Ramazan Muhâsebeleri (4)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZAN MUHASEBELERİ – 4

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- nasıl bir, geceleri, halîfe, bir mesʼûliyet duygusu; (sırtında) un torbasıyla geziyor.

“Fırattan diyor, bir diyor, koyun düşse diyor, yarın benden sorulur.” diyor.

Evet.

Ömer bin Abdülaziz, o derdin içinde. Fâtıma diyor ki -hanımı-;

Seccâdesine otururdu diyor, hüngür hüngür ağlardı diyor.

“‒Ne derdin?” dediğim zaman:

“‒Allah -celle celâlühû- beni bir sorguya çekerse, Rasûlullah bana itabda bulunursa, serzenişte bulunursa Rasûlullah, ben nasıl cevap veririm? Memleketimizdeki yoksullar, kimsesizler, garipler, imkânı olmayanlar, aldıkları imkânları yetişmeyenler, ben onları arayıp bulmakla ben mükellefim…”

Evet.

Sanki diyor hanımı, bir diyor, havuza düşmüş kuş gibi çırpınırdı diyor, seccâdenin üzerinde diyor.

Velhâsıl, işte bu, bir merhamet…

Evet.

Yine mâlum, bir hadîs-i kudsî var; Efendimiz buyuruyor:

“Ey Âdemoğlu! Beni doyurmadın, Bana su vermedin, yiyecek vermedin. Ben hastaydım Benʼi ziyarete gelmedin.” diyor.

Kul diyor:

“Yâ Rabbi! Sen her şeyden müstağnî, her şeyden münezzehsin.” deyince:

İşte bu aç kulumun yanında olsaydın, susuz kulumun yanında olsaydın, hasta kulumun yanında olsaydın, orada sen Benʼi bulacaktın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Evet.

Yani nasıl bir rakik, ince, zarif, hassas bir yürek…

Müslüman yüreği.

Müslüman yüreği. Nasıl bir İslâmofobi olabilir?..

Evet.

Öyle bir müslüman yüreği istiyor ki Cenâb-ı Hak:

“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Efendimizʼe beşte bir ganimetler gelirdi. Allah ve Rasûlü içindir beşte bir ganimet. (Bkz. el-Enfâl, 2) Belki bir oda dolusu, odalar dolusu ganimet gelirdi, hayvanlar gelirdi…

Âişe Vâlidemiz diyor ki:

Biz diyor, Medîne-i Münevvereʼde diyor, bize gelenlerin diyor, adedi belli değildi diyor, sayılmazdı adedi diyor. Fakat evimizde üç gün diyor, sıcak yemek pişmezdi diyor.

Evet.

Allah Rasûlü üç gün diyor bir ekmekle doymadı diyor. Geleni Efendimiz dağıtırdı. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ıme, 48)

Evet.

Bir müslümanın ıztırâbından, çok ıztırap duyardı. Onu telâfi ettiği zaman da bir huzur bulurdu.

Hepsini dağıtırdı, bir şey kalmazdı diyor. Ardından bir garip gelirdi. Garip şöyle Efendimizʼin önünde mahzun mahzun dururdu. Efendimizʼin verecek bir şeyi yok. Yüzünü hafifçe öbür tarafa çevirirdi. Cenâb-ı Hak:

“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Hiçbir şey veremezsen, onun gönlüne tatlı bir söz söyle. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Evet.

Tesellî edici bir söz söyle. Yani müslümanın gönül ufkunda çıkmaz sokak göstermek yok, hayır yok. Hiçbir şey veremiyor; tesellî edecek, duâ edecek ona.

Evet.

Nasıl bir güzellik İslâm…

Cenâb-ı Hak bin bir çeşit, bize ibret olsun diye, okumak için güller, çiçekler, o toprak mahsullerinden çıkan birtakım rengârenk, zarif, ince çiçekler veriyor, gösteriyor.

Demek ki bir müʼminin yüreği de onlardan daha zarif olacak. Onları ölçü alacak.

Evet.

Okuyacak. İşte okumak bu, tahsil bu. Yani toplumdan kendimizi mesʼûl görmek…

Acıları görmek.

