Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in İnşâ Ettiği Fazîletler Medeniyeti (Kur’ânî Tâlimatlar 34)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ekim, Sayı: 200

KISAS VAR!

Hazret-i Âişe’nin haber verdiğine göre bir adam Rasûl‑i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna gelip oturdu ve;

“–Yâ Rasûlâllah! Benim iki kölem var; bana yalan söylüyor, ihânet ediyor, emirlerime karşı geliyorlar; ben de onlara ağzıma geleni söylüyorum ve ceza veriyorum; onlarla benim durumum nedir?” diye sordu.

Rasûl‑i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Kıyâmet gününde onların sana olan ihânetleri, karşı gelmeleri, yalan söylemeleri ile senin onlara verdiğin ceza hesap edilecek; eğer onlara verdiğin ceza onların suçları kadarsa, karşılıklı olarak bir alıp vereceğiniz yoktur.

Eğer senin onlara verdiğin ceza onların suçundan daha az ise, senin onlardan alacağın var demektir.

Şayet onlara verdiğin ceza hak ettiklerinden daha fazlaysa, o fazlalık kısas yoluyla senden alınacaktır.”

Bunun üzerine adam bir köşeye çekildi, hıçkırarak ağlamaya başladı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;

“–Sen;

‘Kıyâmet gününde Biz adâlet terazilerini kuracağız’ (el-Enbiyâ 21/47) âyetini okumuyor musun?” buyurdu.

O zaman adam;

“–Vallâhi yâ Rasûlâllah! Anlaşılan benim için de onlar için de hayırlı olan, kendilerinden ayrılmaktır. Şâhit olun ki, ben onların hepsini âzâd ediyorum.” dedi. (Tirmizî, Tefsîr, 21/2, nr. 3165; Ahmed, VI, 280)

O günün şartlarında bu âzâd ediş, mühim bir servetten ferâgat etmek demekti. Kul haklarından endişe ettiği için birçok sahâbî aynı yolu tuttu. Kendilerine emânet edilen köleleri İslâm terbiyesiyle yetiştirdiler, evlendirdiler, iş güç sahibi yapıp âzâd ettiler.

Bu ferâgat ahlâkının tarihimizde pek çok misâli vardır. Lâkin bunlardan üç büyük şahsiyetin ferâgatleri çok mânidardır.

  • Birinci şahsiyet:

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-

ÜMMET PARÇALANMASIN…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan; halîfeliği altı ay îfâ ettikten sonra, ümmetin bölünüp parçalanmaması için Muâviye -radıyallâhu anh-’a devretmiştir. Böylece mü’minler arasındaki siyâsî çekişmelerin önüne geçmiş ve kan dökülmesine mâni olmuştur.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’a bu olgun ve fedâkârâne davranışı yaptıran elbette Rasûlullah Efendimiz’in terbiyesidir. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Hazret-i Hasan’ı minbere çıkarıp göstererek şöyle buyurmuştu:

“Hiç şüphe yok ki; bu oğlum bir seyyiddir (olgun, efendi bir şahsiyettir).

Umulur ki;

Allah onun sayesinde iki büyük mü’min topluluğunun arasını sulh edecektir.” (Buhârî, Fiten, 20, Sulh, 9; Ebû Dâvûd, Sünne, 12)

Düşünen olabilir ki;

Hazret-i Hasan’ın sağladığı bu sulh çok uzun sürmemiş, yine ihtilâflar baş göstermiştir. Yine Hazret-i Hasan, üzerine düşeni yapmış olmakla müsterih olacaktır.

Nitekim;

Hakk’ın velî kullarının bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir.

Bu hakikati te’yid sadedinde şu hadîs-i şerîfi zikredebiliriz:

Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse, ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” (Tirmizî, Fiten, 29/2194)

Ferâgat, tevâzu ve mahviyet ehli her zaman kazanan taraf olur.

