Rasûlullâh’a ve Kur’ân’a Karşı İthamlar

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı ne yapsalar âciz kalan müşrikler, bu defâ O’nun ümmî olduğunu bilmelerine rağmen, Kur’ân’ı, hristiyan bir kö­leden öğrendiğini iddiâ edecek kadar ahmaklaştılar. Hiç düşünemiyorlardı ki, böyle yüce bir dînin temelini kurabilecek bir köle, bu şerefi hiç başkasına kaptırır mıydı? Hem hâlâ hristiyan olarak kalır mıydı?

Bu yersiz ithâmın cevâbını Kur’ân-ı Kerîm şöyle vermişti:

وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِسَانُ الَّذِى يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِىٌّ وَهذَا لِسَانٌ عَرَبِىٌّ مُبِينٌ

“Şüphesiz Biz onların: «Kur’ân’ı O’na ancak bir insan öğretiyor!» dediklerini bili­yoruz. (Oysa hiç düşünmüyorlar mı ki), kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’ân) apaçık bir Arapça’dır.” (en-Nahl, 103)

وَمَا كُنْتَ تَتْلُو مِنْ قَبْلِهِ مِنْ كِتَابٍ وَلاَ تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ اِذًا لاَرْتَابَ الْمُبْطِلُونَ

(Ey Rasûlüm! Onlar da aslında biliyorlar ki) Sen, bu Kur’ân gelmeden önce bir kitap okumadın; yazı yazmadın! Eğer okur-yazar olsaydın, (o zaman) bâtıla uyanlar şüphe ederlerdi (başkaların­dan öğrendin diyebilirlerdi).” (el-Ankebût, 48)

Ayrıca Allâh Teâlâ, müşriklerin itham ve iftirâlarından müteessir olmaması için Rasûlü’ne de şöyle buyuruyordu:

فَذَكِّرْ فَمَا اَنْتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ

(Rasûlüm!) Sen öğüt ver! Rabbinin lutfuyla Sen ne kâhinsin ne de bir mecnûn! Yoksa onlar: «O bir şâirdir; O’nun zamânın felâketlerine uğramasını bekliyoruz!» mu diyorlar? De ki: Bekleyin, ben de sizinle berâber bekleyenlerdenim.” (et-Tûr, 29-31)

قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَ هُمْ هذَا سِحْرٌ مُبِينٌ اَمْ يَقُولُونَ افْتَرَيهُ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَلاَ تَمْلِكُونَ لِى مِنَ اللهِ شَيْئًا هُوَ اَعْلَمُ بِمَا تُفِيضُونَ فِيهِ كَفَى بِهِ شَهِيدًا بَيْنِى وَبَيْنَكُمْ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ

“İnkâr edenler, kendilerine gelen hakîkat için: «Bu, apaçık bir büyüdür!» dediler. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, siz beni Allâh’tan kurtaracak hiçbir şeye mâlik olamazsınız. O, sizin Kur’ân hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O yeter! O çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (el-Ahkâf, 7-8)

Müşrikler, doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için, Allâh Rasûlü’ne ve Kur’ân’a karşı çeşitli ithamlarda bulunmaktan çekinmiyorlardı. Fakat hakîkati de biliyorlardı. Nitekim Kureyş’in ileri gelenleri, müslümanlığın Mekke dışına taşıp yayılmasından endişeye kapılarak Velîd bin Muğîre’nin yanında toplanmışlardı. Aralarında:

“–Mekke’ye gelen kabîlelere Muhammed hakkında ne diyelim?” dediler.

Velîd, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüşmüş, bizzat O’ndan Kur’ân-ı Kerîm dinlemişti. Şöyle dedi:

“–Ben şiirin her çeşidini bilirim. Benim O’ndan dinlediğim şiir değildi. Şiirden daha üstün bir sözdü. O sözler, nesir de değildi. Çünkü öyle eşsiz bir fesâhat ve belâgat dolu latîf bir âhengi, ben daha önce hiçbir sözde işitmedim. Kâhin sözlerine ise hiç benzemiyordu. Mecnûn sözleri de değil. Ben O’nda deliliğe dâir tek bir alâmet bile görmedim. Biz O’na sihirbaz da diyemeyiz. Çünkü okuyup üflemiyor, düğüm bağlamıyor, do­layısıyla sihirbazlara benzer bir yönü de yok!”

Bu sözlerden sonra Velîd, müşriklerin fâsit niyetlerine illâ bir çıkış yolu bulmak için kendisini zorlayarak şu îzahta bulundu:

“–Ancak O, kardeşi kardeşten ayırıyor. Akrabâ arasına ayrılık tohumları ekiyor. Bu sebeple sözü de sihir ve büyüden başka bir şey değildir!” (İbnü’l-Cevzî, VIII, 403-404; Hâkim, II, 550; Vâhidî, s. 468)

***

Kur’ân-ı Kerîm husûsundaki ithamlarında muvaffak olamayan müşrikler, bu sefer de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek şahsını hedef aldılar.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu Kâsım’ın, iki yaşında iken vefât etmiş bulunmasını fırsat bilerek, Âs bin Vâil’in ağzından O’na “ebterdir” dediler. Yâni zürriyeti kesik, nesli bitmiş, soyu tükenmiş diye alay ettiler. Böylece Allâh Rasûlü’nü insanların gözünden düşü­rüp, O’nun, gönüllerdeki tesirini izâle etmek istiyorlardı.

