Ebedî Fecre
Yıl: 2014 Ay: Nisan Sayı: 110
PEYGAMBER SANATI
Eğitimcilik, insan yetiştirme sanatıdır.
Bu sanatı icrâ eden en büyük sanatkârlar da peygamberlerdir. Her sanatkârın mahâreti, ortaya koyduğu eserden anlaşılır.
O hâlde bütün cihan îtirâf eder ki;
Câhiliyye toplumundan sahâbe neslini yetiştiren Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de beşeriyetin görmüş olduğu en mükemmel eğitimcidir.
Nitekim İslâm Hukuku metodolojisinin en mühim sîmâlarından Karâfî;
“Allah Rasûlü’nün başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kiram Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.” demiştir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cihanşümûl bir eğitim-öğretim sistemi getirmiş ve bütün kalpleri, ruhları, akılları ve nefisleri en ideal ufka yükseltecek bir mesaj takdim etmiştir. O’nun getirdiği terbiye nizâmı; hem rûhu, hem aklı, hem de nefsi, yükselebileceği en son noktaya ulaştırmıştır.
CİHANIN GÖRDÜĞÜ EN BÜYÜK MUALLİM
Cenâb-ı Hak; O’nu en alt kademeden en üst kademeye kadar bütün bir beşeriyete üsve-i hasene, yani emsalsiz örnek şahsiyet kılmıştır.
Bu sebeple de O’nu yetim çocukluktan devlet başkanlığına kadar beşerî mevkîlerin bütün basamaklarından geçirmiştir.
Yani O; koyunlarını otlatan bir çobana da örnek, idarecilere de örnek… Tâcire de örnek, kumandana da örnek…
Hiç kimse;
“Benim başımda şu problem var, fakat bunun bir benzeri Peygamberimiz’in başından geçmedi.” diyemez.
Peygamber Efendimiz hiçbir beşerden ders almadı. Fakat bugünkü psikoloji olsun, pedagoji olsun, sosyal-antropoloji olsun, insana hitap eden, insan rûhunu tahlil eden ne kadar ilim varsa, onların hepsinde zirveyi teşkil etti.
Çünkü O’nun yegâne muallimi Cenâb-ı Hak’tır.
Bu sebeple; insanlığın yaşadığı bütün rahatsızlıkların reçetesi O’nda. O’nun toplumunda stresli, bunalım geçiren bir fert yoktu.
İnsan eğitiminde aranan vasıfların en mükemmel nümûneleri O’nun emsalsiz örnek şahsiyetinde…
O’nun en güzîde talebeleri, ashâbı… Biz de Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den, rızâ-yı ilâhîyi tahsilde ve sevilen bir eğitimci olmanın usûlünü öğrenmekte ashâb-ı kirâmı ölçü almalıyız:
ÖLÇÜMÜZ: SAHÂBE NESLİ
Kendimizi toplumdaki seviye ile değil, ashâb-ı kiram ile mîzân etmeliyiz.
Yani kendimize, Allah Rasûlü’nün mânevî eğitimiyle yetişen sahâbe neslini fiilî kıstas/ölçü almalıyız.
Onlar; muallimleri olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i nasıl dinlediler, nasıl izlediler, nasıl duygu beraberliği içinde yaşadılar, nasıl hâliyle hâllendiler, nasıl ahlâkıyla ahlâklandılar?
Tasavvuf da nebevî eğitim metodunu kullanır. Kulun; Allâh’a vuslat yolculuğunda nasıl bir yol izleyeceğini, Hak dostlarının örnek şahsiyetinde sergiler.
Demek ki insanın şahsiyet inşâsında en büyük ihtiyacı güzel bir örnek şahsiyet.
Bu sebeple de en mühim hizmet, güzel bir örnek olabilmek. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker hizmetini önce kendi rûhunda hazmederek hâl ile temsil kıvâmına erebilmek.
