Sahâbeden Hâtıralar

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Kasım, Sayı: 225

SİRÂC-I MÜNÎR

Hazret-i Âişe Vâlidemiz bir seher vakti bir şey dikiyordu. İğnesini kaybetti. Kandil de sönüverdi. O esnada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içeri girdi ve ev O’nun nûruyla aydınlanıverdi. Hazret-i Âişe de iğnesini buldu. (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 429)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzü, yüzlerin en güzeli ve en nûrânîsi idi.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجًا مُن۪يرًا

(Seni) Allâh’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik.) (el-Ahzâb, 46)

Kur’ân-ı Kerim’de Sirâc / kandil kelimesi, gündüzleri dünyanın en kuytu yerlerini bile aydınlatan güneşi tarif için kullanılmıştır.

Münîr / nurlandıran sıfatı ise, gecenin karanlığında mehtap güzelliğiyle arza latîf bir ışık veren kamerin hâlini beyân eder.

Peygamberimiz için iki kelime birleştirilerek Sirâcen Münîrâ şeklinde ifade buyurulmuştur ki;

Cenâb-ı Hakk’ın insandaki sanat hârikası olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hem gecemizi hem gündüzümüzü en mükemmel şekilde ihyâ ve tenvîr ettiğini ne güzel bildirmektedir.

O nûru Hazret-i Âişe’den başka sahâbîler de tarif etmeye çalıştılar:

NE MÜBÂREK SÎMÂ!..

Medine’de yaşayan yahudi âlimlerinden Abdullah İbn-i Selâm; şehirlerine hicret eden Peygamber Efendimiz’i merak edip görmek istemiş, vech-i mübâreklerine bakınca da, hayran bir şekilde;

“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et‘ime, 1; İkāmet, 174)

Hâris bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mina’da veya Arafat’tayken yanına vardım. İnsanlar etrafını sarmışlardı. O esnada bedevîler geliyor ve Efendimiz’in mübârek yüzünü görünce;

“–Bu mübârek bir yüzdür!” demekten kendilerini alamıyorlardı. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 1148)

Câbir bin Semüre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Mehtaplı bir gecede (…) Rasûlullah Efendimiz’i gördüm. Hangisinin daha güzel olduğunu anlamak için bir O’nun yüzüne bir de aya baktım.

Yemin ederim ki, bence O’nun mübârek yüzü aydan daha güzeldi.” (Tirmizî, Edeb, 47; Dârimî, Mukaddime, 10)

Demek ki;

İnsanın sîreti, sûretine akseder. Yani kişinin iç dünyası ve kalbî âlemi, sîmâsında seyredilir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yüzündeki muhteşem nûrâniyet, O’nun gönül âlemindeki berraklığın bir ifadesidir.

«Evliyâullâh»ın, Hakk’a dost olabilenlerin vasıflarından biri de;

  • Yüzlerine bakıldığında Allâh’ı hatırlatmasıdır. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hak dostlarının zirvesidir.

Fuzûlî ne güzel söylemiştir:

Sûya virsün bâğban gülzârı zahmet çekmesün,

Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su!..

“Bahçıvan gül bahçesini sulamak için zahmet çekmesin! Zira, bin tane gül bahçesi sulasa, Sen’in yüzün gibi bir gül açılmaz!..”

Rasûlullah Efendimiz buyurur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Sâlih ve sâliha kullar, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hâliyle hâllendikleri için, onların da sîmâlarına ömürleri boyunca ve bilhassa yaşlandıkları zaman güzel bir nûr akseder.

Âyet-i kerîmede, Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebilenlerin nişânesi olarak;

“Onların sîmâlarında secde alâmeti vardır.” (el-Fetih, 29) buyurmaktadır.

Hazret-i Âişe, Peygamberimiz’in nûruyla iğnesini bulunca;

“–Yâ Rasûlâllah, yüzünüz ne kadar da nurlu ve aydınlık!” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Kıyâmet günü beni göremeyen kimseye yazıklar olsun!” buyurdu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;

“–O gün sizi kim göremez?” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Cimri!” buyurdu.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-;

“–Cimri kimdir?” diye sordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–İsmimi duyduğunda bana salevat getirmeyen!” buyurdu.1

Şair Kemal Edip, O’ndan bu uzak düşmenin hüsrânını şöyle ifade eder:

İltifâtından uzak düşmesi eyvâh eyvâh!

İki dünyâda yeter gāfile hüsrân olarak…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmak, meccânen yani hiçbir bedel ödemeden nâil olduğumuz en büyük nimetlerden biridir.

