Sahâbeden Bizlere İntikal Eden Fazîlet Hâtıraları -1 (Kur’ânî Tâlimatlar 47)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Kasım, Sayı: 213

ZİRVE ÖRNEKLER

Kıyâmete kadar örnek alınacak en güzîde toplum; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e cân u gönülden itaat ve teslîmiyet göstererek, ahlâk, fazîlet ve medeniyette zirveleşen asr-ı saâdet toplumudur.

Ashâb-ı kiram, nasıl ki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rahle-i tedrîsi önünde muhabbetle diz çökmüş talebeleriyse; bizler de ashâbın muhatap olduğu aynı âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere 14 asır sonra muhatap olan, Allah Rasûlü’nün âhirzamandaki ümmeti ve talebeleriyiz.

Bugün artık «sahâbî» olma imkânımız bulunmuyor. Fakat Peygamber Efendimiz’i ve O’nun yetiştirdiği güzîde ashâbını kendimize fiilî kıstas almakla Allâh’ın rızâsına nâil olabiliriz. Zira Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen; «Muhâcirler ve ensâra güzelce tâbî olan ihsan sahipleri»nden olma imkânı, bütün ümmet-i Muhammed için kıyâmete kadar bâkîdir.

Toplumlar, felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin rûhuyla selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan; Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yoğrulup ilâhî hakikatlerle kemâle ermiş olan takvâ sahibi âlim ve âriflerin rûhudur.

Bilhassa;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde yetişen sahâbe-i güzîn, fazîletler medeniyetinin en güzel nümûneleri oldular.

İmam Karâfî’nin dediği üzere:

“Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, (câhiliyye karanlığının derinliğinden çekip zirve bir medeniyetin yıldızları hâline getirdiği) sahâbe nesli, Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata yeterdi.”

Çünkü;

Sahâbedeki fazîletler, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den akislerdir.

Zira ashâb-ı kiramda; Allah, kâinat ve nefis üzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Güneşi, küçük bir aynada seyreder gibi; Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, biricik gayeleri oldu. Riyâzat hâli yaşandı. Aşırı tüketim, moda, oburluk, lüks ve gösteriş; sahâbî çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı oldu. «Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» telâkkîsi gelişti.

Onların;

NAMAZLARI FAZÎLETLİ İDİ.

Fetih Sûresi’nin son âyetinde sahâbe-i kirâmın güzel vasıfları namaz etrafında şöyle ifade edilmiştir:

“Onları (dâimâ) rükû ve secde ederken görürsün.

(Dâimâ) Allah’tan fazl (fazîlet, lütuf) ve rızâ isterler.

Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir…”

Sahâbenin;

  • Rasûlullah Efendimiz’e hizmet aşkına,
  • O’nunla iki cihanda beraberlik iştiyâkına ve
  • Bunun en mühim vesilesi olarak namaza sarılmalarına şu kıssa ne güzel bir misaldir:

Rebîa bin Kâ‘b (Ebû Firâs) -radıyallâhu anh- adlı bir sahâbî anlatır:

“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yakınında geceler, ona abdest suyunu getirir ve diğer ihtiyaçlarını görürdüm. Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;

«–İste! (Vereyim.)» buyurdu.

Ben de;

«–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedim.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–(Benden çok zor bir şey istedin.) Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.

Bu sefer ben;

«–Dileğim ancak budur!» dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500)

Sahâbenin namaz aşkına sayısız misaller vardır. Onlar cemaati kaçırmamak için, hasta dahî olsalar arkadaşlarının omuzları arasında Mescid-i Nebevî’ye gelirlerdi.

