Sefâlet Çarşısında Saâdet Arayışı; Yoga ve Meditasyon

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Kasım Sayı: 194

Muhterem Efendim, bazı genç arkadaşlarımızın uzak doğu dinlerinin uygulamaları olan yoga ve meditasyona merak saldığını görüyoruz. Kendilerine bir rahatlama verdiğini söylüyorlar. Müslüman bir gencin bu uygulamalara bakışı nasıl olmalı? Gerçekten bunlar insan rûhunda bir rahatlama meydana getirebilir mi? Bu hususta ne buyurursunuz?

Evvelâ şu hakikati, zihnimize ve gönlümüze nakşetmemiz lâzım:

“Îmânın özü; lâyıkına muhabbet, müstahakkına da nefreti gerektirir.”

Bu ölçü ışığında değerlendirecek olursak;

Her ne kadar “rûhen rahatlama, iç huzuruna kavuşma” gibi câzip iddialarla icrâ edilse de, yoga ve meditasyon, Hinduizm ve Budizm dinlerine âit birer ibadet şeklidir.

Çünkü işin içine biraz girilince görülür ki, yoganın merkezinde, Uzak Doğu dinlerinin çok tanrıcı, putperest felsefesi âşikâr olarak durmaktadır. Yoga öğreten yogiler, aslında o dînin râhipleridir. Güya teksif olabilmek için söylenen sözler, dönülen yönler, yakılan tütsüler ve yapılan hareketlerin hepsi, o putperest dinlerin, ineği mukaddes sayan ve o ölülerini yakan bâtıl inançların anʼaneleri, âdetleri ve telkinleriyle doludur. Dolayısıyla bu tip uygulamaları yaymaya çalışanlar, aslında bâtılın misyonerliğinden başka bir şey yapmıyorlar.

Bu sebeple yoga ve benzerlerinin; neş’et ettikleri dinden tecrid edilerek, mâsum bir rahatlama egzersizine dönüşmüş olduğu iddiası kabul edilemez.

Ayrıca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.”[1] hadîs-i şerîfi gereğince, genciyle-yaşlısıyla her müslümanın, başka bir dîne ait olan ibadetlerden kesinlikle uzak durması gerekir. Aksi takdirde -Allah korusun- kalp kayar ve îtikad zedelenir. Nitekim fıkıh kitaplarımızda da, bir müslümanın başka dinlerin âyinlerine katılması, onların nevruz, noel ve benzeri yortularında, dînî günlerinde onların yaptıklarını taklit etmesi, îmânı zaafa uğratan alâmetlerden sayılmıştır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda şu ibretli hâdiseyi nakleder:

“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlum oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır.

Bundan sonra anladım ki; bu karanlıkların def’i için teveccüh etmek, yerinde bir iş değil… Zira onun bu karanlıklardan temizlenmesi, Cehennem azâbına kalmıştır ki, küfür ehliyle beraberliğin cezâsı budur.” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)

Bugün Batılı mihraklar, yoga ve benzerlerini dünyaya pazarlıyor, bunları reklâm ve moda hâline getiriyorlar. Batı, Hristiyanlığın içini boşalttıktan sonra; içine düştüğü rûhî boşluğu, pasif bir dünya görüşüne sahip olan Uzak Doğu dinlerinin uygulamalarıyla doldurmaya çalışıyor. Et ve hayvânî gıdalar yememeyi, yoga ve meditasyon gibi unsurları; vicdan rahatlatmak ve nefsi oyalamak için öne çıkarıyorlar.

Peki, yoga ve benzeri metotlara yönelmenin altında ne var? Yaşanan rûhî bunalımlara şifâ arayışı, değil mi? Yani gönüller huzuru arıyor… Kalpler itmi’nâna ermek istiyor…

İşte bir mü’min için, namaz, oruç, zekât, infâk, hac, umre, tefekkür, tezekkür, tesbihat ve murâkabe gibi gerçek ve sahih ibadetler, tâdil-i erkân ve huşû ile îfâ edildiği nisbette bedene devâ, kalbe şifâ, rûha gıdadır. Bunları bırakıp; “Biz yoga, meditasyon gibi şeylerin faydasını görüyoruz.” demek, onlarda huzur aramak, sadece nefse verilen birer rüşvettir. İşe yarıyormuş gibi görünmesi ise, geçici bir kandırmacadır. Bu tıpkı bir sarhoşun içki içince “oh” çekip “efkâr dağıttım” demesi veya bir kumarbazın kumar oynayınca huzur bulduğunu sanması gibidir.

Hâlbuki, gördüklerini iddia ettikleri fayda, aslında büyük bir aldatmacadır. Bir bakıma hayalî bir halüsinasyon gibi tuhaf bir sürüklenmedir. Farklı iddia edilse de asla rûha ait bir sekînet değil, sadece nefse ait geçici bir hazdan ibarettir. Bu âdeta, ruhtaki mânevî ihtiyacı perdeleyerek gerçek mânâda hissedilmesine mânî olan nefsânî bir ağrı kesici gibidir.

Şöyle düşünelim;

Bir insan var. Çok ağır bir hastalığa dûçâr olmuş. Tedavi için mutlaka ameliyat olması ve o habis kitleyi vücuttan atması lazım. Böyle olduğu hâlde o kimse dâimâ ağrı kesici ilâçlar içmek sûretiyle iyileşeceğini zannetse, iyileşebilir mi? Aslâ! Hattâ sonunda hastalık bütün vücudunu kaplar ve o geçici ağrı kesicilerin ne büyük bir aldatmaca olduğunu yakînen anlar. Lâkin iş işten geçmiş olur. Aynen bunun gibi, yoga ve meditasyon gibi usuller de, nefsin geçici hazlarıdır.

