Şerîat, Tarîkat, Hakikat ve Mârifet Bütünlüğü İçerisinde TASAVVUF: İSLÂM’IN RÛHU!..

Ebedî Fecre

Yıl: 2013 Ay: Aralık Sayı: 106

DİRİ BİR KALP İLE

Cenâb-ı Hak insanı yarattı ve ona Zâtına nisbet ettiği bir ruhtan üfledi. Onu; mahlûkat içerisinde en güzel kıvamda, ahsen-i takvîm üzere yarattı. Ona farklı husûsiyetler ve istîdatlar bahşetti. Bunun neticesinde de onu yeryüzünde halîfesi kıldı, ona emâneti yükledi, mukabilinde de ondan kendisine dost olmasını istedi. Kulluk mes’ûliyeti içinde takvâ ve istikamet üzere yaşamasını istedi. Bu mes’ûliyet ve yaşayışın özü;

Allâh’a teslîmiyetle inanmak, O’na beden ve kalp âhengi içinde kul olabilmek, mârifet ve «muhabbetullah»tan nasîb alabilmek.

Bu vazifelerin tamamında îfâ merkezi, kalp… Îmânın özü ve esası da zaten kalp ile tasdik. Sırf zihin ile idrak yahut hâfıza ile ezberlemek değil. İslâm’ı bütün ayrıntılarıyla öğrenen bir batılı bilgin, yani bir müsteşrik; îmân etmediyse, bu bilgisi onu müslüman yapmıyor, bu bilgi Allah katında hiçbir şey ifade etmemekte. Demek ki hakkı ve hakikati kabul edecek, ona teslim olacak bir gönül gerek.

Bu kıvam için, kalp arındırılmaya muhtaç. Kalp; îman, mârifet ve muhabbet vazifelerini hakkıyla edâ edebilmek için, nebevî usûllerle tasfiyeye muhtaç. Zikrullah ile huzûra kavuşturulmaya ve ihyâ edilmeye muhtaç. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Haberiniz olsun ki, bedende bir et parçası vardır. O sâlih olursa bütün beden iyi olur; o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalptir.”(Buhârî, Îmân, 39)

Âyet-i kerîmede de kalbi bozulmaktan korumanın ve huzûra erdirmenin en mühim usûlü bildirilir:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzûra ve doyum noktasına erer).(er-Ra‘d, 28)

Kalp; insanın mâverâ âleminden getirdiği, latif varlığını ifade eder. İnsanda, maddî varlığı ve cismânî hayâtiyeti ayakta tutan bir de nefs yapısı mevcuttur. Bu ise tabiatı itibarıyla, insanı; dünyaya, fânî muhabbet ve alâkalara celbetmekte.

Cenâb-ı Hakk’ın verdiği vazifeleri edâ edebilmek, dîni yaşayabilmek için nefsin tezkiyesi zarûrî, terbiye edilmesi şarttır. Çünkü âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰیهَا

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.”(eş-Şems, 9-10)

Kulluk vazifelerinin fiil ve tatbikat sahası olan ibâdât ve muâmelât da kalpten âzâde değildir. Çünkü amellerin esasını niyet oluşturur ki, niyet de kalbe aittir. Amellerin müstakîm bir niyet, samimiyet ve ihlâs ile edâsı için yine mânevî bir disiplin elzemdir.

İşte bu kalp tasfiyesi, nefs tezkiyesi ve bu mânevî disiplin; tasavvuftur.

Bir başka ifadeyle;

TAKVÂYA EREBİLME SANATI

Peki, takvâ nedir?

En öz tarifiyle takvâ; nefsânî arzuları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir.

Tasavvuf, îmânı ihsân ufkunda aşkla yaşamaktır. Dâimâ ilâhî kameraların müşâhede ve murâkabesi altında olduğunun kalpte idrak ve şuur hâline gelmesidir.

Yine tasavvuf; her zaman ve mekânda Cenâb-ı Hakkʼın takdîrinden râzı olarak Oʼnunla dost kalabilme sanatıdır. Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve sürprizleri karşısında gönül muvâzenesini koruyup, şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ güzel bir kul olabilme mahâretidir.