Îman nimetiyle beraber, bu muazzam nimetin şükrünü edâ etmemiz gerekir. Bunun şükrü ise;

  • Efendimiz’i çok sevmek, bunun için de O’nu tanımak, O’nun bize getirdiği hayat düsturlarını öğrenmek,
  • O’nun sünnetine, gölgenin gövdeye olan sadâkati gibi tam bir teslîmiyetle ittibâ etmek,
  • O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak, O muazzam ahlâkın hiç değilse eşiğinden nasîb almak,
  • O’nun mübârek ismi zikredildiğinde mutlaka salât ü selâm getirmek,
  • O’nun emânetleri olan Kur’ân ve Sünnet’e hizmet içinde bir ömür sürmektir.

Âyet-i kerîmelerde Efendimiz’in ne büyük bir nimet olduğu ve O’na ittibâın ehemmiyeti şöyle bildirilmiştir:

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ

“Andolsun ki içlerinden bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…” (Âl-i İmrân, 164)

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي
يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ

(Rasûlüm!) De ki:

Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

Sahâbe-i kiram, bu ittibâ emrine harfiyyen uydular.

MİSALLER

Ezvâc-ı tâhirattan yani Efendimiz’in mübârek zevcelerinden Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Kim her gün farzlar hâricinde on iki rekât nâfile kılarsa Allah onun için cennette mutlaka bir ev inşâ eder.» buyurmuştu.

Bu müjdeyi Allah Rasûlü’nden işittiğim günden beri bu namazları hiç terk etmedim.” (Müslim, Müsâfirîn, 103)

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sağlığında rüya görenler, O’na anlatırlardı, ben de bir rüya görmeyi ve O’nu Peygamber Efendimiz’e anlatmayı çok istiyordum.

O zaman bekâr bir kimseydim ve mescidde uyurdum. Bir defasında rüyamda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki, o kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki boynuzu vardı. Bir de ne göreyim, orada kendilerini tanıdığım insanlar var. Ben;

“–Cehennemden Allâh’a sığınırım! Cehennemden Allâh’a sığınırım!” diye haykırdım. O esnada yanımdaki iki meleğe bir melek daha katıldı ve bana şöyle dedi:

“–Sen korkutulmayacaksın!”

Ben bu rüyayı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattı. Rüyayı dinleyen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Abdullah ne güzel, ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!”

Abdullah İbn-i Ömer’in oğlu Sâlim der ki:

“O günden sonra babam Abdullah gecenin ancak az bir kısmında uyurdu.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19)

Sahâbe-i kiram; sadece namaz ve zikrullah gibi ibâdetlerde değil, hayatlarının her safhasında Efendimiz’in mübârek sünnetini ve yüce ahlâkını, karda yürüyen bir kimsenin ayak izlerini takip edercesine bir hassâsiyetle takip ediyorlardı.

DİNLENDİĞİ YERDE BİLE…

Medîne-i Münevvere’ye yaklaşık on kilometre uzaklıkta Muarres isminde bir yer vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sefer dönüşlerinde orada bir müddet istirahat eder sonra Medîne-i Münevvere’ye doğru yola çıkardı.

Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osman da Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine uyarak Mekke’den Medine’ye dönerken orada konaklar, biraz istirahat ederlerdi. Medîne-i Münevvere’ye girmek istedikleri zaman da herkes terkisine bir köle alır ve bu şekilde şehre girerdi.

Bu hâdiseyi nakleden râvî;

“–Bunu tevâzu sebebiyle mi yapıyorlardı?” diye sorunca İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-;

“–Evet. Bir de yaya yürüyenleri hayvanlarına bindirmek ve böylece birtakım krallar gibi olmamak için!” dedi. (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, 10/488, no: 7848)

Zira âyette buyurulur:

“İbâdu’r-Rahmân (rahmetin tecellî ettiği sâdık kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkān, 63)

İslâmiyet’ten önce câhiliyye devrinde, toplumda bir nevi kast sistemi hâkimdi. Köleler, fakirler ve yetimler, insan yerine konmazlardı.

Peygamberimiz, bu telâkkîyi yıkmak için; “Üstünlük takvâdadır.” şuurunu idrâk ettirdi.

  • Köleleri âzâd etmeyi,
  • Hizmetkârlığa devam edenlere insanca muâmele etmeyi, yediğinden yedirip giydiğinden giydirmeyi, zor bir iş verildiğinde yardımcı olmayı tâlim buyurdu.

Sadece kölelere değil; fukarâya, yoksullara, dul ve yetimlere de dâimâ yardım etmeyi, infakta bulunmayı, bütün imkânları onlarla paylaşmayı hattâ onları kendine tercih etmeyi, bu müstesnâ fazîletleri aşıladı, terviç etti.