Bugünden geriye bakıldığında; Emevîlerin zulme, kavmiyetçiliğe ve sefâhate giriftar olan fertlerine hiçbir muhabbet beslenmedi. Zulüm sebebiyle saltanatları çok kısa zamanda yerle bir oldu. Zâlim idarecilere karşı biriken hınç o denli idi ki, sonradan fırsat ele geçince onlar kabirlerinden çıkarılıp kırbaçlandılar. Onlar, kin ve nefretle tarihin çöplüğüne düştüler.

Buna mukabil;

Ehl-i beyt ve evlâtları olan sâdât-ı kiram, bütün ümmet-i Muhammed’in her gün salât ü selâmlarla gönülden yâd ettikleri, yolunu takip ettikleri gönül sultanları olmuşlardır.

  • İkinci şahsiyet:

İdrîs-i Bitlisî

Osmanlı, kuruluşundan itibaren Bizans’a ve batıya doğru gazâ etmişti. Doğusundaki ve güneyindeki müslüman beldelerin arasındaki çekişmelerden husûsen uzak durmuştu.

Ancak;

Yavuz Sultan Selim Han; batıda başlayan müstemlekeciliğin (sömürgeciliğin) işaretlerini sezerek, şarkta İslâm birliği hamlesine girişti.

Ayrıca iyice güçlenen Osmanlı’ya karşı, şiî dâvâsını güden İran’dan ve güneyde de Memlûklerden artık görmezden gelinmeyecek kadar rahatsız edici ifsad ve tahrip edici düşmanca davranışlar geliyordu.

Büyük padişah, bu tehlikeli husûmet odaklarını bertaraf etmek mecburiyetinde kaldı.

ÜMMETİN VAHDETİ İÇİN…

Bu esnada, aslen Kürt olan İdrîs-i Bitlisî Hazretleri, başında bulunduğu aşîretleri ve doğu illerini Osmanlı’ya bağladı. Buna bir mücadele ve mağlûbiyet neticesinde mecbur kalmadı. Gönülden isteyerek Osmanlı’ya iştirâk etti. Kendi beyliğinden ferâgat edip, Osmanlı’nın bir parçası olmayı kabul etti. Çünkü böylece ehl-i sünnetin müdâfii olan Osmanlı’nın daha güçlü olmasını arzu etti.

Yavuz Sultan Selim Han da bu zâta son derece hürmet gösterdi ve her vesile ile ona olan ziyade muhabbetini izhâr etti. Öyle ki, ona münasip gördüğü kimselere beylik vermesine müsaade bâbında doldurulmamış hatt-ı hümâyunlar bahşetti. İdrîs-i Bitlisî de bu itimada en güzel şekilde mukabelede bulundu, istişâresiz hareket etmedi. Birlik-beraberlik içinde muhteşem bir kardeşlik yaşandı.

  • Üçüncü şahsiyet:

Barbaros Hayreddin Paşa

Benzer bir niyetle;

Barbaros Hayreddin Paşa da; mâliki olduğu kuzey Afrika’yı, başında Kanunî’nin bulunduğu Osmanlı Devleti’ne hediye etti.

Kanunî de, buna mukabil ona devletin Kaptan-ı Deryâlığı’nı (Osmanlı deniz kuvvetleri kumandanlığını) verdi.

Yani Barbaros, kendi devletinin meliki olmak yerine, Osmanlı’nın paşası / vâlisi olmayı tercih etti. Çünkü bunu ümmet-i Muhammed’in menfaati için daha faydalı buldu.

Hakikaten;

Bu fedâkâr kararın akabinde Akdeniz kısa zamanda bir Osmanlı gölü hâline geldi. Hint Okyanusu’na bile donanma gönderilerek, oradaki müslümanlara yardım edildi. Sömürgecilerin emellerine asırlarca mâni olundu.