Tasavvufun kaynağı kimdir?

Elbette ki Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Peygamberimiz’in Cenâb-ı Hakk’ın yeminine mazhar olmuş ömrü, bizzat tasavvuftur.

SÎRET-İ NEBEVÎ

Dînimizi bize getiren, öğreten, yaşayan ve yaşatan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’nun muazzam bir külliyat hâlinde bize ulaştırılan hayatını incelediğimizde, o mübârek sîrette; benlik ve gururdan, kin ve gazaptan, şehvet ve ihtirastan arınmış bir kalp safâsı görürüz. O mübârek ömürde, dünyadan istifâdenin kifâyet miktarına hasredildiği bir zühd hayatı seyrederiz. Zikrullah, kıyâmu’l-leyl, engin bir cömertlik, ümmete rahmet, insanlığa hizmet, mahlûkāta şefkat temâşâ ederiz. Yakînî bir îman; tertemiz, hayırla dolu bir hayat ve müstesnâ güzellikte bir ahlâk müşâhede ederiz.

Bunlar, İslâm’ın ta kendisidir. Fakat İslâm’ı bu yüksek derecede yaşayabilmek; muazzam bir ufuk, muallâ bir gayedir.

İşte Allah Rasûlü’nün o müstesnâ hayatı ve O’nun rûhânî dokusundan nasipdâr olmak gayreti tasavvuftur.

Cenâb-ı Hak, kullarına nihayetsiz merhamet sahibidir. Bunun bir tezâhürü olarak; bütün insanlığın mükellef bulunduğu dînî mükellefiyetleri tayin ederken, kullarına verdiği tâkatin asgarî seviyesini esas almıştır. Yine Allah Rasûlü’nün gösterdiği farzlar ve vâcibleri işleyip, haramlardan kaçınarak Cenâb-ı Hakk’ın verdiği kulluk vazifesi asgarî ölçüde edâ edilebilir. Lâkin bu, bir okuldan, ancak geçer not alarak mezun olmak gibidir.

İnsanlar içinde;

“Farzları îfâ ederek kurtulurum, gerisine ne gerek!” diyen bedevî fıtratlı kişiler de vardır;

“Allah Rasûlü’nün fazîletlerinden bir nebze daha elde edebilsem!” diye O’nun çevresinde pervâne olan Ebûbekr-i Sıddîklar, Aliyy-i Murtazâlar, Muaz bin Cebeller, Selmân-ı Fârisîler, Abdullah bin Ömerler gibi hayır ve fazîletlere doymayan müştak ve istîdatlı sîneler de vardır.

O istîdatlı sîneler, Efendimiz’in yakın alâkasına mazhar olmuşlardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hulefâ-yı râşidîn, aşere-i mübeşşere ve suffe ashâbı ile özel alâkadar olur, onlara uzun uzun zaman ayırırdı. Onlara muhabbetini izhâr eder, her birini takvâ ölçüleri içinde ve her vazifede daha fazlasını îfâya yönelik bir kulluk hayatına yönlendirirdi.

Çünkü;

Hepimiz zekâtın nisâbını biliriz. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği mânevî istîdat ve kabiliyetlerin nisâbını bilmemiz mümkün değil. Bu nisâbı hakkıyla verebilmek için ashâb-ı kiram; dünyanın dört bir tarafına hicret etmiş, hidâyet ve mâneviyat ile gönüller fethinde son nefeslerine kadar âzamî derecede gayretle yaşamıştır.

Bu yaşayışın ölçüsü, kuyumcu terazisi hassâsiyetinde idi. Onlar, yemeğe oturduklarında yemeden evvel yemeği pişirenlerin mânevî durumlarını sorarlardı. Kalp âlemleri uyanık mı, yoksa gafiller mi?