Günümüzde ise bütün beşerî sistemler, liberalizm, kapitalizm ve benzerleri;

“–Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!” prensibiyle nice haramlara ve zulümlere revaç vermiştir.

Hâlbuki;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’na tâbî olanlar, tamamen adâlet ve merhamet dairesinde insan yetiştirdi. Nitekim bu cihanda sahâbe oldukları gibi, âhirette de O Sirâc-ı Münîr ile beraberliği arzu eden ashâb-ı kiram, Hazret-i Peygamber’e bütün tâlimatlarında derhâl ittibâ etti ve her biri insanlık semâsının yıldızları hâline geldiler.

HEMEN EVLÂDIM!..

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a ganîmetle­rin beşte birinden bir câriye vermişti. Bir müddet sonra Peygamber Efendimiz bütün esirleri âzâd edince Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- onların seslerini işitti;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizi âzâd etti!” diyorlardı.

Hazret-i Ömer;

“‒Dışarıdan gelen bu sesler nedir?” diye sordu. Yanındakiler;

“‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün esirleri âzâd etti.” de­diler.

Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh- oğluna;

“‒Abdullah! Git, Efendimiz’in bana verdiği o câriyeyi âzâd et!” dedi. (Müslim, Eymân, 28. Krş. Buhârî, Meğâzî, 54)

Yine;

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Ebû Ümeyye diye künyelenen bir kölesiyle mükâtebe yapmıştı.

Yani kendini hürriyete kavuşturacak parayı kazanıp taksit taksit getirecekti.

Köle, vakti gelince ilk taksidini getirdi. Ömer -radıyallâhu anh-;

“‒Ey Ebû Ümeyye! Git bu parayla hürriyet bedelini kazan!” buyurdu.

“‒Ey Mü’minlerin Emîri! Son taksidi ödeyince serbest bıraksaydınız!” dediler.

Ömer -radıyallâhu anh- şöyle cevap verdi:

“‒O vakte ulaşamam diye korkuyorum. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

«…Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın! Allâh’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin…»” (en-Nûr, 33) (İbn-i Ebî Hâtim, Tefsîr, 8/2587)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- pek çok seferde kendi hissesine düşen bütün köleleri âzâd etti. Bunu gören ashâb-ı kiram da aynı şekilde davrandılar.

DOYURMAKLA DOYMAK

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rahmet Peygamberi’ydi. Ümmetinin dünyada da âhirette de felâh ve saâdetini büyük bir merhametle arzu ediyordu. Ümmetini doyurmak iştiyâkı, O’na kendi açlığını unutturuyordu. Bir başka ifadeyle O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtacı doyurmakla doyuyordu. İrşad bekleyenleri irşâd etmekle huzur buluyordu.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiçbir zaman sabahtan kalan yiyecekleri akşam için, akşamdan kalanları da sabah için saklamadı. Bir elbiseden iki adet edinmedi. Ne iki gömleği, ne iki ridâsı, ne iki izârı, ne de iki çift ayakkabısı oldu. Evdeyken boş durduğu da hiç görülmemiştir. Ya bir yoksulun ayakkabısını tamir ederdi veya bir kimsesizin elbisesini dikerdi.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Beyrut 1979, I, 200)

Tâbiînin fakîhlerinden Mesrûk -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

“Hazret-i Âişe Vâlidemiz’i ziyaret ettim, bana yemek ikrâm ettirdi ve;

«−Bir yemekten doyduğum zaman içimden ağlamak gelir ve kendimi tutamam.» dedi.

Ben de;

«−Neden?» diye sordum.

Şöyle cevap verdi:

«−Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyadan ayrılıp gittiği ânı hatırlarım, vallâhi O, et ve ekmekten günde iki defa karnını doyurmamıştı.»” (Tirmizî, Zühd, 38/2356)

Bunun sebebi yokluk değildi. Bilhassa Hayber’in fethinden sonra Medine’ye bolluk geldi. Hâne-i saâdete hediyeler ve ganîmetler gelirdi. Lâkin Peygamberimiz ve ailesi derhâl infâk ediyorlardı. Başkalarını kendilerine tercih etme fazîletini, yani îsârı yaşıyorlardı.

Muhatabın hem maddî hem mânevî ihtiyacını görme ve giderme heyecanını şu kıssada görmekteyiz:

Bir sâil Abdullah İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’ya gelerek bir şeyler istedi. Abdullah -radıyallâhu anh- ona;

“−Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hazret-i Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şahâdet ediyor musun?” diye sordu.