Tabi bu, bugün ne kadar zor Ahmet abi. Meselâ bir hırsızlık varsa, burada benim payım var mı? Bu adam niye hırsızlık yaptı?

Evet. Hırsızlığa sevk eden bir ortam mı var? Zemin mi var?..

Ortam mı var? Ben bunu telâfîye ne kadar gayret ettim? Yahut -af edersiniz- fuhşa düşen bir genç kız varsa, ben bundan ne kadar mesʼûlüm? Ben ne kadar, buna îmânı aşılayamadım?

Bilhassa bu, günümüzde çok mühim. Yani kendimizi mesʼûl olarak görebilmek…

Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri huysuz bir yolcuyla yolculuk yapıyor. Yol bitiyor, üzülüyor:

“‒Ben diyor, bu yolcuyu diyor, bu huysuzluğunu telâfi edemedim diyor. Demek ki bende ne kusur var?” diyor.

Hâlbuki belki biz şimdi o suçu o şeyde buluruz…

Kızıyoruz.

Kızıyoruz, değil mi?

Evet. Onlar ne oluyor? Günaha olan nefreti, günahkâra taşırmıyorlar.

Evet.

Bu tabi büyük bir, çok büyük bir olgunluk.

Evet.

Veyahut şöyle düşünmemiz lâzım:

Tabiat, varlıklar, ağaçlar, hayvanlar, insanlar… Bunlar hepsi bize Allâhʼın bir lûtfudur. Şu bakımdan lûtfudur: Biz bunlarla Cenâb-ı Hakkʼı idrâke, Cenâb-ı Hakkʼın azametini idrâke… Ve bir de biz bunlara olan hizmetimizle, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanabilmek…

İşte bütün o ashâb-ı kirâm, Rasûlullah Efendimizʼle bulunan, âyet-i kerîmede, gâyeleri, Allâhʼın rızâsını kazanmak. Bu şekilde fazilete erebilmek. (Bkz. el-Fetih, 29)

Misaller çok. İşte o…

Evet.

Ben o teferruata girmek istemiyorum.

Velhâsıl bir müʼmin, yüreğinden rahmet taşıran bir müʼmin olacak. Çorak insan değil, rahmet insanı olmanın gayretinde olacak. İnşâ edecek, ihmâl etmeyecek. Zamanımızda bu ihmal çok.

İslâm toplumu da, değil mi Efendim, İslâm toplumu da meselâ rahmet toplumu olacak.

Olacak.

Şimdi meselâ, Ramazanʼda hani daha çok İslâm yaşanıyor gibi gözüküyor. Ramazanʼın bir rahmet iklimi olması…

Olması lâzım.

Evet.

Meselâ, 1. Murad Han, Kosovaʼyı aldı ve şehîd oldu orada.

Evet.

Arkasından gelenler, Anadoluʼnun temiz halkını götürdü oraya.

Evet.

Orada bir rahmet insanı gördü oranın (halkı) Arnavutlar. Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu o rahmet insanlarını seyretmekle.

Fatih (İstanbulʼun fethinden) on sene sonra Bosnaʼyı fethetti. Yine Anadoluʼnun o temiz, berrak, saf, rahmet insanını taşıdı. Boşnakların yüzde yüzü müslüman oldu.

Evet.

Demek ki rahmet insanı olabilmek… Yani toplumumuzun en şeyi bu. Çorak insan değil, rahmet insanı olmak.

Rahmet insanı olmak.

Yağmur gibi, her girdiği yere bir hayat verecek bir müʼmin olabilmek. Güneş gibi, en kuytu şeyleri aydınlatacak bir müʼmin olabilmek.

Velhâsıl insana, hayvana, nebâtâta, onunla hayat bulacak bir rahmet insanı olabilmek.

Evet.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Rahmet insanı, Oʼna benzemenin gayretindedir.

Yani demek ki merhamette Oʼnunla beraber olmalıyız.

Rahmet Peygamberi, rahmet insanı.

Evet, merhamette Oʼnunla beraber olmalıyız. Cömertlikte, affedicilikte, tevâzuda, tebliğ heyecanında Oʼnunla beraber olmanın gayreti içinde olmalıyız.