O Hak dostları, büyük-küçük her hareketlerinde mutlaka Efendimiz’in sünnetine uyarlardı.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, bu hassâsiyet çerçevesinde der ki:

“Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”(Kişmî, Berekât, s. 197)

Bütün ehlullah bu ve benzeri ince bir rikkat içinde yaşamışlardır. Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin meclisinde lüzumsuz sözler sarf edilmezdi. Birisi gıybet etse ona mâni olur ve;

“–O söylediğin söze ben daha lâyıkım!” derdi.

Oruçlu olduğu bir gün, yanında sultanı kötülediler. Hazret;

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi;

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu. (Abdülganî bin Ebî Saîd, Hüvelganî Risâlesi, s. 152)

Misallerde de görüldüğü üzere;

Allah dostları her hâllerini, büyük bir titizlikle, âdetâ kuyumcu terazisi hassâsiyetiyle tartmışlardır. Kuyumcu terazisinde miligramlar bile fark eder. Avâm ise, bunu oduncu kantarıyla bile tartsa, yine de pek fark etmez. Lâkin âhiretteki hesap ve teraziye en muvâfık tartı, Allah dostlarının kuyumcu hassâsiyetiyle kullandıkları çok hassas ve ince ayarlı mânevî ölçülerdir.

Çünkü;

Her kulun imtihanı istîdatlarıyla mütenâsiptir. İstîdatlar yükseldikçe, kulun vazifeleri de yükselir. Nitekim; dînin asgarî tekliflerinden daha fazlasını yapmaya fıtraten kudret, iştiyak ve istîdâdı olan kimselere mânevî yükselişin kapısı kapanmamıştır.

Yani şer‘î vazifelere ilâveten bir de kalp âleminde yükselme istîdâdı olan mü’minlere; nâfile ibâdetler, zühd, takvâ, ihsan gibi fazîletlerle, vâsıl-ı ilâllah zirvelerine doğru mesafe almayı sağlayacak bir yol açık tutulmuştur.

İşte bu mübârek yol, tasavvuftur.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de geceleri namazla ve seherleri istiğfarla ihyâ etmenin ehemmiyeti tebârüz ettirilir. Yine Cenâb-ı Hakk’ı çokça zikretmek, O’na yaklaşmaya vesileler aramak, malın kifâyet miktarından fazlasını infâk etmek ve şüpheli şeylerden de şiddetle kaçınmak gibi yüksek ölçülü emirler vardır. Bunlar, dînimizin farz ve vâcibler cetvelinde yer almamıştır. Fakat sahâbe ve tâbiînin büyükleri bunları hemen hemen hiç terk etmemiştir.

Onları takip eden asırlarda, dînimizin bu fezâil tarafını îfâ etmek, bilhassa «ehlullâh»ın üzerinde durduğu bir husus olmuştur. Misal olarak Ebû Hâtim Hazretleri şöyle der:

“Kardeşim, dört şeyi dört yere ertelersen cennete girersin:

1. Uykuyu kabre,

2. Rahatı Sırât’a,

3. Övünmeyi mîzâna,

4. Nefsin arzularını da cennete.” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 50)

Yahya bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:

“Gece uzundur, onu uykunla kısaltma! İslâm temizdir, günahlarınla kirletme!”(Seyyid bin Hüseyin el-Affânî, Gece Yolcuları, İstanbul 2005, s. 588)

Tasavvuf ve onun muntazam teşkilâtları olan tarîkatler olmasa; İslâm tarihinin Ebu’l-Hasen Harakānî, Şâh-ı Nakşibend, Ahmed Yesevî, Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Aziz Mahmud Hüdâyî, İmâm-ı Gazâlî, Abdülkādir Geylânî, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ve emsalleri gibi büyük hikmet ve irfan şahsiyetleri yetişebilir miydi? Onlar yetişmese, İslâmiyet’in mütebessim çehresini kim sergileyebilirdi?

Bugün tasavvufu ve mutasavvıfları tenkit eden, onu dîne sonradan katılmış bir bid‘at gibi göstermeye çalışanlar; İslâm’ı kupkuru, lâfızcı, zâhirden ibaret bir şekilde temsil etmekte, bu sebeple de gönüllere inşirah verememekte, soğukluk ve kasvet saçmaktadırlar. İslâm’a terör isnâd etmeye çalışan İslâm düşmanlarına da, en çok malzemeyi bu kişilerin tesiri altında hareket eden cühelâ takımı vermektedir.

Geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamîdullah der ki:

“Benim yetişme tarzım akılcıdır. Hukukî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde tarif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukukî sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:

«Allah benim Rabbimdir. Sahibimdir. O bana bunları yapmayı emretmiştir. O hâlde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazife birbirine bağlıdır. Allah bunları ben istifâde edeyim diye bana emretmiştir; şu hâlde ben O’na şükretmekle vazifeliyim.»

Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hıristiyanların İslâmiyet’i kabulü; onları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah, meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgû’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur. (Mâlûm; Gazan Han’ı hidâyete getiren, sûfî bir derviştir.)

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bazı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgul olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.

İnsan, kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırmaktadır; ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmin etmektedir.”*

Zaten âşikâr bir hakikattir:

İslâm’ın mânevî, kalbî tarafını ihmal etmeyen büyük zâtlar; vefatlarından asırlar sonra dahî dâimâ hidâyetlere vesile olmaktadırlar. Bedenleri toprak altındadır, ancak gönülleri müslümanların iç âlemlerinde yaşamaktadır. Güzel yaşayışları ve yazdıkları eserler, meçhule gönderilmiş birer hidâyet mektuplarıdır. Onlar İslâm’a davetin en güçlü ve tesirli temsilcileridirler.

O Hak dostları, dînin zâhir ve bâtınını ikmâl ederek şahsiyetlerine nakşetmiş kâmil mü’minlerdir. Yine onlar, zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek duygularını derinleştirmiş ve davranış mükemmelliğine ulaşmış yüksek ruhlardır. Yine onlar, idrak ve ihâtalarını her iki cihan ufkuna genişleterek îman lezzetine kavuşmuş gönül sultanlarıdır. Yine onlar; bütün gayretleri, insanlığı kötü huylardan ve nefsânî ihtiraslardan kurtararak güzel ahlâka ve mânevî olgunluğa eriştirmek olan, kendisini ümmetten mes‘ûl gören, âlim ve ârif zâtlardır. Çünkü onlar; takvânın ilâhî bir ikrâmı olarak meveddet, yani sevgi ile taltif olunmuşlardır.

Bu itibarla Hazret-i Mevlânâlar, Aziz Mahmud Hüdâyîler, İmâm-ı Rabbânîler; asırlar geçse de eserleriyle, ziyaretgâhlarıyla ve yollarıyla irşâda devam ederler.

Böyle bir muhabbetli disiplinin, aşk dolu irşâdın dergâhı olan tasavvuf, İslâm’ın dışında bir terbiye metodu değildir. O her şeyiyle dînin özünde meknuzdur.

TASAVVUF DÎNİN ÖZÜ…

Tasavvuf, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatıdır. Sahâbe efendilerimizin fedâkârlık ve muhabbet dolu hayatlarıdır. Dâru’l-Erkam, ashâb-ı suffa, ashâb-ı rıdvân ve emsâli; asırlarca hiç kesilmeden devam eden mâneviyat meclisleri silsilesinin ilk halkalarıdır.

Zaman geçtikçe, ashab azalmış, saâdet asrının nûru ile araya asırlar girmeye başlamıştı. Kemmiyeti artan müslümanlarda, ilk halkaların keyfiyeti kalmamıştı. Bu keyfiyeti arayan havâss ise azalmıştı. Efendimiz’in yaşadığı yüksek ölçülerdeki zühd, takvâ, ihsan ve zarâfet dolu İslâm anlayışını, ashâbın ve sâdât-ı kirâmın yolundan giden «ehlullah» hazerâtı temsil etmeye başladı. “Sâdıklarla beraber olun.” emrine ittibâ ile bu zâtların çevresinde hâlelenenler, tasavvufun müesseseleri mevkiindeki tarîkatleri meydana getirmişlerdir. Yani o Hak dostları, Allah Rasûlü’nün bütün zamanları kuşatan ahlâkının ve mâneviyâtının vârisleri ve temsilcileridir.

