Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2015 Ay: Ağustos Sayı: 126
YALNIZ KALMA!
Cenâb-ı Hak insanı Zâtına kulluk etsin diye yarattı. İnsan; Rabbini tanıyacak, sevecek, O’na kulluk edecek.
Rabbimiz bu imtihanda muvaffak olup, kendisiyle dost olabilenleri cennetine davet ediyor. Hedef büyük… Yol uzun… Mükâfat muazzam ve muhteşem… Elbette bu büyük imtihanın çeldiricileri, zorlaştırıcıları da var. İnsan bu mukaddes yolculukta iki ateş arasında: Nefis ve şeytan.
Hazret-i Mevlânâ; Hakk’ın davetine icâbet edip nurlanmak için, nefsi ve nefsânî duyguları bertarâf etmenin zarûrî olduğunu şöyle bildirir:
“Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsini yakmalısın.”
Bir nevi yol kesici eşkıyâ olan bu iki düşmana karşı insan ömür boyu cihâd etmek mecburiyetinde. Kalbinde îmânı üfleyerek söndürmeye çalışan, onu karanlığa mahkûm etmek isteyen kötü niyetli düşmanlarına karşı, son nefese dek mücadeleye mecbur.
İnsan bu mücadelede yalnız kalırsa güçlük çeker. Zira düşmanı tek değildir. Kendi nefsi ve şeytanı ile birlikte, şeytânî ve nefsânî vesvese ve iğvâlara kendini kaptırmış koca bir ordu ile karşı karşıyadır. Öyle ise, mü’min; kendisi ile aynı dâvâda, aynı gayede olan, yani Hakk’ın davetine icâbet ederek, O’na yaklaşmaya gayret eden kardeşleriyle beraber olmalıdır. Hazret-i Mevlânâ; bu beraberliği, eşkıyâlarla dolu bir yolculukta bir araya gelerek, güçlü bir kervan teşkil eden yolculara benzetir:
“(Îman kardeşin olan) insanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
İçtimâîleşmek; bir araya gelmek, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifelerini edâ etmek, toplum hâlinde Allâh’ın davetine icâbet etmek demektir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)
Her mü’min İslâm’ı yaşamakla memur olduğu gibi, yaşatmakla da vazifelidir. Her mü’min hâdisâtın ve devrin akışından mes’uldür. İslâm ve müslümanların istikbâli hakkında bîgânelik, bir mü’mine yakışmaz. İslâm nûrunun tamamlanmasında, Allâh’ın dînine yardım etmekte her mü’min aşk ile gayret etmekle mükelleftir.
Âyette şöyle buyurulur:
“(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen ve; «Ben müslümanlardanım!» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
Rabbimiz bizden İslâm karakter ve şahsiyetini temsil etmemizi arzu ediyor.
“Biz, sizleri ılımlı bir ümmet olarak (hayırhah bir ümmet olarak, istîdâtlı bir ümmet olarak) halk ettik. Siz, yeryüzünde Allâh’ın şahitlerisiniz. Peygamber de kıyâmet günü size şahit olsun.” (el-Bakara, 143)
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Peygamberler, ümmetlere Allâh’ın şahididir (örnektir, üsve-i hasenedir. Allâh’ın dîninin temsilcisidir.) Benim ümmetim de diğer ümmetlere Allâh’ın temsilcisidir.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 171-172/34530)
Bunun yolu ise; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sahâbe ve onları takip eden Hak dostlarının usûlü üzere, İslâm’ı en güzel şekilde temsildir. Fazîletli bir insan olup yaşayarak mârufu emretmek, münkeri nehyetmektir.
Tarihimiz bunun misalleriyle doludur:
TEMSİL İLE TEBLİĞ
Birinci Murad Han Kosova’yı fethetti, Anadolu’nun temiz halkını Kosova’ya taşıdı. Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethetti, o da Anadolu’dan İslâm’ı tebliği tabiat-ı asliyesi hâline getirmiş müslümanları oraya nakletti. Boşnakların tamamı, Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu. Neyle oldu? İslâm’a hayran olmakla oldu.
Bugün üzülerek ifade etmeliyiz ki; ötelerin ihtiyacı bir tarafa, kendi sokaklarımız dahî böyle bir gönül fethine muhtaçtır.
Çoluk çocuğumuzdan başlayarak, aile efrâdımız, akrabalarımız, komşularımız ile çevre çevre İslâm’ın mütebessim çehresini tebliğ etmek mecburiyetindeyiz.
Globalleşen, yani mesafelerin, mânevî sınırların, duvarların ortadan kalktığı dünyada, bir müslümanın biyolojik anne-babalığı hiçbir şey ifade etmiyor. Ehemmiyet gösterilmezse; evlâtların zihinlerini, kalplerini kâfir, fâsık ve bâtıl sîneler emziriyor. Adı, kimliği, apoleti müslüman, Türk vb. olan evlâtlar, gayr-i müslim şahsiyetlere özeniyor. Maalesef görmekteyiz. Yırtık pantolonla, pejmürde, pasaklı kıyafetlerle gezen, kalp ve zihin dünyası da aynı derecede pasaklı olan evlâtlar görüyoruz. Global dünyanın robotu hâlinde.