Âmâ sahâbî Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Ben yaşlı ve gözleri âmâ bir kişiyim. Medine’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. Beni getirecek bir kimsem de yok. Benim cemaate çıkmayıp evde namaz kılmama izin var mı?” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Sana mazeret bulamıyorum. Hayya ale’s-salâh ve hayya ale’l-felâh’ı işitiyorsan, durma mescide gel!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553; İbn-i Mâce, Mesâcid, 17)

Bir rivâyette şöyledir:

“–Emekleyerek de olsa (yani bütün zor şartlara rağmen) cemaate devam et!” (Heysemî, II, 42)

Bu terbiye içinde yetişen Medineli meşhur yedi fakih tâbiînden biri olan Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh- bir gün camiye girdi, bir de baktı ki, cemaatle namazı kaçırmış, cemaat selâm vermiş. Nedâmet içinde;

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“…Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) dedi.

Hâlbuki bu ifadenin, vefat ve benzeri büyük kayıplar karşısında söylenmesi usûldür. Fakat o zât, bir vakit cemaati kaçırmayı böyle büyük bir kayıp olarak gördü de Cenâb-ı Hakk’a bu duâ ile ilticâ etti. O mânevî kaybın feryâdı tâ çarşıdan duyuldu. (Bkz. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, I, 381)

KIYMETLİ KÖLE

Medine çarşısına güçlü, kuvvetli bir köle gelmişti. Almak için tâlibi çoktu.

Fakat kölenin, kendisini satın almak isteyenlere, her türlü hizmet mukabili tek şartı vardı. Üzerine düşen hizmetleri fazlasıyla yapacağına dair söz vererek şu hususta tek bir talepte bulunuyordu:

“–Ezân-ı Muhammedî okununca gideceğim, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında namaz kılacağım. Hizmetime mukabil tek şartım bu!”

Nihayet bu şartı kabul eden birine satıldı. Köle, beyan ettiği üzere hizmette kusur etmiyordu ve namaz vakitlerinde de mutlaka Mescid-i Nebî’de Hazret-i Peygamber’in ardında saf tutuyordu.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bu, «namaz ve Peygamber âşığı hizmetkâr» arasında muhabbetle dolu öyle bir cereyan hattı meydana gelmişti ki; Rasûlullah Efendimiz, mescide her gelişinde gönlüyle ve gözleriyle onu arıyordu. Aralarında sanki bambaşka bir cezb ve incizab hâli vardı. Bir gün onu göremeyince, sahibine, kölenin koştuğu şarta riâyet edip etmediğini de takip etmek için sordu:

“–Kölen nerede efendi?”

Sahibi cevapladı:

“–Yâ Rasûlâllah, o hasta.”

Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Haydi hep birlikte o köleyi ziyarete gideceğiz.” buyurdu.

Böyle bir şey, o zamana kadar görülmüş değildi. O devrin, hele ki câhiliyye insanlarına göre bir köle alt tabakanın da alt tabakasıydı. Neredeyse diğer mahlûkattan farklı görülmezdi.

Mü’minlerin kardeş olmasını, aralarında takvâdan başka bir üstünlük kalmamasını hedefleyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu mâneviyatlı köleye büyük bir iltifat ve alâka göstermekteydi.

O bahtiyar kul, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ziyaretinden bir müddet sonra yine bir gün mescide gelemedi. Onu Ravza’da göremeyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine, onun sahibine sordu:

“–Efendi, kölen nerede?”

Adamcağız üzüntüyle;

“–Yâ Rasûlâllah, sekerât-ı mevt hâlinde… Öldü ölecek…” diye cevap verdi.

Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu defa da;

“–Haydi hep birlikte yine kölenin yanına gideceğiz.” buyurdu.

Yine ashâb-ı kirâmı topladı, kölenin yanına gittiler. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kölenin yanından ayrılmadı. Köle rûhunu teslim etti, yine yanından ayrılmadı. Defnedilene kadar yanında durdu.

Bu hâdise karşısında muhâcirîn-i kiram dedi ki:

“–Biz bu kadar iltifat görmedik.”

Ensâr-ı kiram da aynı şekilde;

“–Biz de bu kadar iltifat görmedik.” dedi.

O zaman şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız, yani O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

O mübârek köleyi bu mazhariyete nâil eyleyen, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbeti ve cemaatle namaza olan iştiyâkıydı.

Benzeri bir başka fazîlet tablosu:

Mü’mine siyâhî bir hanım, mescidin kumlarını temizler, yıkardı.

Bir gün Efendimiz onu Ravza’da göremeyince;

“–Nerede bu kardeşiniz?” diye ahvâlini sordu.

“–O vefât etti.” dediler. Onu (Peygamberimiz’e vefâtını haber verilecek kadar) mühim görmemişlerdi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenazesine katılamadığı için müteessir oldu;

“–Niye bana haber vermediniz?” dedi. Kabrini sordu, kabrine gitti, cenâze namazını kıldı. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Ardından şöyle buyurdu:

“Bu kabirler orada yatanlar için zifirî karanlıktır. Üzerlerine kılacağım namaz sebebiyle Allah Teâlâ onların kabirlerini nurlandırır. (Yani sadece namazını kıldığım kişi değil, etrafındakiler de bu duâdan huzur bulur.)” (Müslim, Cenâiz, 71)

Sahâbenin namaz iştiyâkına daha birçok misal vardır:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; yaralıyken kendisine seslenildiğinde işitmedi, ancak;

“–Yâ Ömer namaz!” denilince derhâl kendine geldi ve şöyle dedi:

“–Namazı olmayanın İslâm’da yeri yoktur!”

Sonra da kanlar içinde kalkıp namazını edâ etti. (Heysemî, I, 295)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ayağına saplanan bir oku, o namazdayken çıkardılar. Namazda öyle bir vecd ve istiğrak hâlinde idi ki, bu acıyı hissetmedi. (Deylemî, İrşâdü’l-Kulûb, II, 22)

Kur’ân-ı Kerim, birçok âyet-i kerîme ile namazı en güzel şekilde edâya teşvik etti. Namazın seviyesini yükseltmek için şöyle buyurdu:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin!..” (el-A‘râf, 31)

Kur’ân kıssalarında da namazın ehemmiyeti bildirildi. Meselâ Hazret-i Meryem’e şöyle emredildiği beyan buyurularak, hanım ve kız evlâtların namaz terbiyesinde bir nümûne takdim edildi:

“Ey Meryem! Rabbine ibâdet et; secdeye kapan, (O’nun huzûrunda) rükû edenlerle beraber sen de rükû et!..” (Âl-i İmrân, 43)

Cenâb-ı Hak, bizden huşû ile kılınan bir namaz istiyor. Huşû ile kılanların kurtuluşa erdiğini beyan buyuruyor.

Namaz, Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde zekât ile beraber zikredilmiştir. Sahâbe; cömertlikte, merhamette ve infakta da Efendimiz’e sadâkatle ittibâ hâlindeydi.

İNFAKLARI FAZÎLETLİ İDİ.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre; bir adam Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben açım.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler yollamasını istedi. Fakat mü’minlerin annesi;

“–Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok!” dedi.

Diğer hanımlarının da aynı durumda olması üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına dönerek;

“–Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister?” diye sordu.

Ensardan biri;

“–Ben misafir ederim, yâ Rasûlâllah!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü.

Eve varınca hanımına;

“–Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hanımı;

“–Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” dedi.

Sahâbî;

“–Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafir içeri girince de lâmbayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım.” dedi.

Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar.

Sabahleyin o sahâbî, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allah Teâlâ ziyâdesiyle memnun oldu.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10; Müslim, Eşribe, 172)

Sahâbe varlıkta da yoklukta da infâk etme fazîletinden ayrı düşmüyordu.