Nasıl ki, fıkıh kaideleri Fahr-i Kâinât Efendimiz zamanında mevcut idi ve bunları tespit, tanzim ve tedvin eden âlimler mezhepleri teşkil ettilerse, tasavvuf da asr-ı saâdette tanzim edilmemiş, müesseseleşmemiş hâliyle hayatın tamamında zühd ve takvâ olarak mevcut idi. İkinci asırdan itibaren nizam ve müesseselerle de zuhûr etti.

Peygamberlik vazifelerinden, Kur’ân tâlimini âlimler, kurrâlar, muhaddis ve müfessirler; meseleleri çözüme kavuşturma kısmını fakihler, kadılar, hâkimler; idârî kısmı halîfeler deruhte ederken; Hazret-i Peygamber’in tezkiye vazifesini de nasipleri ölçüsünde ehlullah hazerâtı devam ettirmişlerdir.

İşte mukaddes bir emânet olarak sürdürülen bu terbiye, tasavvuftur.

Tasavvuf budur. O, sonradan çıkmış bir bid‘at değildir.

Tasavvuf; İslâm’ın ruh ve mânâsı olduğu için, letâfetinden dolayı onu fark etmekte zorluk çeken mukassî zihinler çıkabilir. Yine tasavvuf söz ve kalemden ziyade, hâl ile nakledilen, yani kalpten kalbe aktarılan bir ilim olduğu için; o zevki tatmayanların, o ilmi yaşamayanların onu idrâk etmesinde güçlükler mevzubahis olabilir. Fakat selîm bir tefekkür ile düşünen herkes, tasavvufun İslâm’ın ta kendisi olduğunu teslim edecektir.

Tasavvufa karşı çıkanların bir kısmı, aslında tasavvuf nâmına sergilenen bazı yanlışlara muhalefet sergilerler. Tasavvufa ve onun müesseseleşmiş hâli olan tarîkatlerin bazılarına, panteizm gibi itikadî inhiraflar, şer‘-i şerîfi önemsiz görmek gibi bazı amelî noksanlar bulaşmış olabilir. Yine içtimâî hayattaki tebliğ, hizmet gibi vazifelerini ihmâl edip, sadece kendi salâhı için bir uzlet köşesine çekilmek de, -bütün ömrü ihâta ettiği takdirde- noksan bir İslâmî anlayış olur.

Bu tenkitler, bizzat bu hatalara tevcih edilmeli, tasavvufun özünün İslâm’ın ta kendisi olduğu unutulmamalıdır. Tasavvuf nâmına sergilenen yanlışlara, bizzat ehlullah hazerâtı da karşı çıkmıştır:

Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

“Şerîatın (dînî hayatın) üç temel husûsiyeti vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bunlar tam olarak îfâ edilmedikçe şerîatın îcâbı yerine getirilmiş olmaz… Tasavvufî bir hayatı elde etmekten maksat, şerîatı ikmâl etmektir (yani dîni ihlâsla yaşamaktır). Yoksa tasavvuf, asla şerîatın dışında bir şey değildir…” (Bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 206, no: 36)

İmam Mâlik Hazretleri’nin şu ifadeleri de çok mühimdir:

ZÂHİR VE BÂTIN İLMİ

“Kim fıkıhla (dînî ilimlerle) meşgul olur da, tasavvufî terbiye görmezse fâsık olur. Kim tasavvufla meşgul olur da dînî ilimleri bilmezse zındık olur. Her kim de bu ikisini cem ederse, hakikate nâil olur.” (Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtîh, Beyrut, 1422, I, 335)

Bu mânidar sözden de anlaşılmaktadır ki, hakikî ve faydalı ilmin bir kanadı zâhirî, şer‘î ilimler; diğer kanadı mânevî, bâtınî ilim yani mârifet olan tasavvuftur.