Sâil;

“−Evet!” dedi.

“−Peki Ramazan orucunu tutuyor musun?”

“−Evet!”

Bunun üzerine Abdullah -radıyallâhu anh-;

“−Sen bir şey istedin, isteyenin hakkı vardır. Sana yardım etmek de bizim boynumuza borçtur.” diyerek adama bir elbise verdi. Daha sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti:

“Herhangi bir müslüman diğer bir müslümana bir elbise giydirirse, kardeşinin sırtında o elbiseden bir parça bulunduğu müddetçe veren kimse Allâh’ın himâyesinde olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 41/2484)

Sahâbenin cömertliği ve ikrâmı husûsunda çok sayıda kıssalar bize intikal etmiştir:

Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin ve Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhüm-, hac için Medîne-i Münevvere’den yola çıkmışlardı. Yolda eşyalarını kaybettiler, aç ve susuz kaldılar. Çölde bir çadır görüp yanına yaklaştılar. Çadırda sadece yaşlı bir kadıncağız vardı. Kadına içecek bir şeyi olup olmadığını sordular.

Kadın;

“–Bir koyunum var, sütünü sağıp için.” dedi. Sütü sağıp içtikten sonra aç olduklarını, yiyecek bir şey olup olmadığını sordular.

Kadın;

“–Bu koyundan başka bir şeyimiz yok, kesin de size pişireyim.” dedi. Koyunu kesip yediler. Oradan ayrılacakları sırada;

“–Biz Kureyş kabîlesindeniz; hacca gidiyoruz, sağ sâlim Medine’ye dönersek bizi bulmayı ihmâl etme! Yaptığın iyiliğin karşılığını vermek isteriz.” dediler.

Akşam kadının kocası eve gelip durumu öğrenince karısına kızarak;

“–Bilmediğin kimselere koyunu nasıl yedirdin! Kureyş’ten birkaç kişi, diyorsun. Bu şekilde onları nasıl bulabiliriz?” diye söylendi.

Bu aile bir zaman sonra Medine’ye göç etmek durumunda kaldı. Etraftan tezek toplayıp satarak geçimlerini temin ediyorlardı. Bir gün Medine sokaklarından geçerken Hazret-i Hasan’ın evine tesadüf ettiler. Kapının önünde oturmakta olan Hasan -radıyallâhu anh- kadını tanımış, fakat kadın kendisini tanıyamamıştı. Hazret-i Hasan hemen yanlarına yaklaşıp yaptıkları iyiliklerini hatırlatarak kadına pek çok altın ve koyun vererek Hazret-i Hüseyin’e gönderdi. O da aynı şekilde hediyelerle ikramda bulunduktan sonra Hazret-i Câfer’e gönderdi. O ise Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in verdiklerinin iki mislini vererek;

“–Önce onlara uğradığınız iyi olmuş… Çünkü önce bana gelmiş olsaydınız onlar zor durumda kalırlardı.” dedi. (Bkz. Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, 463-464)

İNFAK ÂDÂBI

Rasûlullah Efendimiz; infâkı ve ikrâmı öğrettiği gibi, onun âdâbını da öğretirdi.

Bir gün Âişe -radıyallâhu anhâ-, kokusu biraz değişmiş bir eti sadaka olarak vermek istemişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“Kendin yemediğin bir şeyi mi tasadduk edeceksin?!.” buyurdu. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, 3/113)

Yine Âişe Vâlidemiz, Allah Rasûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, onu yoksullara verelim mi?” diye sormuştu.

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Onlara kendi yemediğiniz şeyleri vermeyiniz!” buyurdular. (Ahmed, VI/105)

Rasûlullah Efendimiz; nâil olunan nimetlerin israf ve pintilikten muhafaza edilerek, infâk ile bereketleneceğini öğretti.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün eve girdi ve yere düşmüş bir ekmek parçası gördü. Hemen onu alıp sildi ve yedi. Sonra şöyle buyurdu:

“–Ey Âişe! Nimete saygı göster. Eğer o bir kavmi terk edip giderse bir daha onlara geri dönmez.” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 52)

Zamanımızda yaşanan iktisâdî krizlerin sebepleri üzerinde tefekkür etmek îcâb eder.

  • İsraftan ne kadar uzak durabiliyoruz?
  • Kendimize ne kadar, kendimizden başkasına ne kadar sarf edebiliyoruz?

DARLIKTA DA VARLIKTA DA…

Peygamberimiz’in öğrettiği hususlardan biri de, infâkın sadece zenginlere mahsus bir keyfiyet olmadığıydı. Ümmetinin -zengin olsun fakir olsun- her ferdinin infak ve ikram heyecanını yaşamasını arzu ederdi.