Varlıklı sahâbîler; 600 hurma ağacıyla dolu, içinde tatlı su kaynaklarının olduğu bahçelerini infâk ederken, Tebük gibi seferberliklerde yüzlerce deve, binlerce dinarı cömertçe ikrâm ederken;

Fakir sahâbîler de, infâk âyetlerinin şümûlüne girebilmek için, dağlardan odun topladılar, bahçelerde yevmiyeli işler yaptılar, kazançlarından infâk etmenin hazzını yaşadılar.

Cömertlik ve infak, Hazret-i Ebûbekir’de zirve idi. Efendimiz isteyince, Hazret-i Sıddîk malının tamamını götürüp infâk ediyordu.

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde şöyle cevap verdi:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11)

Fazîlet dolu sahâbîler, sadece mallarıyla değil canlarıyla da ikram hâlinde idiler.

Onlar;

Cenâb-ı Hakk’ın «Rahmân ve Rahîm» esmâsından bir nasîb alabilmenin gayreti içinde idiler.

SADÂKAT FAZÎLETİ

Adal ve Kāre kabîleleri, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine İslâm’ı öğretecek muallimler istemişlerdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onlara on kişilik bir muallim heyeti gönderdi. Kafile Recî mevkiine varınca tuzağa düşürüldü, heyettekilerin sekizi şehîd edildi, ikisi de esir alınıp Mekkeli müşriklere teslim edildi.

Esir edilen sahâbîler Zeyd ve Hubeyb -radıyallâhu anhümâ- idi. İkisi de zâlim müşrikler tarafından şehîd edildi. Şehîd edilmeden evvel her birine farklı farklı yerlerde;

“–Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye soruldu. İkisi de bu tâlihsiz soruyu soran müşriğe acıyarak baktı ve;

“–Benim çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, şu an bulunduğu yerde O’nun ayağına diken batmasına bile asla gönlüm râzı olmaz.” cevabını verdi.

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında hayretten donakalan Ebû Süfyan;

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar önderlerini seven başka bir topluluk asla görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360-362; İbn-i Sa‘d, II, 56)

Müşrikler, Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın yanına gittiler. Ona, dîninden vazgeçerse kurtulacağını söylediler. O ise;

“–Dünyayı verseniz bile dînimden dönmem!” dedi.

Şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu vardı:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir gönül selâmı gönderebilmek!..”

Lâkin kiminle gönderebilirdi ki! Etrafı gözü dönmüş müşriklerle doluydu! Gözlerini mahzun bir şekilde semâya kaldırdı ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!”

O sırada ashâbıyla Medine’de olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“–Ve aleyhi’s-selâm: Onun üzerine de selâm olsun!” buyurduğunu, etrafındakiler duydular.

Ashâb-ı kiram hayretle sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına.” buyurdu.

Nihayet kâfirler her iki sahâbîyi de ağır işkenceler altında şehîd ettiler. Şehîd edilirken Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın söylediği şu söz ashâbın fazîletine ne muazzam bir misaldir:

“–Müslüman olarak öldükten sonra, şöyle veya böyle ölmek ne gam!..” (Bkz. Buhârî, Megâzî, 10; Vâkıdî, Megâzî, s. 280-281)

Bir başka sadâkat nümûnesi:

Uhud’dan sonra Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâbını, düşmanı takibe çağırmıştı.

Birisi ağır, iki yaralı sahâbî, Efendimiz’in davetine mukabil, geride kalmamak için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, O’nun davetine icâbet ettiler.

Onlar Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ- idi. Şöyle diyorlardı:

“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. (Biz mâzuruz. Fakat bu fazîletten geri kalmayalım.) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.”

Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)

Sahâbe hanımlar da, fazîlet yarışında beyleri ve evlâtlarından geri kalmıyorlardı.

FAZÎLET SAHİBİ HANIMLAR

Kâ‘b’ın kızı Nesîbe -radıyallâhu anhâ-, müslümanlarla birlikte Uhud Gazâsı’na iştirak etmişti. Kendi elleri ile hazırladığı kaplarla yaralılara su taşırken, müslümanların bozguna uğrayarak dağıldığını gördü. Bunun üzerine derhâl Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına koştu. Atılan ok ve taşlara kendini hedef yaparak bütün gayret ve cesaretiyle Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kendini siper etti. Bu fedâkârlığı sırasında atılan ok ve taşlarla on iki yerinden yaralandı.

Onun bu hâlini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurarak takdir ve taltif etti:

“Harp esnasında sağıma-soluma döndükçe hep Ümmü Umâre (Nesîbe)’nin yanı başımda çarpıştığını görüyordum.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 479)

Ensardan Afrâ Hatun -radıyallâhu anhâ- üç evlâdını birer İslâm kahramanı mücâhid olarak yetiştirmişti. Onlar Bedir Harbi’nde cengâverce harp ettiler. Allah ve Rasûlü’nün düşmanı Ebû Cehil’in bertaraf edilmesinde büyük hizmet verdiler.

Bu üç şecaat sahibi bahâdır evlâttan ikisi; Bedir’de, şehidlik mertebesine kavuştular.

Afrâ Hatun -radıyallâhu anhâ- iki oğlunun şehîd olduğunu haber alınca Allâh’a hamd etti. Diğer oğlunun onlarla birlikte şehîd olamayışına üzüldü. Onun, kardeşlerinden geri kaldığı endişesini hissetti. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise onu tesellî etti. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, V, 507)

Evlâdına büyük bir şefkat beslemek, fıtratının îcâbı olan bir annenin bu hâli, âhirete ne kadar derin ve yakîn içinde îmân ettiğinin nişânesidir. Dünya ve fânî ömür, onların gözünde küçülmüş, esas hayat olan âhiret ise yegâne hakikat hâlini almıştır.

Bu şuurun bir başka muhteşem tezâhürü:

Uhud günü Medine bir şâyia ile çalkalandı. “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar Arş’a dayandı. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensardan Sümeyrâ Hatun’a; iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği hâlde o mübârek hanım bunlara hiç aldırmıyor, büyük bir endişeyle kendisini asıl kaygılandıran husûsu soruşturuyordu:

“–Allah Rasûlü’ne bir şey oldu mu?” deyip duruyordu.

Sahâbe-i kiram cevâben;

“–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.

Sümeyrâ Hatun;

“–O’nu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh’ın Rasûlü’nü gösteriniz!” dedi.

Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve;

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 51; Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Bir başka fazîlet timsâli sahâbî hanım Hansâ Hatun, dört oğlu ile birlikte Kādisiye Muharebesi’nde bulunmuştu. Harpten önceki akşam evlâtlarına şöyle nasihat etti:

“–Evlâtlarım! Siz kendi isteğinizle müslüman oldunuz. Kendi irade ve ihtiyârınızla vatanınızı bırakıp buraya geldiniz… Siz de bilirsiniz ki Cenâb-ı Allah, kâfirlerle muharebe eden mü’minlere ne kadar büyük mükâfatlar hazırlamıştır. Mâlûmunuz olsun ki; bâkî olan âhiret yurdu, fânî olan dünya evinden daha hayırlıdır. Cenâb-ı Hak;

«Ey mü’minler! Sabredin, (düşmanlarınıza karşı) sebat gösterin, (cihâd için) hazır ve râbıtalı bulunun, (nöbet tutun). Allah’tan korkun, (O’nun emir ve yasaklarını gözetin) ki felâh bulasınız.» (Âl-i İmrân, 200) buyuruyor.

O hâlde inşâallah yarına sağ çıktığınız takdirde gözünüzü açarak ve Allah’tan düşmanlarına karşı yardım dileyerek muharebeye girişin. Eğer harbi kızışmış ve şiddetlenmiş görürseniz ta ortasına yönelip düşman askerlerinin hiddet ve şiddet vaktinde reisleriyle çarpışın. Zafere nâil olur, ganîmet alır ve cennet-i
âlâ’da da ikram görürsünüz.”