Bu hamleler, ümmetin onlar üzerindeki haklarına riâyet etmek mâhiyetindedir. Zira bu haklara riâyet edilmese idi, ümmet zayıf düşer, birlik ve beraberlik bozulur, herkes mahşer günü onlardan alacaklı ve dâvâcı olurdu. Fakat onlar, kendi nefislerinin değil, tamamen ümmetin hukukuna riâyet ettikleri için sergiledikleri fazîletler dolayısıyla tarih boyu silinmez bir İslâm asâletinin temsilcisi oldular ve ölmeden evvel nice âhiret nişâneleri devşirdiler.

Onlar Allah Rasûlü’nün vefâtı esnasında ifade buyurduğu şu vasiyetine riâyet ettiler:

“…Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Bu fazîletli hamleler, ancak kalp kıvâmının neticesinde hâsıl oldu.

Kalp Allâh’a yönelmeseydi; nefsin baş olma sevdası mutlaka galebe çalardı, kendini beğenme duygusu fikir ve davranışlara hâkim olurdu ve vahdet ile ittihad yerine, ihtilâf zuhûr ederdi.

Arz-ı hâl yerine arz-ı endam devreye girerdi. Fakat İslâm tarihinin bu üç büyük şahsiyeti, arz-ı endam değil Allâh’a arz-ı hâl üzere oldular ve kıyâmete kadar bütün ümmet-i Muhammed’e bambaşka bir nümûne sergilediler.

Onlar şu âyet-i kerîmeyi yaşadılar:

“Rahmân’ın (sâdık) kulları, yeryüzünde (hiçlik hâlinde bir) tevâzu ile dolaşırlar.” (el-Furkān, 63)

Yine Rabbimiz insana yeryüzünde nizâmın bozulmamasını emreder:

“Allah semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçüyü) koydu. Öyleyse, sakın taşkınlık edip ölçüyü bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Kibir, enâniyet gibi nefsânî taşkınlık ifade eden davranışlar ümmet içinde fesâda sebebiyet verir. Allah Teâlâ, fesâdı sevmez.

Tasavvufun gayesi de üst makamlarda olmak değil nefsi terbiye ile Allah katında tevâzu ile ziynetlenerek değer kazanmaktır. Allah yolundaki hizmetlerin neferi olmaktır.

AĞIR MES’ÛLİYET

Hasbelkader riyâsete gelenler ise, bunu, mes’ûliyeti ağır bir emânet olarak görürler.

Nitekim;

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- hilâfet makamına geçtiğinde ilk olarak şunu beyân etti:

“–Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum.

  • Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz.
  • Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz.” (İbn-i Sa‘d, III, 182-183)

Çünkü O, sayısız nimet ve mazhariyet karşısında; «لَا فَخْرَ / Övünmek yok!» diyen Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrîsinde yetişmişti.

Çünkü o büyük zâtlar biliyordu ki;

Bir ibâdetin veya gayretin içine riyâ, benlik ve gurur gibi nefsânî bir hissiyat girerse, o vakit ilâhî hüküm şöyledir:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)

Bu şuurladır ki;

Bir devir açıp bir devir kapatan, İstanbul’u fethedip, Rasûlullah Efendimiz’in iltifâtına nâil olan Fatih Sultan Mehmed Han, kaleme aldığı vakfiyelerinde kendisinden abd-i âciz diye bahsetmiştir.

İdrîs-i Bitlisî ve Barbaros Hayreddin Paşa gibi zâtların sergilediği fazîletler unutulunca bugün İslâm dünyası bölük pörçük oldu.

Maalesef bugün İslâm memleketlerinde hep iç karışıklıklar görülmektedir. Bu durum da İslâm beldelerinin baştanbaşa, küresel güçlerin silâh ve fitne pazarına ve bunun neticesinde de kan gölüne dönmesine sebebiyet vermektedir.

MEDENİYETİMİZİN MUALLİMİ

İşte bunlar -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce terbiyesini gösteren şâhikalardır.

Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. O insan tipi, o medeniyetin kurucusunun izlerini taşır.

Bizim medeniyetimiz Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından, vahy-i ilâhî yani Kur’ân ve Sünnet ile inşâ edildi.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi, terbiyemi güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Hakikaten Rasûlullah Efendimiz’in, Allah Teâlâ’dan başka muallimi yoktur. O’nun neş’et ettiği Mekke’de ne bir mektep, ne bir kütüphâne vardı. Babasını, annesini, dedesini bir bir kaybetmiş, Allah’tan gayrı hiçbir istinâdı olmaksızın ilâhî himâye ve sıyânet altında en mükemmel ahlâk ile yetişmişti. O; küfür ve zulüm karanlıklarındaki câhiliyyeden, hiçbir şer ve kötülük kendisine bulaşmadan tertemiz çıkmıştı.

Risâletin akabinde ise;

Hiçbir eğitimcilik tahsili görmediği hâlde; hattâ ümmî olmasına rağmen, karşısındaki ümmî, yarı vahşî ve putperest bir toplumu îman, hidâyet ve rahmetle yoğurarak her türlü fazîletin şâhikasına çıkardı. Cihanda eşine rastlanmayacak derecede, gökteki yıldızlar mesâbesinde bir ashâb-ı kiram yetiştirdi.

Bu sebeple;

Beşeriyetin her zaman muhtaç olduğu müstesnâ örnek Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Vedâ Hutbesi, O’nun bir insanlık beyannâmesidir. İnsanlık anayasasıdır.

Beşerî anayasalar, kısa bir zaman içinde eskimekte ve mecburen değişikliklere mâruz kalmaktadır. O’nun anayasası ise değişmeden ve değişmeye hiçbir ihtiyaç duymadan devam etmektedir. Bu durum, İslâm için bir şeref madalyasıdır.

Cenâb-ı Hak; O’nu bütün âlemlere, kıyâmete kadar gelen bütün insanlığa rahmet olarak gönderdi. Peygamberler arasında sadece O’nu «Raûf ve Rahîm» sıfatlarıyla medh ü senâ etti. Merhametin zirvesi olarak bildirdi.

Mü’minlerin de, Hazret-i Rasûl-i Ekrem’e ümmet olarak, yüreklerinden merhamet taşıran birer rahmet insanı olması gerekir.

Bizim medeniyetimizde temâşâ edilen bütün güzel ve müstesnâ husûsiyetler, Rasûlullah Efendimiz’in üsve-i hasene / en güzel örnek vasfının tezâhürleridir. Bütün Hak dostları, Habîbullah Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde yetişen ve zamana yayılan zirve talebeleridir.

EVLÂTLARIMIZI KENDİ MEDENİYETİMİZDE YETİŞTİRMELİYİZ!

Bugün fert olarak anne-babaların da en mühim hizmeti ve vazifesi, yavrularını;

  • Allah yolunda,
  • Rasûlullah Efendimiz’in sünneti üzere,
  • Ehl-i Kur’ân olarak yetiştirmeleridir.

Evlâtlar, anne-babalara Cenâb-ı Hakk’ın birer emânetidir. Evlâtlara ilk terbiyeyi anne-babası verir.

Anne-babalar evlâtlarıyla bu dünyada beraber oldukları gibi, tabiî ki âhirette de beraber olmak isterler. Birlikte cennete girmek isterler.

Bu uhrevî beraberlik için de;

Anne-babaların, evlâtlarını, Kur’ân ve Sünnet istikametinde, muhabbet içinde yetiştirmesi zarûrîdir.

Tarihteki kahramanlara, büyük zâtlara baktığımız zaman görürüz ki;

Onlar dâimâ sâlih bir babanın, sâliha bir annenin eseridir.

Günümüzde yavrularımızın dünyasına ve âhiretine zarar vermek için yol kesen büyük âfetler var:

  • Televizyonun menfî programları…
  • İnternetin karanlık ve kirli sokakları…
  • Şahsiyeti zedeleyen, robotlaştıran modalar…
  • Kandırıcı, aldatıcı reklâmlar…

Evlâdımıza İslâmî bir eğitim vermezsek, bugün zuhûr eden menfî internet, moda, kötü reklâmlar ve başıbozukluk gibi tehlikeli fitnelerden onları korumak imkânsız olur. Çocuklar sokakların insafına terk edilmiş olur.