Ancak bunda da muvaffak olamadılar. Kevser Sûresi, yüzlerine bir sille-i Kahhâr olarak şakladı:

اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ اْلاَبْتَرُ

(Habîbim!) Hiç şüphesiz Biz sana Kevser’i verdik! Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! (Üzülme! Bil ki) asıl ebter, soyu kesik olan, sana hınç besleyen ve buğzedendir!” (el-Kevser, 1-3)

Bu sûreden anlaşıldığı vechile, hangi za­man ve mekânda olursa olsun, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e buğzeden ve hınç yüklü olanların ortak sıfatı “ebterlik”tir. Âlemlerin Efendisi’ne bedevî demeye kalkışan görgüsüzler, Kâinâtın Fahr-i Ebedî’sine kendi cüceliklerini izâfe etmeye cür’et eden ahmaklar, getirdiği hak dîne -hâşâ- çöl kânunu diyen zavallı bedbahtlar, maddî-mânevî nasipsiz, zürriyetsiz, ebter kimselerdir.

Şâir ne güzel söyler:

……

Cemâlin âfitâbından iki âlem münevverdir;

……

Senin evlâdına her kim muhabbet eylemez bunda,

O mel’ûnlar kıyâmette şeyâtînden de ebterdir!..

***

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tahammül edemeyenler, tıpkı önceki peygamber­leri inkâr edenler gibi, çoğunlukla mağrur idârecilerle şımarık ve kibirli zengin takımıydı.

Allâh Teâlâ buyurur:

وَمَا اَرْسَلْنَا فِى قَرْيَةٍ مِنْ نَذِيرٍ اِلاَّ قَالَ مُتْرَفُوهَا اِنَّا بِمَا اُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ وَقَالُوا نَحْنُ اَكْثَرُ اَمْوَالاً وَاَوْلاَدًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, mutlakâ oranın varlıklı ve şımarık kişi­leri: «Biz, sizin teblîğ ettiğiniz şeyleri reddediyoruz, inkâr ediyoruz.» dediler. Ve: «Biz mal itibârıyla da evlâtça da daha çoğuz; biz azâba uğratılacak değiliz!» dediler.” (Sebe’, 34-35)

وَلاَ تُطِعْ كُلَّ حَلاَّفٍ مَهِينٍ هَمَّازٍ مَشَّاءٍ بِنَمِيمٍ مَنَّاعٍ لِلْخَيْرِ مُعْتَدٍ اَثِيمٍ عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ اَنْ كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنِينَ اِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ اَيَاتُنَا قَالَ اَسَاطِيرُ اْلاَوَّلِينَ

(Rasûlüm!) Çokça yemin eden, aşağılık, dâimâ kusur arayıp kınayan, dur­madan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günâha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye boyun eğme! (Onların her biri) kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman: «Öncekilerin masal­ları!» der.” (el-Kalem, 10-15)

Nitekim hakkında Tebbet Sûresi nâzil olan Ebû Leheb:

“–Beni, başkalarıyla eşit tutan dîn, olmaz olsun!..” diyordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve İslâm dîninin en azgın düşmanla­rının başını çeken Ebû Cehil de şöyle demekteydi:

“–Muhammed’in söylediklerinin doğru olduğunu biliyoruz! Fakat şimdiye kadar O’nun kabîlesi ne yapmışsa, biz de yapmış; onlardan aşağı kalmamışızdır. Şimdi ise onlar: «İçimizde bir peygamber var!» diye iftihâr ediyorlar. Biz aramızdan nasıl O’nun gibi bir peygamber çıkarabiliriz? Bu mümkün değil! Onun için ben, Muhammed’in peygamberliğini kat’iyyen kabûl edemem!..” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 113)

Böyle diyen Ebû Cehil, kin, haset ve düşmanlığı sebebiyle bir defâsında da şöyle dedi:

“–Eğer O’nu namaz kılarken görürsem, kafasına basacağım!”

Daha sonra Harem-i Şerîf’te Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e namaz kı­larken rast geldi. Sözünü yerine getirmek için hemen harekete geçtiyse de, bir anda beti-benzi sarardı, büyük bir korkuya kapıldı ve eline aldığı taşı tutamaz oldu. Geri dönüp kaçmaya başladı. Etrâfındakiler şaşkınlık içinde Ebû Cehil’e ne olduğunu sordular. Ebû Cehil ise telâş ve korku içinde:

“–Kendisine yaklaştığımda önüme ansızın azgın bir deve çıkıverdi. Hayır! Vallâhi onun gibi korkunç bir deveyi şimdiye kadar aslâ görmedim! O beni neredeyse yutuverecekti!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 318; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 92-93)

Çünkü Allâh Teâlâ, kulu ve Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ve O’nunla gönderdiği dînini muhâfaza ediyor, O’nları dâimâ üstün kılıyordu.

Böyle iken müşrikler, hâlâ Allâh’ın Rasûlü’nü hazmedemiyorlar, inatla Kur’ân’ın hakîka­tine uzak duruyorlardı. Âdeta ilâhî gerçeklerden kaçıyorlardı.

Allâh Teâlâ buyurur:

فَماَ لَهُمْ عَنِ التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِينَ كَاَنَّهُمْ حُمُرٌ مُسْتَنْفِرَةٌ فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ

“Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi (hâlâ) öğütten yüz çeviriyorlar?!” (el-Müddessir, 49-51)

Şâir, kâfirlerin hakîkati bilmelerine rağmen îmâna yaklaşmadıklarını ve hidâyetin bir nasip meselesi olduğunu ne güzel ifâde eder:

Hidâyet Sen’den olmazsa dirâyet neylesin Yâ Rab!

Arapça bilse de Bû Cehl’e âyet neylesin Yâ Rab!

Ancak kâfirlerin bu yüz çevirişleri ve inatları, zaman geliyor ilâhî imtihan îcâbı Allâh Rasûlü’ne ve mü’minlere karşı dayanılmaz eziyetler ve işkenceler şeklinde tezâhür ediyordu.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER