Rasûlullâh’ın Emanetleri

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2014 Ay: Ekim Sayı: 97

Efendim; Seyyidlik hakkında bizleri bilgilendirebilir misiniz?

Lügatte “efendi, bey, ileri gelen, reis” gibi mânâlara gelen seyyid kelimesi, İslâm kültüründe Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in pâk nesline mensup kimseleri ifâde eder.

Yani seyyidler, Fahr-i Kâinât Efendimizʼin mübârek torunlarıdır… Nebevî ahlâk, ilim, irfan ve fazîletlerle yoğrularak Ehl-i Beyt şahsiyeti kazanmış, mümtaz/seçkin kimselerdir… Onlar, Hazret-i Peygamber’e muhabbet ve bağlılıkta numûne-i imtisâl olan güzîde şahsiyetlerdir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, torunu Hazret-i Hasan’a toplumun efendisi mânâsında “Seyyid” unvânını bizzat vermiş[1], Hazret-i Hasan ve Hüseyin Efendilerimizʼin; “Cennet gençlerinin iki efendisi” olduğunu bildirmiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 31)

Bütün İslâm toplumlarında, Allah Rasûlü’nün pâk neslinden gelenlere gerekli nezâket ve hassâsiyetin gösterilmesi ve kendilerine saygıda kusur edilmemesi, mühim bir düstur olmuştur.

Halifeliği döneminde Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın Bedir Savaşı’na iştirak eden sahâbenin çocuklarına ikişer bin dirhem tahsis ederken Hazret-i Hasan ile Hüseyin’e beşer bin dirhem tahsis etmesi “Seyyid” ve “Şerîf”lere[2] gösterilen hürmet ve imtiyâzın temelini oluşturmaktadır.[3]

Yine Ömer bin Abdülazîz, gerek Medîne valiliği sırasında, gerekse halîfeliği esnâsında seyyid ve şerîflere özel alâka göstermiştir. Onların her türlü taleplerini büyük bir edep ve hürmetle karşılamıştır. Böylece onların, müʼmin gönüllerdeki müstesnâ mevkîlerine lâyık bir şekilde yaşamaları için büyük titizlik göstermiştir.

İslâm tarihine bakıldığında da, Seyyid ve Şerîf’lere yönelik hizmetleri îfâ etmek için “Nakîb[4], “Nakîbü’l-Eşrâf” veya “Nakîbü’n-Nükabâ” adı verilen vazifelilerin tayin edildiği görülmektedir.

Allâh’a muhabbet, sevme fiilinde nihâî bir zirvedir. Bu zirveye ulaştıran bir önceki zirve ise, yaratılışımıza vesîle olması sebebiyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbettir. Muhabbet-i Rasûlullah ile yoğrulan gönüller de, muhabbetin tabiî bir gereği olarak Efendimiz’e yakınlığı olan herkesi, özellikle de Oʼnun torunlarını büyük bir hürmetle sever.

Nitekim Zeyd bin Erkam -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in, bizlere şu emri verdiğini nakletmektedir:

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke ile Medîne arasındaki Hum suyu başında ayağa kalkarak bize bir konuşma yaptı. Allâh’a hamd ü senâdan sonra bize nasihatte bulundu. Sonra da şöyle buyurdu:

«–Ey insanlar! Ben de bir insanım. Yakında Rabbimin elçisi bana da gelecek ve ben O’nun dâvetine icâbet edip gideceğim. Size iki mühim şey bırakıyorum. Biri; insanı doğruya götüren bir rehber ve nûr olan Allâh’ın kitâbı Kur’ân’dır. Ona yapışın ve sımsıkı sarılın!..»

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân-ı Kerîm’e bağlılık hususunda bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

«–Size bir de Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum. Allah’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin! Allah’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin!»” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 36)

Zira Ehl-i Beyt’e muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini celb eder. Nitekim diğer bir hadîs-i şerîflerinde de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz için; “Bunlar benim oğullarım ve kızımın oğullarıdır. Allâh’ım ben onları seviyorum. Sen de onları sev, onları sevenleri de sev.” (Buhârî, Menakîb, 27) buyurması, bu hakîkatin ifâdesi mâhiyetindedir.

Ecdâdımız Osmanlı ise, Peygamber Efendimiz’e olan eşsiz tâzim, hürmet ve muhabbetleri dolayısıyla seyyidlere “emîr”, başlarına sardıkları yeşil sarığa da “emîr sarığı” demişlerdir. Seyyidlerin işleriyle meşgûl olmak için, yine Peygamber Efendimiz’in neslinden seçilen Nakîbü’l-Eşrâf, Ehl-i Beyt’in her türlü işlerine bakmış; neseplerini kaydetmiş, doğumlarını ve vefatlarını deftere geçirmiş, onların gelişigüzel mesleklere girmelerine mânî olmuş, fey[5] ve ganimetlerden kendilerine âit hisseleri alıp aralarında dağıtmış, hanımların denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine müsâade etmemiştir.[6]

Nakîbü’l-Eşrâf, Peygamber evlâdının umûmî bir vasîsi hükmündedir. Îfâ ettiği vazifenin şerefinden dolayı, halîfeden sonra teşrîfatta ikinci sırada yer almıştır. Nitekim pâdişah cülûslarında (tahta geçiş merasimlerinde) hükümdâra, önce Nakîbü’l-Eşrâf bey’at edip duâ etmiş, sonra diğer zevât bey’atte bulunmuştur. Bayram tebriklerinde de öncelik Nakîbü’l-Eşrâf’a âittir. Her iki tebrikte de pâdişah, Nakîbü’l-Eşrâf için ayağa kalkmıştır.

Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in neslinden gelen zâtlara tâzim ve hürmet hususunda şöyle buyurur:

“Seyyidlerin yaşadığı bir diyarda oturamam. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in neslinden olmaları sebebiyle şeref ve ululuk bakımından çok üst seviyededirler. Bu şerefi anlatmak mümkün değildir. Bu sebeple onlara îcâb ettiği şekilde hürmet etmeye güç yetiremem.”

Bir de Hakîm Tirmizî’nin buyurduğu gibi:

“İki türlü seyyidlik vardır. Biri nesep yoluyla diğeri de gönül yoluyla.”

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Dikkat edin, benim dostlarım babamın âilesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14)

“Şüphesiz benim asıl dostlarım müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

Zira diğer bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

“…Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Bu hususta, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kızı Fâtıma’ya şöyle buyurmuştur:

“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’ın kızı Fâtıma! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Dolayısıyla kulu Hakk’a yaklaştıracak olan, nesep veya intisap bağı değil; Allah Rasûlü’ne ve Hak dostlarına hâl ve yaşayışıyla ne kadar yakın olabildiğidir.

Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası Ebû Leheb, kan bağı itibârıyla Efendimiz’in en yakınlarından idi, fakat O’na îman etmediği için câhiliye karanlığında helâk olup gitti.

Fakat Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, bir kan bağı olmamasına rağmen, Hazret-i Peygamber’e aşk, bağlılık ve hizmette o kadar yakın olmuştur ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında:

“–Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurmuşlardır. (İbn-i Hişâm, III, 241; İbn-i Sa’d, IV, 83; Hâkim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130)

Demek ki Ehl-i Beyt’ten olmanın en mühim şartı “takvâ”dır. Yâni zâhirî mânâda Ehl-i Beyt’e mensub olmanın yanında, bir de mânen ve rûhen Ehl-i Beyt’ten olmak vardır. Bu ise, mü’min gönüller için mertebelerin en şereflisidir.

Yine Âlemler Sultanı Efendimiz’in, Muâz -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e gönderirken sarf ettiği şu sözler de Efendimiz’e yakınlıkta takvânın ne büyük bir ehemmiyet arz ettiğini göstermeye kâfîdir:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.”[7]

Cenâb-ı Hak bizleri, takvâ üzere yaşayarak Allah Rasûlü’ne yakınlık kazanan sâlih kulları zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn…


Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Fezâilü Ashâbi’n-nebî, 22.

[2] Hazret-i Hasan t’ın neslinden gelenlere “Şerîf”, Hazret-i Hüseyin t’ın neslinden gelenlere de “Seyyid” denilmektedir.

[3] Belâzürî, Fütûh, s. 657.

[4] Nakîb: Bir kavmin, topluluğun başı, reisi veya reis vekili; bir cemaatin büyüğü.

[5] İslâm devletinin gayr-i müslimlerden aldığı vergi.

[6] Mehmet Z. Pakalın, II, 647.

[7] Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22.