Cenâb-ı Hak bunu istemiyor.
Müslüman şahsiyet ve karakter sahibi olacak, zarif, ince ruhlu olacak, temiz ve tertipli olacak. Kalbe huzur hâli verecek. Dâimâ İslâm karakter ve şahsiyetini temsil edecek. Başka şahsiyetlere, başka karakterlere tenezzül etmeyecek. Başka modaların, reklâmların zebûnu olmayacak, internetin çılgın sokaklarına girmeyecek.
Bunun için, nesle ehemmiyet vermek zarûrî. Başta kendimiz anne-babalar, ağabeyler, ablalar olarak İslâm’ı en güzel şekilde yaşayıp şahsiyetli örnekler olacağız; hem de nesilleri güzel şahsiyetlerle buluşturacak, onları yol kesicilere, yani onları nefsânî câzip tuzaklarla aldatanlara karşı kendilerini daha iyi müdafaa edebilecekleri ilâhî kervanlara, Kur’ân ve İslâm tahsili yapabilecekleri müesseselere kavuşturacağız.
Bu gayretler bizim için de sadaka-i câriye vasfında, ebedî bir ecir olur inşâallah.
Sadece gençlerimiz değil, her mü’min hâlini mîzân için ayna vasfında dostlara ihtiyaç duyar. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
HAKİKAT AYNASI
“İyi dostu olanın, aynaya ihtiyacı yoktur.”
Hadîs-i şerifte;
“Mü’min, (din) kardeşinin aynasıdır. Onda bir ayıp gördüğünde onu düzeltir.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 238) buyurulmuştur. İnsan aynaya, hâlini kontrol için bakar. Saçı, başı, yüzü, gözü temiz ve düzgün mü, kendisini mahcup edecek bir durum var mı diye görmek üzere bakar. Mü’minler; dâimâ birbirlerine hakkı, sabrı, merhameti tavsiye ederek, gördükleri yanlışları elleriyle, dilleriyle düzelterek birbirlerine yardımcı olurlar.
Ancak çoğu kez, mü’minler, birbirlerini îkazdan; “Ayıp olur, utandırmayayım, yanlış anlar, küser, bana mı düştü…” benzeri mazeretlerle kaçınırlar. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Gerçekle yaralanan, kötü huydur.”
Bir ayna ne kadar hakikate sâdık ise, bir mü’min de kardeşinin, kendisi hakkındaki îkāzını öyle değerlendirmeli; nefsini müdafaaya, vesvese ve zanlara düşmemeli; “Beni îkāz ettiğin için teşekkür ederim.” demelidir.
Âyet-i kerîmede şerli bir kimse şöyle vasfedilir:
“Ona; «Allah’tan kork!» denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevk eder. (Kendisine nasihatte bulunulması ağırına gider de daha da günahkâr olur. Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir!” (el-Bakara, 206)
Bir diğer âyet-i kerîmede de;
“…Hatırlatmak, öğüt vermek, mü’min olanlara fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55) buyurulmaktadır. Hayırlı tavsiye ve öğütlerden müstağnîlik taslamak, çirkin bir kibir tezâhürüdür.
Elbette dostları îkāzın da usûl ve edebini gözetmek de bir bahs-i diğerdir. Cenâb-ı Hak bizim zarif bir mü’min olabilmemizi arzu ediyor. Güzel sözle, güzel tavırla, sevdirerek, yaşayarak yaşatarak… Mü’min kendisiyle ülfet edilendir. Dostlarına düşkün olandır. Kolaylaştırandır, güzelleştirendir, sevdirendir. Mevlânâ Hazretleri der ki:
“Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz. Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır.”
Sû-i zanlar, vesveseler, gıybetler, mü’minlerin birbiriyle güzel ve samimî şekilde irtibat kurmadıklarını gösterir. Samimiyetin olduğu yerde bunlar zuhûr edememelidir. Bunun yolu da; mü’minlerin içtimâîleşmesi, hayırlı mevzular etrafında bol bol bir araya gelmesi ve samimî kardeşliğin yaşanmasıdır.
Bu husus da göstermektedir ki;
Müslümanlar kendilerini irşâd edecek, gönül ehli Hak dostları bulmalı ve onların etrafında hâlelenmelidir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
BİR VELÎYE BENDE OL!..
“Hak dostu bir kişiye kul olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir.”
Yavuz Selim Han da;
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…
diyerek bu hakikati bir sultan olarak dile getirir.
Hak dostları; Allah Rasûlü’nün tezkiye vazifesini devam ettiren, tâlip ve müridlerine nefis ve şeytana karşı mücâhede ve mücadeleyi öğreten kâmil mürşidlerdir. Onlar dînin zâhir ve bâtınını ikmâl ederek, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in zamana yayılmış vârisleri olan gönül ehlidir.
Hazret-i Mevlânâ kendisi de böyle bir Hak dostu ile, Şems-i Tebrîzî ile tanışmasıyla «mârifetullah»ta mesafe almaya başlamış, bundan önceki hâlini; «Hamdım» diye tarif etmiştir. Şems Hazretleri’nin rahle-i tedrîsinde pişen Mevlânâ, Rasûlullah Efendimiz’in hakikatine ermiş ve bu tecellî ile; «Yandım» demiştir.
يَا اَيُّهَا الَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖ۪ينَ
“Ey îmân edenler! Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyruğunun tefsiri mâhiyetinde Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.”
Hazret-i Mevlânâ’ya göre; kişi mârifete kendisi eremiyorsa, ehline müracaat etmelidir.
“Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakikat yolunda da büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsâniyet kuyusundan çıkıp Hazret-i Yûsuf gibi bir mânâ padişahı olasın.”
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;
“Bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz.” (en-Nahl, 43) buyurulur. Onlar gönlü, hikmetle buluştururlar. Sır ve muammâları çözerler. Gönüllere inşirah verirler.
“Meryem’in gönlünün yanışıyla; dudağı kurumuş dal, kutlu bir hurma kesildi.”
Dostluğa erenler; katı kalpleri yumuşatırlar, göremeyen gözlerin bağını çözerler, kuru dalların meyve vermesine yardımcı olurlar.
“Katı taş olsan, mermer kesilsen bile; bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.”
Bunun en güzîde misâli; câhiliyye insanından, fazîletler medeniyeti çıkaran Peygamber Efendimiz’dir. Yine asırlardır farklı milletlerin güzergâhı olmuş Anadolu’yu İslâm ile yoğuran ve vatan eyleyen Ahmed Yesevî dervişleri, Yûnuslar, Mevlânâlar, Edebâlîler, Şah-ı Nakşibendler, Hacı Bayramlardır.
Hazret-i Mevlânâ’nın teşbihiyle, tehlikeli dünya yolculuğunda mü’minlerin nefis ve şeytan eşkıyâsına karşı bir araya gelmesi bir kervan teşkil etmesi lâzım olduğu gibi, bu kervanın da bir delili, bir rehberi, bir mürşid-i kâmili olması îcâb eder:
“Kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme. Başsız hareket eden, kuyruk olur.”
«Muhabbetullâh»a ermiş kişileri sevmek, onlara tâbî olmak, şu hadîs-i şerifte de bize telkin edilmektedir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Dâvud –aleyhisselâm- ’ın duâsını bizlere telkin ediyor:
اللّٰهُمَّ اِنّ۪ى أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذ۪ى يُبَلِّغُن۪ى حُبَّكَ
“Allâh’ım, Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim.” (Tirmizî, Deavât, 72)
Bu hadîs-i şerifte, «muhabbetullâh»ın iki vesilesi serdedilmekte:
MUHABBETULLÂH’IN İKİ VESİLESİ
- Hakk’ı seven, Hak dostluğuna eren zâtlarla beraberlik, onların gönüllerinde yer kazanmak…
- Allâh’ın sevgisini bahşedecek amel-i sâlihler işlemek…
İkincisi olmadan birinci madde; kuru kuruya, delilsiz bir sevgi iddiasından ibaret kalır. Sevgi ve muhabbet, tescil ister. Muhabbetin tescili de; sevenin sevdiğine benzemeye çalışması, onunla hemhâl olmasıdır.
Zaman zaman rastlandığı üzere ehlullah hazerâtına muhabbetin, insanı ukbâda şefaate nâil edeceği bekleniyorsa; önce o muhabbetin, dünyada sâlih ameller işlemeye, istikamet üzere bir hayata sevk etmesi beklenir. Matlûp da budur.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Allah ile oturup kalmak isteyen kişi, velîler huzûrunda otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen külli olmayan bir cüz’sün.”
Velîlerin huzûrunda olmak; onların irşad ettikleri şekilde, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde bir hayatı, kuyumcu hassâsiyeti içerisinde yaşamak demektir. Hak dostları, sîmâlarıyla dahî Allâh’ı hatırlatırlar. Peygamber Efendimiz’in vârisi olarak; insanları hayra, sâlih amellere, takvâya çağırırlar.
İcâbet edene ne mutlu!..
Rabbimiz, nefis ve şeytana karşı mücâhedemizde bizleri muvaffak kılsın. İslâm’ı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi yaşayıp yaşatabilme gayretiyle bizleri müşerref kılsın. Bizleri «muhabbetullah»tan, muhabbet-i Rasûlullah’tan ve Hak dostlarının sevgisinden nasipdar eylesin.
Âmîn!..