Evet.

Hâlimizi dâimâ Oʼnunla bir mîzân etmeliyiz. Düşünmeliyiz ki; Allah Rasûlü benim hâlimi görseydi, acaba o gül yüzünde tebessümler mi açardı, yoksa -Allah korusun- birden yüzü bize, hâlimize mahzunlaşır mıydı?

Evet.

Zira Rasûlullah Efendimiz o Vedâ Haccıʼnda buyuruyor ki:

“…Sakın, (sakın, sakın) günah işleyerek beni mahcup etmeyin kıyâmet günü…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Zor sorular Efendim bunlar hepimiz için. Rasûlullah Efendimizʼi tebessüm mü ettireceğiz, yoksa mahzun mu edeceğiz? En zor soru…

Yaa, ne kadar seviyoruz?

Evet.

Yani gönlümüzün durumunu…

Oʼnunla karşılaşsak ne olur?

Yine Ahmet abi, Fusûsuʼl-Hikemʼde…

Evet.

Bir hadis naklediliyor, kudsî hadis.

İbn-i Arabî, Muhyiddîn İbn-i Arabî.

Tabi, tabi. Bunun ben, hadisin sıhhat durumunu bilemiyorum. Fakat mânâ olarak doğru.

Evet.

Orada:

“Ben insanın sırrıyım, insan da Benʼim sırrımdır.” buyuruyor. (Bkz. Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Demek ki Cenâb-ı Hak sırrını insana veriyor. En başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe.

“Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. (Yemezdiniz, içmezdiniz) sahralara düşerdiniz…” (Bkz. İbn-i Mâce, Züdh, 19)

Evet.

Demek ki Cenâb-ı Hak kendisine yaklaştıkça, mârifetullahtan nasip aldıkça, o kullarına sırlar vermeye başlıyor.

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Efendimizʼle Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın bir sohbetini uzaktan dinledi kenarda. Sohbet bitince, Ebû Bekir Efendimizʼin yanına yaklaştı:

“‒Ebû Bekir! (Dedi.) Ben (dedi), sizin içinizde bir Arapça bilmeyen bir zenci gibi kaldım (dedi). Siz (dedi) Allah Rasûlüʼyle beraber olduğunuz zaman böyle tenha böyle sohbet mi edersiniz?” dedi.

Ebû Bekir Efendimiz:

“‒Evet, biz (dedi) başbaşa kalınca (dedi), tevhid hususunda böyle sohbet ederdik.” buyurdu. (Bkz. Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 52)

O sırlardan ne anlamamız lâzım Efendim?

Ahmet abi, öyle bir ufuk açılıyor ki…

Evet. Ben insanın sırrıyım…

Demek ki tecellîler… Meselâ İbrahim Edhem Hazretleri diyor ki:

“İlâhî muhabbetteki (diyor), duyduğumuz lezzet, huzur, vecd, istiğrâkımızı (diyor), müşahhas bir şey olsaydı (diyor), krallar (diyor), imkân sahipleri (diyor), onu almak için (diyor), servetlerinden de tahtlarından da vazgeçerdi.” buyuruyor.

Bu öyle bir sır ki, onu buyurdunuz, meselâ Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakʼla mükâlemeden sonra kendisi dünyada mı, âhirette mi, Ârafʼta mı, nerede olduğunu kaybetti:

“‒Yâ Rabbi! Senʼi illâ göreceğim.” dedi.

Evet.

Cenâb-ı Hak:

“لَنْ تَرٰینِى” buyurdu.

Göremezsin, “…Benʼi göremezsin…” (el-A‘râf, 143)

Zerre kadar bir nur tecellî etti, dağ infilâk etti. Mûsâ -aleyhisselâm- düştü bayıldı. Bir rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- üç gün bir perdeyle gezdi, örtüyle gezdi. (Çünkü) gören düşüp bayılıyordu.

Tabi bu, kelimelerin muhtevâsında. Yaşanmadan idrâk etmek mümkün değil.

Evet.