Tasavvuf erbabının, ilmi bütünüyle istiskâl etmesi, küçük görmesi nasıl hatalı ise; zâhirî ilim sahiplerinin de bâtınî fıkıh demek olan tasavvufu, onun kıymet ve lüzumunu inkâr etmeleri de aynı derecede hatalıdır. Cehli izâle etmek için ilim lâzım olduğu gibi; bâtında bulunan kibir, ucub, haset, kin, hubb-i dünya gibi kirleri izâle etmek için de tasavvuf terbiyesi lâzımdır.

Kalbi tasfiyenin usûlleri elbette kalbî olacaktır. Namazın bir hendesî, geometrik tarafı, bir de huşû yani, kalp ve beden âhengi tarafı vardır. Şeklî kısmını öğretmek, zâhirî ilim ve hareketlerle olur. Fakat kalbe huşû nasıl öğretilecektir?

Ancak duyguları temizlemekle.

Unutmamalı ki:

İnsanın bütün davranış, hâl ve hareketleri, iç âleminin aynasıdır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir bedbahttan da güzel bir davranış beklemek beyhûdedir. Niyetleri karanlık olanların, yolları aydınlık olmaz. Her küp, içindekini sızdırır.

Ağızdan çıkan çirkin sözler, onu sarf eden kişinin nasıl bir gönül dünyasına sahip olduğunu gösteren bir ayna gibidir. Zira kötü söz (gıybet, dedikodu, yalan, iftira) kalpteki menfî duyguların dışa aksetmesidir.

Bu bakımdan kalbin her türlü duygu kirliliğinden ve nefsâniyet putlarından temizlenmesi zarûrîdir.

Bu temizlik için;

Tasavvuf yolunun büyüklerinin, Efendimiz’den ve sahâbe-i kiram hazerâtından tahsil ettikleri usûller vardır. Bunlardan biri olan râbıta da ekseriyetle yanlış anlaşılmakta ve hâşâ şirk olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

Hâlbuki;

Râbıta; sevilen kimseye karşı muhabbeti canlı tutmaktır. Bunun en güzel misâli, ashâb-ı kiram ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼdir. Sahâbe içindeki en zirve misal ise şüphesiz ki Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasındaki kalbî irtibattır.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri buyurur ki:

“Âyet-i kerîmedeki; «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sûrette beraberliği ifade eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifade eder. Fiilî beraberlik, sâdıkların meclisinde kalp huzûruyla fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyablarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibarettir.”

Yine Ubeydullah Ahrâr Hazretleri tenkitlere cevap sadedinde şöyle buyurmuştur:

“…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi bir mü’mine bağlamak, niçin küfre sebep olsun?”

Velhâsıl râbıta; mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde taze tutarak, onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibarettir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ taze tutulması, mürîde mânevî bir dirilik kazandırır. Zira sâlih zâtların sohbeti kadar muhabbeti de tesirli ve faydalıdır.

Sahâbe efendilerimizin, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le kalbî râbıtalarının sayısız şahidi vardır. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın, içinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in olmadığı hiçbir rüya görmemiş olduğunu hatırlatmak bu hususta kâfî bir misaldir.

Bu hakikat de göstermektedir ki;

Tasavvuf her yönüyle, en güzel şekilde ashâb-ı kirâmın hayatında sergilenmektedir. Onların hayatları mütalâa edildiğinde Fahr-i Kâinât Efendimiz’den kalbin beş beraberliğini tâlim etmiş oldukları görülür. Bu kıvâmı elde etmek, tarih boyunca tasavvuf ve tarîkat erbabının gayesi olmuştur:

ASHÂBIN KALBÎ KIVÂMI

  1. Kalben Cenâb-ı Hak ile beraberlik.

Her şeyde Allâh’ın rızâsını ve muhabbetini esas almak. Zikrullah ile kalplerini huzûra erdirmek. Takvâ ve ahlâk ile Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının mâkesi hâline gelme gayretinde yaşamak. Yani merhamet, hilm, af, gufran gibi vasıflarla muttasıf olarak Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmak.