Gönüllerindeki sıkıntıya yoga ve benzerleriyle çare arayanlar, en azından kendilerine şunu sormalıdır:

–Bu ve benzeri uygulamalara asırlardır sahip olan milletler, bunlardan ne elde etmişler? Hangi huzura kavuşmuşlar, hangi fazîlete erişmişler, hangi medeniyeti tesis edebilmişler? Bu hususta verilecek iknâ edici bir cevap var mıdır? Hayır!..

Nitekim Hindular’ın Keşmir’de yaptıkları zulümler, Budistlerin Arakan’da işledikleri vahşet dolu soykırımlar ortadadır.

Buna mukâbil, zikrullah, riyâzat, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye gibi İslâmî usullerle rûhen huzura kavuşmuş müslümanların kurdukları medeniyetlerde ise savaşta bile bir rahmet üslûbu gözetilmiş, gayr-i müslimlerin dahî hukukuna titizlikle riâyet edilmiş, yaratılana, Yaratan’ın şefkat nazarıyla bakılmıştır.

Yine yüce dînimiz İslâm; “îman, takvâ, teslîmiyet, rızâ, sabır ve şükür…” gibi insanın huzur ve saâdeti için gerekli olan bütün şifa reçetelerini sunmuştur.

Nitekim İslâmʼı lâyıkıyla idrâk edip hayatlarına aşk ve şevkle tatbik eden ashâb-ı kirâmın zengini-fakiri, sıhhatlisi-hastası, dulu, yetimi, mazlumu, mağduru vardı; fakat rûhî buhrana sürüklenip depresyona gireni yoktu. Hepsinin gönlü, Allâhʼa sığınmanın huzuru içindeydi. Huşû ile edâ ettikleri ilâhî emirler ve ibadetlerle dâimâ mâneviyatlarını takviye ediyorlardı.

Meselâ namaz; bütün rükünleriyle, okunan duâ ve tilâvetleriyle, ilâhî huzurda bulunma hissiyâtıyla insana en büyük şifa ve huzur kaynağıdır.

“…Secde et ve yaklaş!”[2] âyetinden hissedâr olarak secdede Rabbiyle buluşabilen bir mü’min; yogaya, meditasyona iltifat edebilir mi? Aslâ! Bu bâtıl uygulamaları; sefâlet çarşısında saâdet aramak olarak görür.

Hiç şüphesiz bizler muhteşem bir İslâmî mîrâsa sahibiz.

Bu sebeple de Kur’ân ve Sünnet’in tâlim ve tatbikinde aslâ ihmal göstermemeliyiz ki, bizlerden sonra gelecek nesiller o zengin mîrâsın kıymetinden habersiz kalmasın. Üzerinde oturduğu defineden habersiz, aç ve bî-ilâç kalıp başkalarına el açan zavallı bir dilencinin hâline düşmesin. Saâdeti, bâtıl ve muharref dinlerde, beşer mahsulü bomboş ideolojilerde aramasın.

Çünkü insanın yoga ve meditasyon ile, kalbî ve rûhî bir huzur elde edebilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki bu bâtıl dinler, dünya hayatını katlanılması gereken ve teselsül hâlinde devam edip hiç bitmeyen bir ıztırap olarak görürler.

Meselâ; insanların fakirliğini ve alt tabakalarda oluşunu, kast sistemiyle dînen tahammül edilmesi gereken bir ceza ve bir zarûret olarak îlan ederler. Dünyaya bu düşmanlıkları yanında âhirete de inanmazlar. Çareyi “nirvana”ya yani hiçliğe ulaşıp bu hayatın çilelerinden kurtulmak olarak gösterirler. Görüleceği üzere, burada hakikî bir ümit ve saâdet yoktur. Yok olmaktan medet uman bir âcizlik vardır.

Hâlbuki İslâm, haksızlıkların adâlete kavuşacağı, sabır ve tahammüllerin ecirlerle mükâfatlandırılacağı, ebedî huzur ve saâdeti vaad eden muhteşem bir âhiret inancına sahiptir.

Velhâsıl insanlığın huzur ve saâdeti, İslâm’ın muhteşem düsturlarına muhtaçtır. Böylesine kıymetli bir mîrâsa sahip iken, dünya ve âhiret saâdetini başka dinlerde ve dünya görüşlerinde aramak, büyük bir gaflet ve dalâlettir.

Son olarak gençlere şu tavsiyelerde de bulunmak isteriz:

Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürle bol bol okumaya gayret etsinler. Zira âyette şöyle buyruluyor:

“Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir, zâlimlerin ise sadece ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, evliyâullâhın ve sâlih müʼminlerin muhabbetini gönüllerinde artırmanın azminde olsunlar.

Terapi grupları peşinde koşmak yerine, güzel ahlâk sahibi kimselerle sohbet halkaları kursunlar. Çünkü insan, beraberinde bulunduğu kimsenin hâlinden hisseler alır. Muhabbeti ölçüsünde sevdiği kimse ile aynîleşir. İnsan yalnız kaldıkça da, nefs ve şeytanın oyuncağı olur.

Rabbimiz, hakkı hak bilip uymayı, bâtılı da bâtıl bilip sakınmayı cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031.

[2] el-Alak, 19.