İşte Mevlânâ sadece bunu biraz idrâk ediyor, şey yapıyor -af edersiniz- îzah ediyor: “Hamdım” diyor. Bütün zâhirî ilmin zirvesindeyken “hamdım” diyor. Tecellîler başladığı zaman “piştim” diyor. Ondan sonra “yandım” artık diyor.

Evet.

“Yandım yâ Rabbi” diyor. “Bir an evvel Sana kavuşayım yâ Rabbi” diyor. Yani o sırrın hakîkatine, menşeine gitmeye çalışıyor; “şeb-i arûs” diyor.

Bir de şey var değil mi Efendim, “Bende şudem, bende şudem, bende şudem” diye, böyle “köle oldum, kul oldum” diye, böyle şeyle…

Evet, bir feryat hâlinde.

Evet.

Yine Ferîdüddîn Attâr Hazretleri:

“Ben bir kuş idim (diyor. Bir misal veriyor). Âlem-i râzdan (diyor), sırlar âleminden uçtum…” diyor.

Evet.

“…Tâ ki aşağıdan yukarıya bir av götüreyim. Yani sırrımdan anlayan bir dost bulayım. Lâkin mahrem-i râz, yani sırra mahrem olacak kimseyi bulamadım. Geldiğim kapıdan geri döndüm.” buyuruyor.

Biraz sır konusu, herhâlde mahremiyet alanı gibi.

Çok mahrem. Çünkü kaldıramaz.

Yani insanın kolay anladığı bir alan da değil.

Şimdi, Ahmet abi bu şey bile, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri bile Fusûsuʼl-Hikemʼi, “bize âşinâ olmayanlar okumasın” buyuruyor.

Okumasın.

Okumasın diyor. Galat gelir diyor.

Ben bir defa okudum biraz, şaşırdığım yerler oldu.

Öyle, anlayamazlar. Yani ben de Ahmet abi okuyayım dedim, altından kalkamadım. Birtakım şifreler…

Evet.

Yani o şifreleri neyle çözeceksin? Yani kalple çözebilirsin. Kalp o kıvama geldiği zaman o şifreleri çözebilirsin.

Evet.

Yine evliyâullâhın diğer bir vasfı:

Dünyevî ve nefsânî zevkler onlarda ömürlerini bitirmiştir. Hayatlarında dâimâ:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.)

Geçmiştekileri tefekkür etmek. Çünkü o geçmiştekileri Kirâmen Kâtibîn tespit etti, âhirete havâle etti.

Dâimâ evliyâullah, bir hayatın, bir muhâsebesi hâlinde.

Diğer taraftan da:

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

(Ölmeden evvel ölünüz.)

Bu nefsânî arzulardan vazgeçmenin -zaten ölümle vazgeçilecek- ölmeden evvel bu, bir riyâzat hâlinde yaşayabilmek. Bu şekilde bir vazgeçebilmek…

Bunlar Efendim, bazen şöyle anlaşılıyor; yani el-eteği çekmek dünyadan gibi. Yani meselâ dünya zevklerinden vs. vazgeçmek dediğimizde, yani evlenmemek, mal-mülk sahibi olmamak, yani dünyevî hiçbir şeyi… Yani nasıl anlamalı bunu? Yani hem dünya içinde yaşayıp insan olarak… Evet.

Ahmet abi, bunu âyet-i kerîmede, Furkan Sûresiʼnde:

“…(İbâdurrahmân) israf etmezler, pintilik etmezler, orta bir yolda giderler.” (el-Furkân, 67)

Orta yol, hangi yol? Allah Rasûlüʼnün yolu.

Evet.

Allah Rasûlü evlendi.

Evet.

Gıdâsını da aldı.

Evet.

Her şeyiyle bize bir numûne, üsve-i hasene.

Evet.

Oʼnun hayat tarzını yaşayabilmek. İmtihan da oradan. Her şey iki uçlu bıçak gibi.

Evet. Hem imkânlar içinde olmak…

Kesrette vahdet. Yani kalabalıklar içinde, imkânlar içinde Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmek.

