buna mukâbil kendi “hiç”liğini idrâk etmek için de bir fırsat bilecek.

Mâlum, bedenî güç ve kuvvetin zirvede olduğu gençlik çağında, yolculuğun meşakkatlerine katlanmak daha kolaydır.

Şâfiî fakihlerinden olan Ebû Bekir eş-Şâşî (ö. 507/1114) şöyle der:

“Ey genç! Dal yaş iken, çamurun yumuşak iken, yaratılışın da öğrenmeyi kabul etmekteyken ilim öğren.” (İbn-i Kesîr, XII, 338)

Kıymetli gençler!

Sizler de ömrün baharındasınız. Bu bereketli vakitlerinizi ilim öğrenerek değerlendirmeniz ve öğrendiğiniz bilgileri kendiniz için bir âhiret sermâyesi hâline getirebilmeniz çok mühim.

Nitekim sahâbe-i kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mânevî terbiyesinde gönüllerini îmânın nûru ile tenvîr ettiler. Onlar satırların talebeliği ile değil, Efendimiz’in sadrından tahsil ettikleri takvâ ile kemâle erdiler. Sonra da nâil oldukları îmânın şükür borcunu ödeyebilmek için, tâ Çin’e, Semerkand’a, Kayrevan’a Allah için tebliğ seyahatleri yaptılar.

Asr-ı saâdete baktığımız zaman, İslâm’ın yayılması ve öğretilmesinde gençlerin çok büyük vazifeler üstlendiğini görüyoruz:

Meselâ Câfer-i Tayyâr Hazretleri, Habeşistan Necâşî’sinin önünde İslâm’ı müdâfaa ederken henüz 17 yaşında idi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mus’ab bin Umeyr’i Medîne’ye muallim olarak gönderdiğinde, o da 25 yaşlarında bir gençti. Muaz bin Cebel, Yemen’e kadı ve muallim olarak tâyin edildiğinde 21 yaşındaydı.

Velhâsıl İslâm, fedakâr gençlerin omuzlarında dünyanın dört bir tarafına taşındı. Bilhassa genç kardeşlerimiz de, yaptıkları seyahatlerde ashâb-ı kirâmın o gayret ve heyecanını tefekkür etmeli, onların gönül ufkundan hisseler almaya gayret göstermelidir.

Diğer taraftan, yaz tatili ve Kurban Bayramı münâsebetiyle çıkılacak seyahatlerin en mühim gâyelerinden biri de “Sıla-i Rahim”, yani “akraba ziyareti” olmalıdır.

Zira kişinin hısım ve akrabasını ziyarete gitmesi, onlarla irtibâtını devam ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, dînimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir.

Müʼmin, dînî ve dünyevî hususlarda yakınlarına faydalı olmak ve hayırlı işlerde yardımlaşmak için akrabalık bağlarını devam ettirmeli, bu vazifesini asla terk etmemelidir.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“…Akrabalık haklarına riâyetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1)

“…Anaya, babaya, akrabaya… iyi davranın…” (en-Nisâ, 36)

Bazı hadîs-i şerîflerde de Cenâb-ı Hakkʼın “Rahmân ve Rahîm” esmâsıyla “sıla-i rahim” arasında mânâ irtibâtı kurularak, akrabalık bağlarını koruyanların ilâhî rahmetten nasîb alacaklarına, ihmal edenlerin de rahmetten mahrum kalacaklarına işaret edilmiştir.[2]

Bu sebeple akraba ile münâsebetler, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin bir tecellîsi olarak merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususta bizlere çok mühim bir ölçü tâlim ederek şöyle buyuruyor:

“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabayı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devam edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45; Tirmizî, Birr, 10)

Bir sahâbî, fazîletli amellerin ne olduğunu sorduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisiyle alâkayı kesen akrabâlarıyla görüşmeye devam etmenin, pek kıymetli davranışlardan biri olduğunu beyân etmiştir. (Bkz. Ahmed, IV, 148, 158)

Dünyevîleşme ve bencilliğin âdeta salgın hastalık hâline geldiği günümüzde, iletişim vâsıtaları artmasına rağmen insanların, kalabalıklar içinde rûhen yalnızlığa sürüklendiğini, akraba ile irtibâtın giderek zayıfladığını, hattâ birinci dereceden yakınların bile unutulduğunu, üzülerek müşâhede ediyoruz.

Mânevî değerlerimizden bîhaber yetişen birçok genç, maalesef, anne-babalarını dahî senenin sadece belli günlerinde hatırlayan Batılı ülkelerin nesillerine benzemeye başladı. Cenâb-ı Hak bizleri ve nesillerimizi böyle bir âkıbete dûçâr olmaktan muhâfaza buyursun.

Rabbimizʼin anne-babaya gösterilecek hürmet ve alâkaya dair emri gâyet açıktır. Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere;

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «Üf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.

Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) merhamet et!» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 23-24)

Ayrıca eskiden her âilede yaşlı, güngörmüş insanlar bulunurdu. Gençler, onların hayat tecrübelerinden bolca istifade ederlerdi. Ki bu da onların edebini güzelleştirir, ahlâklarına seviye kazandırırdı.

Mesela onların, gönüllerindeki inancın bir tezâhürü olarak her gördüklerine “selam vermeleri”, iş hayatında “Siftah senden bereket Allah’tan!” demeleri, evlenen kimseye “Allah mes’ûd etsin!”, yolculuğa çıkana “Allah yolunu açık etsin!” duâlarında bulunmaları, o büyüklerden duya duya gençlere de tabiî olarak intikal eden güzel husûsiyetlerdi. Böylece dil dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın zikri ile ıslak kalmış olmakta idi. Güngörmüş aile büyüklerimizden bizlere nakledilen bu örfî güzellikler, mânevî hayatımıza da büyük bir zenginlik katmakta idi.

Diğer taraftan, sıla-i rahimde bulunmak, doğrudan îmanla alâkalı bir hâdisedir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, akrabasına iyilik etsin!..” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 85; Müslim, Îmân, 74, 75)

Son olarak şunu da ifade edelim ki, akrabalar müslüman olmasalar bile, onlarla aramızda belli bir hukuk mevcuttur. Nitekim âyet-i kerîmede müslüman olmayan anne-babaya dahî iyilik yapılması ve dünyada onlarla iyi geçinilmesi emrediliyor. (Bkz. Lokmân, 15)

Fahr-i Kâinat Efendimiz, akraba ile ilgilenmenin mükâfatlarından bir kısmını da şöyle haber veriyor:

“Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin!” (Buhârî, Edeb 12, Büyû’ 13; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Rabbimiz, şu fânî hayat yolculuğumuzu, rızâsına muvâfık bir istikâmette yaşayabilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 297-298.

[2] Bkz. Müsned, I, 190, 191, 194; VI, 62; Buhârî, Edeb, 13; Tirmizî, Birr, 16. Ayrıca bkz. DİA, Sıla-i Rahim Maddesi.