2. Kalben Peygamber Efendimiz ile beraberlik.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)buyuran Peygamber Efendimiz’in sohbet ve maiyyetinden dünyada hakkıyla istifâde eden ashâb-ı kiram; âhirette de O’nun şefkat kanatlarının altında olabilmek için, her hâl ve fiilleriyle O’nun sünnetine tâbî oldular.

Zira âhirette O’na olan yakınlığımız, dünyada O’na olan yakınlığımız ölçüsünde olacaktır. Çünkü sevilenin her hâli, gönüldeki aşk nisbetinde sevene sirâyet eder.

Tasavvufta, Efendimiz ile ashâbı arasındaki, mânen terakkî ettirici bu muhabbet; mürşid ve mürid halkaları ile devam ettirilmiştir. Mürşid-i kâmile muhabbet, Hazret-i Peygamber’e, Rasûlullâh’a muhabbet de «muhabbetullâh»a bir basamak teşkil etmiştir.

3. Din kardeşliği.

Ashâb-ı kiram; din kardeşliğinin en ulvî, en güzel tezâhürlerini sergilediler. Tevâzu, cömertlik, merhamet, fedâkârlık, af, müsâmaha ve hilm onların tabiat-ı asliyeleri hâline gelmişti. Şu misal her şeyi anlatmakta:

Sahâbe-i kiramdan birine, bir koyun başı hediye edilmişti. O da;

«Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.» düşüncesiyle hediyeyi o kardeşine gönderdi. O da aynı düşünceyle bir başkasına… Derken hediye bu sûretle tam yedi ev dolaştı ve nihayet yine dönüp ilk sahâbîye geldi. Zira içlerinde en aç olanı, ilk ikrâm edilen idi. (Hâkim, II, 526)

Ehl-i tasavvuf da, bütün mü’minlerin kardeşlik hukukunu gözetirken, aynı halkadaki ihvânıyla aynı potada eriyen ve bütünleşen bir maden gibi muhabbetle kaynaşmış ve mürşid-i kâmilin şekillendirici terbiyesine müsait hâle gelmiştir. Bu vesileyle de; cemaat üzre olan, Allâh’ın rahmetinden istifade hâlinde olmuştur.

4. Mahlûkāta Hâlık’ın nazarıyla bakmaları.

Ashâb-ı kiram; Rasûlullah Efendimiz’in terbiyesinde, mahlûkāta bakışta da derinleştiler. Umûmî ve şâmil bir vasıf kazandırdıkları şefkat ve merhametlerini mahlûkattan da esirgemediler. İnsanoğlu için yaratılan o mahlûkat üzerinde tefekkür ettiler. Onlara yaratılış hikmetine uygun ve insanca muâmele ettiler.

Ashâbın izinde yürüyen «evliyâullah»tan Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin şu ifadeleri ne kadar anlamlıdır:

«Emir Külâl Hazretleri; bana hasta ve muzdarip insanlara hizmet etmemi, daha sonra yaralı hayvanlara hizmet etmemi emretti. Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Nefsânî arzularımdan o kadar uzaklaştım ki, artık mahlûkāta hikmet ve şefkat penceresinden bakmaya başladım. Yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, onun hilkatini tefekkür eder ve O’nun üzerinde tecellî eden ilâhî sanata hayranlıkla bakar kalırdım. Bu hâlim, yedi sene devam etti. Bu hizmetin mukābilinde öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.»

5. Eşya ile münasebetlerinde Hakk’ın istediği ölçü üzere olmaları.

Ashâb-ı kiram, mal ve mülkün gerçek sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu en iyi şekilde idrâk etmişlerdi. Emânetçisi oldukları varlıklar üzerinde dâimâ Allâh’ın şartlarıyla tasarruf ettiler. Cimrilik, pintilik, lüks, savurganlık ve israf onların hiç bilmediği hayat tarzlarıydı. Onlar; gerçekleşen fütûhat ile büyük imkânlara kavuştukları devirlerde bile, dünyadan kâfî miktardan fazla istifâde etmeyi, âhiret sermayesini tüketmek olarak görürlerdi.

Çünkü varlıklarını; İslâm’ı yaşatmak, Allâh’ın dînine yardım etmek ve böylece âhireti kazanmak için sermaye gördüler. Bütün varlıklarını köle âzâdı, ordu tefrişi, mü’minlerin ihtiyaçları için vakıflar tesisi gibi hayırlara sarf eden zengin sahâbîler yanında; «İnfâk edin!» emrine icâbet etmek için, dağlardan odun toplayıp, birkaç kuruş kazanarak infâk eden fakir sahâbîler de, o muazzam tasadduk heyecanı içerisindeydi.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına eren ashâbın bu beş hâli bizlerde ne ölçüde var?

ASHABDAN HİSSEMİZ NE KADAR?

Cenâb-ı Hak; rızâsının yolunu, onlara ihsân ile tâbî olmak şeklinde tâlim buyurmuş. Bizim ahvâlimiz, ashab ile mukayese edilince ne durumda?

Allah ile beraberliğimiz ne durumda?

Kalplerimizi zikrullah ile diriltebiliyor muyuz?

Şu âyet-i kerîmeyi ne kadar yaşıyoruz:

“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet ettikleri için), vücutları (tatlı) yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”(es-Secde, 16)

Kur’ân âyetlerini, sahâbe-i kirâmın idrâki üzere âdetâ gökten bizim için inen birer sofra gibi görerek, onlardan istifâde etme heyecanımız ne kadar?

Peygamber Efendimiz ile hayatımızın her safhasında beraber miyiz? Yoksa O’na muhabbetimiz bir kuru iddiâdan mı ibaret?

Sahâbe-i kirâmın hakkıyla tâbîleri olan tâbiînin büyüklerinden Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin şu îkāzına kulak veriyor muyuz?

“Ey insanlar! «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! Sâlihlerin amelini işlemedikçe sâlihlerden olamazsınız. Zira yahudi ve hıristiyanlar da, kendilerince peygamberlerini severler, fakat (ukbâda) onlar ile beraber olamayacaklardır.”(İhyâ, c. II, s. 402)

Yine «ehlullah»tan Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- de nefsini şöyle hesaba çekerdi:

“Firdevs Cenneti’nde peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama buna karşılık hangi ameli işledin?

Hangi şehevî arzunu kırdın?

Hangi hiddetini yendin?

Sana gelmeyen hangi akrabana gittin?

Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın?

Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya hangi uzağına yaklaştın?..”(İhyâ, c. II, s. 402)

Bizler de sormalıyız:

O abus, kasvetli, belâlı günde, kimin yanında olmak istiyoruz?

Ardından açılacak يومالخلود o ebediyet gününde, kimin komşusu olmak istiyoruz?

Eğer cevabımız Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise; hayatımız O’nun mânâ dolu, ibâdet dolu, takvâ dolu ömrüne benzemeli… O’nun rûhânî dokusundan hisse alma gayreti içerisinde olmalıyız.

Bu arzu ve gayrete; zühd, takvâ ve ihsân gibi isimler verilmiştir. Kitab ve Sünnet istikametinde bir tasavvuf da işte bu zarâfet dolu İslâmî hayatın bir başka adıdır.

Cenâb-ı Hak, bizlere mârifet ve muhabbetine vâsıl olan kullarının muhabbetini nasîb eylesin. Rasûlullah Efendimiz’in asırlarca kıyâmete kadar devam edecek terbiye ve tezkiye silsilesinden, gönüllerimizi mahrum eylemesin.

Bir gülün râyihasının, her yaprağından duyulduğu gibi, İslâm’ı hayatımızın her safhasına neşredebilmeyi, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yaşadığı şekliyle zühd, takvâ ve ihsan şuurundan hisseyâb olabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

_______________

* M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972. Bu dipnot, Muhammed Hamidullâh’ın mütercime yazdığı 27 Eylül 1967 tarihli mektubun metnidir. Ayrıca bkz. Mustafa KARA, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543.