Bu bir peygamber mesleği, en hayırlı hizmet…
Eğitimde muvaffakiyet için muhabbet sermâyesini güzelce kullanmayı bilmek şarttır. Bu da sevmek ve sevdirmekle olur. Talebe hocayı severse, dersi de sever. Eğitimci talebesini severse, onlara daha tesirli bir tâlim ve terbiyede bulunur. Eğitimci, mesleğini severse onda hızla terakkî eder.
Zira muhabbet, alâka ve ünsiyeti beraberinde getirir. İnsan neyle ünsiyet ederse; onu öğrenir, onu anlatır, onunla olur.
O hâlde muhabbetin esâsı nedir?
Muhabbet, iki kalp arasındaki bir nevî cereyan hattıdır. Karşılıklı akımı sağlayan bu hat, eğitim söz konusu olduğunda hoca ile talebe arasındadır. Ailede baba ile evlâdı, anne ile çocuğu arasındadır. Bu hat; ne kadar güçlü olursa karşılıklı hâl ve şahsiyet transferi, in’ikâs ve insibağ o nisbette artış gösterir.
Eğitimde muvaffak olmanın birinci şartı; sevilen bir eğitimci olmaktır. Sevilen eğitimci de, muhabbeti kullanmayı bilendir.
Nasıl ki ham bir demire şekil vermek için onu ateşe koyup yumuşatır ve sonra çekiçle döver iseler, gönüller de muhabbet ateşiyle yumuşatılmadan kolay kolay alıcı hâle gelemez. Muhabbet dolu bir gönülden gelmeyen ifadeler, gönüllerde bir tesir meydana getiremez.
Peygamber Efendimiz’in fârik vasfı; sevilen bir eğitimci olmasıydı. Ashâbı O’nu çok seviyordu. O’na;
“Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diye hitâb ediyorlardı. O’na hayvanât, nebâtât ve cemâdât bile âşıktı. Hurma kütüğü O’nu nasıl seviyordu ki, hicrânına dayanamayıp ağladı. Sahibinden eziyet gören deve; gelip O’nun merhametine, şefkatine sığındı.
Muhabbetin bir safha ilerisi dostluktur.
Dostluk nasıl meydana gelir?
Dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de sahâbîleriyle böyle bir muhabbet ve dostluk bağı tesis etmiştir. Bunun neticesinde de sahâbe nesli; nebevî ahlâk ile ahlâklanmış, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmiş, insanlık semâsının yıldız şahsiyetleri olarak muhteşem bir fazîletler medeniyeti inşâ etmişlerdir.
Muhabbetli bir eğitimci-talebe münasebeti, fizikteki birleşik kaplar misâlidir.
Fakat eğitimde muvaffak olmak için muhabbet de tek başına kâfî değildir. Eğitimcinin anlatabilme kabiliyeti, talebenin de anlama kabiliyetinin olması lâzımdır. Bu takdirde talebe; kabiliyeti nisbetinde, hocasıyla aynîleşmeye kadar varan bir istifâde imkânına kavuşur.
Meselâ; Peygamber Efendimiz’in ashâbı içinde O’nunla aynîleşme istikametinde en çok mesafe alan talebesi Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- idi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalbî istîâbı bizim idrâkimizin çok çok ötesindedir. Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in kalbi de kendi istîâbı kadarıyla da olsa Efendimiz’in kalbî duyuşlarıyla aynîleştiği içindir ki hakkında, âyet-i kerîmede; «ikinin ikincisi» buyuruldu.
EFENDİMİZ İLE ASHAB ARASINDAKİ MUHABBET
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; talebelerini muhâcirler ve ensârın teşkil ettiği İslâm mektebinin başmuallimiydi. Bu mektebin talebelerini Cenâb-ı Hak şöyle takdir etti:
وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرٖ۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ٖينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ى تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ٖينَ فٖ۪يهَا اَبَدًا ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪ٖيمُ
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”(et-Tevbe, 100)
Medine’deki o mânevî mektep, imkânsızlıklar içinde eğitim hayatına devam ediyordu. Zira muhâcirler sadece kalplerindeki tevhîdi korumak heyecanı içinde; canlarını, mallarını ve evlerini-barklarını fedâ ederek Allâh’a ve Rasûlü’ne hicret etmişlerdi.