Şimdi, Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-ʼa “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor. “O ne güzel kuldu.” diyor. (Bkz. Sâd, 30) Saraydaydı fakat kalbinin dışındaydı saray. Kalbi kasa değildi.

Evet.

Eyyûb -aleyhisselâm- yokluk içindeydi. Evlât gitti, mal gitti, sıhhat gitti, vs. gitti. “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, “Eyyûb ne güzel bir kuldu.” diyor. (Bkz. Sâd, 44)

Demek ki burada şunu görüyoruz: Ağniyâ-i şâkirîn ve fukarâ-i sâbirîn, aynı evsaftaki iki uçlar.

Evet. Şükreden zenginler, varlıklılar; sabreden fukarâ…

Fakat Ahmet abi, bunlar nedrette.

Evet.

Ortası kesret.

Evet. Ortadakiler çok. Evet.

Tabi bu, bu zevklerden dünyevî zevklerden vazgeçince, mânevî zevkler geliyor.

Şöyle bir şey de olabilir mi Efendim? Yani ortalama insan diyelim meselâ, ortalama insan da yani en azından bu evliyâullâha yakın olma gayretinde olabilir mi? Onların dünya ile ilişkisi nasıl olmalı?..

Ahmet abi şimdi bu, tabi şimdi Cenâb-ı Hak:

مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ

(“…Bize tâkatimizin yetmediği şeyleri yükleme!” [el-Bakara, 286]) buyuruyor.

Evet.

Tâkat fazlasını istemiyor. Fakat tâkati istiyor.

İstiyor. Evet.

Şimdi, bize Allah…

Tâkat ne? Evet.

Bir kişi, meselâ bir -müşahhasa çevirelim- 25 kiloluk taşıyacak bir imkân verdi.

Evet.

Eğer bunu 20 kilo taşırsa, o 5 kilodan mesʼûl.

Evet.

Fakat Cenâb-ı Hak 26 kilo istemiyor.

Tâkatinin gereğini yapmadı.

Öbürüne 40 kiloluk bir tâkat veriyor.

Evet.

O da 30ʼda kaldı, 10ʼundan mesʼûl.

Evet.

Fakat Cenâb-ı Hak 41 istemiyor.

Evet.

Yani Cenâb-ı Hak…

41ʼi taşıyıp belini kır demiyor, ama 40ʼı da taşıyalım…

Çünkü yani, nefis zaten ölmeyecek.

Evet.

Fakat nefis kullanılacak. Nefse hâkim olunacak.

İşte Gazâlî Hazretleri; “Nefis (diyor) at gibidir (diyor). Terbiye edersen seni istediğin yere götürür. Terbiye etmezsen (diyor), uçurumdan aşağı seni an gelir atar.” diyor.

Evet.

Bir öfke, berbat eder götürür.

Evet.

Velhâsıl, bu, dünyevî zevklerden vazgeçmek. Orada bir misal var:

Sahâbeden Hârise bin Mâlik el-Ensârî var. Bu çok vecdle dolu, istiğrakla dolu bir gönül insanıydı.

Evet.

Ona; Allah Rasûlüʼnün sohbetinde vecd ile dolardı, istiğrak hâlinde yaşardı. Efendimiz bir sabah sordu:

“‒Yâ Hârise! Nasıl sabahladın?”

O da diyor:

“‒Hakîkî bir müslüman olarak.”

“‒Peki o zaman delilin ne? (Dedi.) Çünkü (dedi), her hâl ve hakikatin bir delili vardır. Senin îmânının hakikatinin delili nedir?” dedi.

Allah Allah! Evet.

Hârise dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Dünyadan el-etek çekince (dünyevî zevklerden öteye geçince) gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arşʼını açıkça görür gibi oldum. Birbirini ziyaret eden Cennet ehliyle, yekdiğerine düşman kesilen Cehennem ehlini görür gibiyim yâ Rasûlâllah!”

Bunun üzerine Allah Rasûlü:

“‒Tamam yâ Hârise! (Dedi.) Sus (dedi), bu hâlini muhâfaza et. Sen kalbinin nurlandığı bir kimsesin.” dedi. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57)

Yine:

“Bir kimse, Allâhʼın kalbini nurlandırdığı bir şahsı görmek isterse, Hâriseʼye baksın.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 289)

Evet.