Bu bakımdan;

  • Kur’ân tahsili çok mühim.

Kur’ân-ı Kerim eğitimi olmadan namaz ibâdeti mümkün olmayacağından dolayı Kur’ân eğitimine ağırlık verilmelidir. Kısa bir müddet ile geçiştirmek değil, köklü bir Kur’ân tâlimi ve terbiyesi şarttır.

Kur’ân kursu veya proje imam hatip gibi köklü ve uzun zamana yayılan bir tahsil lâzımdır.

İslâm, en büyük medeniyettir, en büyük kültürdür.

Hirâ’da ilk olarak nâzil olan;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1) âyetinden Vedâ Haccı’nda inen;

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ…

“…Bugün size dîninizi tamamladım…” (el-Mâide, 3) âyetine kadar, bu tahsil 23 sene sürmüştür.

Yani ashâb-ı kiram, Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde 23 sene tahsil gördü.

En büyük vazifemiz; evlâtlarımızı bu medeniyetten haberdar etmektir. Yavrularımıza Rasûlullah Efendimiz’i, Kur’ân-ı Kerîm’i yakından tanıtmaktır. Onların sevgisini kalplerine nakşetmektir.

Allâh’ı seven, Kur’ân-ı Kerîm’i sever.

Rasûlullâh’ı seven, evlâdını Allah yolunda yetiştirir.

➢Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, en geniş ve en ziyâde alâka ve ihtimamı, ashâb-ı suffaya gösterdiğini görüyoruz. Yani -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, en çok Kur’ân talebelerine zaman ayırıyordu. Çünkü onlar İslâm’a hizmet edecek talebeleriydi.

Bu meyanda;

Kur’ânî hurûfu, hudûdu ve huluku evlâtların dillerine de gönüllerine de nakşetmelidir.

Bu vazifesini ihmal eden aileler, daha sonra bir mâtem ve hüzün yaşıyorlar. Nâfile ve faydasız keşkelere düşüyorlar. Kur’ânî ifadeyle;

يَا لَيْتَن۪ي يَا لَيْتَنَٓا “Âh keşke!” diyenlerin durumuna kıyâmet günü dûçâr olmamaya gayret etmek lâzımdır.

Bu faydasız pişmanlıklara düşmemeli, bilâkis ebedî şükre vesile olacak bir nesil yetiştirmelidir.

Millî ve vatanî değerlerimiz bakımından da bu tâlim ve terbiye çok mühimdir. Bir mütefekkirin dediği gibi:

“Düşmana asıl mağlûbiyet, ona benzemektir.”

Demek ki;

Düşmana galip gelmek, onu sadece meydanlarda, sahrâlarda yenmek değildir.

Asıl zafer, düşmana benzememektir. Şahsiyetimizi ve evlâtlarımızın şahsiyetini yabancıya hayranlıktan koruyabilmektir.

Ancak günümüzde maalesef bütün şer vasıtaları evlâtlarımızı, yabancılara hayran etmeye, onlara benzetmeye çalışmaktadır.

Kıyâfette, şekilde başlayan bu benzerlik -Allah korusun- kalpte, duygularda, düşünce ve inanışlarda da benzemeye varınca, evlâtlar başka dünyaların evlâtları hâline gelmektedir. İslâmî eğitim verilmeyince, biyolojik anne ve babalık kâfî gelmemektedir.

➢Peygamberlerin ve «evliyâullâh»ın nazarında;

En güzel mîras, hayırlı bir nesli topluma mîras bırakmaktır.

Cenâb-ı Hak, hepimize bu vazifede yardım eylesin. Evlâtlarımıza İslâm’ın fazîletler medeniyetini tâlim etmeyi, Allah Teâlâ’nın ve Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetini kalplerine ilkā edebilmeyi nasîb eylesin.

Âmîn!..