Sahâbenin de, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de karınlarını doyuracak birkaç lokma bile bulamadıkları günlerdi. Fakat onlar, karınlarına taş bağlayıp uhrevî tahsillerinden geri kalmıyorlardı. O mektebi ayakta tutan güç, hoca-talebe arasındaki dâsitânî muhabbet idi.
Medineli mü’minler, yurtlarını terk ederek kendilerine misafir olan muhâcirleri muhabbetle bağrına bastı. Fakat imkânlar kıt idi. Nasıl bir İslâm kardeşliğidir ki Medineli mü’minler, toplanan mahsûlün çoğu muhâcir kardeşlerimize gitsin, diye kendi hurma sepetlerinin altına otlar koyup onu çok gösteriyor; muhâcirler de çok olan mahsûl ensar kardeşlerimize gitsin diye az görünen hurma sepetini alıyorlardı. Böylece hurmanın çoğu yine muhâcirlere kalmış oluyordu.
Böyle bir gönül terbiyesi, nasıl bir eğitim sisteminin eseridir? Bu terbiyeyi bugün hangi pedagog, hangi psikolog verebilir?
ASHÂBIN EFENDİMİZ’E YAKIN OLMA YARIŞI
Peygamber Efendimiz’in sâdık âşıkları olan sahâbe-i kiram her fırsatta Efendimiz’le beraber olmaya çalışırlardı. Hattâ Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik, Bilâl-i Habeşî, Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhüm- gibi bazı sahâbîler; kendilerini, sırf Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bir gölge gibi takibe adamışlardı. Mecbur kalmadıkça O’ndan ayrılmıyor, O’nun söz, fiil ve hâllerine yakından vâkıf olmaya çalışıyorlardı.
Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek söz, fiil ve hâllerini sonraki nesillere taşıma şerefine nâil olan sahâbîlerin başlıcalarından Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-; bizzat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu, mükerrerleriyle birlikte, 5374 hadîs-i şerif rivâyet etmiştir.
Enes -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“İslâm’a girme nimetinden sonra hiçbir şey bizi Allah Rasûlü’nün; «Muhakkak ki sen sevdiğinle berabersin.» müjdesi kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlü’nü, Ebûbekir’i ve Ömer’i seviyorum, -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.”(Müslim, Birr, 163)
Sahâbî hanımlar da; evlâtları, Allâh’ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları azarlarlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır:
“Annem bana sordu:
«–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüşmüştün?»
Ben de;
«–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.» dedim. Bana çok kızdı ve fenâ hâlde azarladı. Ben de;
«–Dur kızma! Hemen Rasûlullah Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfâr etmesini talep edeyim.» dedim…” (Tirmizî, Menâkıb, 30/3781; Ahmed, V, 391-392)
Ashâb-ı kiramdan bazıları da; Allah Rasûlü’ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultanı Efendimiz’e muhabbet dolu selâmlar göndermişlerdir.
SEVDİREREK EĞİTMEK
Ashâb-ı kiram, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hayrandı. Bu yüzden O’nun her hâl ve hareketi de kendilerine hoş geliyordu. Bu muhabbet ve hayranlık, onlara Allah Rasûlü’nün yaşayıp yaşatmaya çalıştığı Kur’ân ve Sünnet üzere bir kulluk hayatını sevdirdi.
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ-; çocukluğundan itibaren bütün bir hayatını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i adım adım takibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma gayreti içinde yaşamıştı.
Meselâ; Efendimiz’in bir çeşmeden su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o çeşmeye giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bazen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur.
Yine Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, bir hac esnâsında Cebel-i Rahme’nin kenarındaki bir kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda;
“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı sonrasında bu kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu.” karşılığını vermiştir.
Bir kervanla yolculuk ederken, bir yerde kervanı durdurmuş ve az ilerideki bir tepenin üzerinde bulunan ağacın yanına gidip gelmişti. Bu hareketinin sebebini soranlara da;
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün buradan geçerken o ağacın altına gidip gelmişti…” buyurmuştur.