Mevlânâ da bunu biraz daha açıyor, daha böyle şey hâle getiriyor, mufassal hâle getiriyor. Bu istiğrak hâlini beyitlerinde Mevlânâ şu şekilde îzah ediyor:

Zeyd (Hârise), Rasûlullâhʼa:

“‒Gördüklerimi anlatayım mı?” diyerek izin ister ve anlatmaya başlar:

“‒Yâ Rasûlâllah! İnsanların yarın diye bildikleri mahşer gününü bugün ortaya koyayım mı? Haşr ve neşrin bütün sırlarını açığa vurayım mı? Emret, bu sırrın perdelerin yırtayım mı? İçimdeki ilâhî hikmetler cevheri, göklerin Güneşʼi gibi parlasın yâ Rasûlâllah emret!

Yâ Rasûlâllah! Emret, kimler dünya kir ve çirkinlikleri arasında hâlis altın ve pırlantalar gibi kalmayı becerebildi? Kimler de küfrün kızıl ve kara rengiyle paslandı? Anlatayım mı?

Nübüvvetinin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi uçurumunu ayân edeyim mi?

Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim mi? Orada peygamberler için çalınacak tabl ve kösün sesini duyurayım mı?

Coşkun ve taşkın bir hâlde bulunan Kevser Havzıʼnı göstereyim mi? Suyu halkın yüzüne serpilsin de sesi de kulaklarına değsin.

Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim. Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor, bağrışmaları neredeyse kulağıma geliyor.

Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbiriyle musâfaha ediyorlar.

Cehennemlikler ise âh-vâh âvâzeleriyle inleyip feryâd ü figan etmeleri âdeta kulaklarımı sağır edecek.

Bunlar, derinden söylediğim birtakım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim ama, Rasûlullâhʼın azarlamasından korkuyorum…”

O sekr-i mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile kendinden geçmiş, şuurunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle gelmişti.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu bu hâlden uyandırmak için:

“‒Kendini topla ve sus.” dedi.

Evet.

Hazret-i Zeydʼin (Hâriseʼnin) yakasını çekti.

Allah Allah!

Ve şöyle buyurdu:

“‒Kendine gel! Dilinin dizginlerini tut…”

Allah Allah!

“‒Dilinin dizginlerini tut ki, söylenmeyecek sözleri söyleyecek hâle geldin. Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı.

Allah Allah!

Ancak unutma ki, nâil olunan sırları açığa vurmak, onları hazmetmekten âciz kaldığın içindir. Allâhʼın isimlerinden biri de Settârʼdır. Bunu bil ve bu sıfatlarla sıfatlanmanın saâdetini, kuru bir hazımsızlığa kurban etme!”

Allah Allah!

Mesnevî ne güzel burada açıklıyor.

Evet.

Velhâsıl demek ki insan, işte “Sırrıyım.” Bir sır deryâsı hâline geliyor.

Evet.

İşte bu tecellîler ayrı ayrı.

Evet.

Meselâ Cenâb-ı Hak vehbî olarak bu tecellîleri veriyor.

Evet.

Bir kuluna veriyor, diğer kuluna vermiyor.

Evet.

Diğer kuluna azını veriyor, diğer kuluna çoğunu veriyor. Bunlar hepsi kaderin bir sırr-ı ilâhîsi. Beşer idrâkiyle…

Belki Peygamberimizʼin o îkâzından, bu tür sırları fâş etmek de, yani gerekmiyor değil mi?

Gerekmiyor.

Peygamberimiz böyle bir îkazda da bulunuyor.

Tabi, tabi Ahmet abi. Bu, bâzı meczuplar var…

Evet.

Bunlar tabi gelişigüzel söylüyor. Belki içinde doğru da olur, hissiyat da olur, yanlış da olabilir. Halk bunların çok peşinden gider maalesef.

Evet.

Yani, bu bir sırr-ı ilâhî. Yani vehbî bir hâdise.

Vehbî bir hâdise.