Bir gün şöyle buyurdu:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.”

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını sadaka olarak vermiş oldu.)

Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- malını Allah yolunda infâk etmekle meşhurdu. Rahmet rüzgârları gibi her yöne hayır saçar, bir gün tasaddukta bulunur, ertesi gün köle âzâd eder, diğer gün fakir ve yoksulları doyurur, böylece vermek üzerine kurulu bir hayat yaşardı. Bir gün bir zât Hazret-i Osman’a gelerek;

“–Ey mal sahibi zenginler! Bütün hayrı alıp götürdünüz; malınızdan tasaddukta bulunuyor, köle âzâd ediyor, hacca gidiyor ve infâk ediyorsunuz!” dedi.

Hazret-i Osman;

“–Siz gerçekten bize gıpta ediyor musunuz?” diye sordu. O zât;

“–Evet, vallâhi size gıpta ediyoruz!” dedi.

Bu sefer Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:

“–Allâh’a yemin ederim ki bir kimsenin zorluk çekerek infâk ettiği bir dirhem, çok malın bir kısmından infâk edilen on bin dirhemden daha hayırlıdır.” (Beyhakî, Şuab, 3/251)

Hazret-i Osman; çok infâk ettiğine güvenmiyor, tevâzu ve mahviyet içinde amelini az görerek infâka devam ediyordu.

Bu hakikatin bir başka tablosu şudur:

Ubeydullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bir sefere çıkmıştı. Yanında âzâd etmiş olduğu hizmetçisi vardı. Yolda bir bedevînin evini gördüler. Ubeydullah -radıyallâhu anh- hizmetçisine;

“–Şu eve gitsek nasıl olur? Oraya misafir olur, geceyi de orada geçiririz.” dedi. Gittiler. Ubeydullah Hazretleri son derece güzel ve yakışıklı bir kişiydi. Bedevî onu görünce çok sevindi. Hanımına;

“–Bugün bize çok şerefli bir kişi misafir geldi.” dedi. Bedevî onları ağırladı ve hanımına;

“–Misafirlerin için akşam yemeği var mı?” dedi.

Hanımı;

“–Yok, sadece sütü sebebiyle küçük kızının hayat kaynağı olan şu koyun var.” dedi.

“–Onu kesmemiz lâzım.”

“–Kızını öldürecek misin?”

“–Velev kızımız ölecek bile olsa, koyunu kesmemiz lâzım!”

Sonra bedevî koyunu ve bıçağı alıp şu recezi söylemeye başladı:

Ey komşularım, kızımı uyandırmayın!

Eğer onu uyandırırsanız hıçkırıklarla ağlar ve bıçağı elimden çekip alır.

Sonra koyunu kesti, etiyle yemek hazırlayıp Ubeydullah Hazretleri’yle hizmetçisine ikrâm etti. Ubeydullah -radıyallâhu anh-; bedevînin, hanımına söylediklerini ve aralarında geçen konuşmayı işitmişti. Sabaha çıktığında hizmetçisine;

“–Yanında para var mı?” diye sordu.

O da;

“–Evet, yol masraflarımızdan geriye kalan beş yüz dinar var.” dedi.

Ubeydullah -radıyallâhu anh-;

“–Onu bedevîye ver.” dedi.

Hizmetçi;

“–Sübhânallah! Ona beş yüz dinar mı veriyorsun?!. Hâlbuki o senin için beş dirhemlik bir koyun kesti.” deyince de şu karşılığı verdi:

“–Yazıklar olsun sana!

Vallâhi o bizden daha sehâvetli ve daha cömerttir. Biz ona sahip olduğumuz malın bir kısmını verdik; o ise bize malının tamamını cömertçe harcadı, bizi kendi tatlı canına ve çocuğuna tercih etti, büyük bir îsârda bulundu.” (İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, 37/ 483-484)

Cenâb-ı Hak; gecemizi ve gündüzümüzü, bütün hayatımızı, Sirâc-ı Münîr olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’in nûruyla nurlandırsın.

Efendimiz’e en güzel şekilde ittibâ edip, O’nun muhteşem ahlâkından nasipdâr olabilen bahtiyarlardan eylesin!..

Âmîn!..

Dipnotlar

1 Şemsüddîn Ebü’l-Hayr Muhammed b. Abdurrahman es-Sehâvî, el-Kavlü’l-bedî‘ fi’s-salâti ale’l-Habîbi’ş-Şefî‘ (Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, ts.), 153.