İşte Efendimiz’in sahâbenin gönlünde bıraktığı muhabbet izi böylesine müthiş idi. Muhabbet o kadar kuvvetliydi ki; sahâbî, Peygamber Efendimiz’in yaptığı hareketin hikmetini bilmese bile O’nunla aynîleşme, O’nunla olabilme hasretiyle O’nun yaptıklarını yapıyordu.
İşte bir eğitimci de; güler yüzüyle, tatlı diliyle, huzur tevzî etmeli, öğretmeye ve eğitmeye önce sevdirerek başlamalıdır. Unutmamak gerekir ki her insan ihsâna/güzelliğe mağlûptur; tatlı dile, güler yüze meftundur.
SEVEREK İTAATİN FARKI
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte müşriklere karşı savaşmışlar ve yaralı olarak Medine’ye dönmüşlerdi. Bir müddet sonra, Allah Rasûlü’nün düşmanı takip için müslümanları çağırdığını işittiler. Fakat bu iş için ne bir binekleri vardı ne de hâlleri müsaitti. Zira biri yaralı, diğeri ise ağır yaralı idi. Allah Rasûlü onların hâllerini görse, onları bu işten muaf tutardı. Fakat o iki kardeş;
“Allah Rasûlü’nün bulunduğu bir seferi kaçırmak ve (O’ndan ayrı kalmak) istemeyiz.” diyerek hemen yola çıktılar.
Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Böylece, o hâlde bile Âlemlerin Efendisi’nden ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)
İşte insana bu fedâkârlığı yaptıracak olan kuvvet, muhabbettir.
Bedir Gazvesi’nde müslümanlar sayıca müşrik ordusunun üçte biri kadardılar, maddî bakımdan da zayıftılar. Müşrikler ise bütün güçleriyle gelmişlerdi. Vaziyet çok tehlikeliydi.
Bütün varlıklarını Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti kaplamış olan sahâbîler bu hassas anda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şu şekilde söz verdiler:
“Yâ Rasûlâllah! Sen nasıl dilersen o sûrette hareket et, bize emret, biz Sen’inle beraberiz. Sen’i gönderen Allah hakkı için; Sen denize girsen, biz de Sen’inle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız!..”(İbn-i Hişâm, II, 253-254)
Yine şu misal, verilen eğitimin devamlılığına ve ihsan şuuruna ne güzel bir misaldir:
Ashâb-ı kiramdan Cerîr bin Abdillâh el-Becelî, pazar yerinden bir at satın almak istemişti. Beğendiği bir at için satıcı beş yüz dirhem fiyat teklif etti. Cerîr -radıyallâhu anh-, bu ata altı yüz dirhem verebileceğini, hatta sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini ifade etti. Çünkü atın değeri yüksek olup, satıcı bunun farkında değildi. Kendisine;
“–Atı, beş yüz dirheme alman mümkün iken, niçin sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükselttin?” diye soruldu. Şu muhteşem cevabı verdi:
“–Biz alışverişte hile yapmayacağımız husûsunda Allâh’ın Rasûlü’ne söz verdik.”(İbn-i Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s. 454 vd.)
Velhâsıl eğitimin temelinde muhabbet olunca bambaşka bir bereket ve rahmet görülüyor. Peygamber Efendimiz’in bu husustaki yüksek fazîletleri her eğitimciye örnek olmalıdır. Anne-babalara, imam-hatiplere, muallimlere, müderrislere ve kardeşinden mes‘ul olan her müslümana Muhammedî muhabbet en müstesnâ misaldir.
Rabbimiz; cihana en mükemmel insan terbiyecisi ve en müstesnâ muallim olarak ikrâm ettiği Habîb-i Edîbi’nin lâyıkıyla talebesi olabilmemizi nasîb eylesin…
Dâr-ı Bekâda, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde rızâ-yı ilâhîyi tahsilden hisse alabilmiş bahtiyarlar olarak, şahâdetnâme sûretindeki, şefaat-i uzmâya nâil olanlardan eylesin.
Âmîn!..