Ertesi gün sabahleyin oğulları analarının bu nasihatini tutarak harbe girişti ve büyük bir cengâverlikle vuruşarak dördü birden şehîd oldu. Evlâtlarının şehîd olduğu haberi kendisine ulaşınca, Hansâ Hatun;

“Beni evlâtlarımın şehâdeti ile şereflendiren Allâh’a hamdolsun! (Ne mutlu ki mahşer günü, dört şehîd annesi olarak haşredileceğim!) Yüce Rabbimden beni onlarla, nihayetsiz olan rahmetinde birleştirmesini niyâz ediyorum.” diye şükür ve duâ etti. (İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstîâb, IV, 1827-29)

Sahâbe hanımlarının can, mal ve evlâtlarından yaptıkları bu fedâkârlıkları, tarih boyunca sâliha hanımlar da devam ettirdiler.

Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun, Mekke sâkinlerinin ve Arafat’ta hacıların su ihtiyacı için, ismiyle anılan kanalı yaptırdı. Zamanla eskiyen kanal, masrafları Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan tarafından karşılanarak, yeniden inşâ edildi.

Osmanlı’da sadece kayıtlara geçmiş olan hanımlara ait 1.400 vakıf vardır.

Bilhassa hanım sultanlar, hayrât yarışında en önde oldular. Üsküdar ve benzeri birçok yerde iki minareli camiler ve etrafındaki büyük külliyeler bu hanım sultanların hâtıralarıdır.

Batı saraylarındaki prensesler ve kraliçeler mücevherat ve hulliyat düşkünlükleriyle meşhurdur. Bugün Topkapı Sarayı’na baktığımız zaman, Osmanlı sultan hanımlarına ait pek az mücevher görürüz. Onlardan kalan esas mânevî mücevherler; inşâ ettikleri camiler, medreseler, hamamlar, dergâhlar, aşevleri ve dâruşşifâlardır. Elde ettikleri bâkî nişanlar da -inşâallah- âhirette erişecekleri büyük ecirlerdir.

Bu hayır-hasenat yarışının geniş ufkuna birkaç misal verelim:

Bezmiâlem Vâlide Sultan, Şam’da kurduğu bir vakfında şu tâlimâtı vermiştir:

“Şam’ın tatlı suyu, develerle Haremeyn’e taşınacak. Atşân (susamış) huccâca Şam’ın tatlı suyu içirilecek.”

Bu vakfın bir başka gayesi ve hizmet sahası da şudur:

Hizmetkârların çalıştıkları evlerde yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları tazmin etmek. Böylece, onların haysiyetlerinin rencide edilmemesini temin etmek.

Hatice Turhan Sultan; inşâsını tamamladığı Yeni Cami’nin çeşmelerinden kandil günlerinde, devrin en kıymetlisi olan Trabzon balıyla, Uludağ’dan getirilip kar kuyularında saklanan karlarla hazırlanmış şerbetlerin ikrâm edilmesini vakfetmişti.

Zamanımızda bilhassa hanımlar arasında yaygın olduğu ifade edilen; modalar, lüks ve marka giyinmek gibi isrâfa düşüren alışkanlıklar, Osmanlı hanımlarının tanımadığı bir hayat tarzıydı…

Onların tek gayesi, kıyâmette Rasûlullah Efendimiz’le, O’nun mübârek hanımları Hazret-i Hatice, Hazret-i Âişe Vâlidelerimiz’le beraber olmaktı.

Bu ve benzeri hasletler, İslâm ahlâkının yaşanmasıyla hâsıl olan; diğergâm bir insan, kardeşinin derdiyle dertlenen hassas bir mü’min olabilmenin neticesidir.

Cenâb-ı Hak, asr-ı saâdetin muhteşem fazîletlerinden bizleri de hisseyâb eylesin. O rûhâniyetten nasipdâr kılsın.

Âmîn!..