Bu çalışmakla olacak bir iş değil. Bu vehbî hâdise. Tabi bir “اَحْسَنُ عَمَلًا” (En güzel amel.) Bunun neticesinde Cenâb-ı Hak bazı kullarına bizim idrâkimizin dışında bir tahsis olmuş oluyor.

Yine bir husus:

Onlar sözlerinde sâdıktır. Aslâ vaatlerinden dönmezler. Yine âyet-i kerîme…

Allah dostları…

Tabi. Müʼminûn Sûresi:

“O (müʼminler) ki emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” (el-Müʼminûn, 8)

Yine:

“…Bu (kıyâmet), sâdıkların sadâkatinin fayda vereceği gündür.” (el-Mâide, 119) buyruluyor.

Tabi bu, sâdık olabilme.

Evet.

Sadâkat, şey olabilme. Zaten bu, şahsiyet ve kimliktir bu. Bir Allah dostunun bir dergâhında altın dağıtılmaz. Dünyalık, makam dağıtılmaz. Fakat kullar oraya akın akın gider. Oradaki bir şahsiyet ve karaktere hayran olurlar.

Evet.

Geçmişlerde bile böyle. Meselâ bir Eyyûb el-Ensârî Hazretleriʼnin türbesine gittiğin zaman, binlerce bir akın var. Oraya gidenler niye gidiyor? O şahsiyete ve o karaktere hayran olarak gidiyor. “Bu insanda Allah rızâsı tecellî etti.” diyor.

Demek ki bu insanlar, dâimâ karakter ve şahsiyete hayrandır. İşte, Efendimiz de İslâmʼı tebliğ etmeden evvel:

“‒Şu dağın arkasında düşman atlıları var desem kabul eder misiniz?” dedi.

Onlar:

“‒Sen el-Emînʼsin, es-Sâdıkʼsın, Senʼin her dediğin doğrudur.” dediler. “İçimizde en doğru insan Senʼsin.” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)

Evliyâullâhʼın bir vasfı da bu oluyor. En doğru…

Sıdk.

Sıdk.

Peygamberimizʼin vasfı. Peygamberlerin vasfı, aynı zamanda evliyâullâhın vasfı. Evet.

Diğer bir husus:

Onlar ayıpları örterler.

Evet.

Cenâb-ı Hakkʼın “settâruʼl-uyûb” esmâsından bir tecellî almışlardır.

Evet. O da önemli bir terbiye, değil mi, ayıp örtmek.

Tabi.

İnsanlar ayıp görmekten daha çok sanki memnun oluyorlar, yani…

O, nefse lezzet veriyor.

Lezzet veriyor.

Lezzet veriyor, yani onda bu hatâ var, bende yok.

Evet.

Bir nevî o, gizli bir kibir alâmeti oluyor.

Evet.

Onun için tevâzu ve hiçlik hâlinde olurlar. Dâimâ “Sen yâ Rabbi!” derler.

Evet.

Günaha olan nefreti günahkâra taşırmazlar.

Bunu biraz açar mısınız Efendim? Günaha olan nefreti günahkâra yansıtmazlar.

Onları yaralı bir kuş gibi görürler.

Evet. Bunun ayağı kaydı, bu kurtarılması lâzım gibi, değil mi?

Evet. Meselâ basit bir misalden bahsedeyim:

Hâtem-i Esam vardır meşhur.

Evet, bir Allah dostu.

“Sağır Hâtem” dediler.

Evet.

Bir müridi, bir hanım, onun yanında gayr-i ihtiyârî olarak yellendi. Kadın utandı, renkten renge girdi. Bunu nasıl telâfi edecek Hâtem-i Esam Hazretleri: Sağır olmak sûretiyle.

“‒Kızım! (Dedi.) Hızlı söyle, kulağım duymuyor.” dedi.

Evet. Sağır bir adam rolü yaptı.

O zaman kadın ferahladı.

Evet.

Huzur buldu. Utanması şey oldu.

Demek ki duymadı.

Ayıpları örterler. Yine buna ayrı bir misal:

Medîne-i Münevvereʼde, Mekke-i Mükerremeʼde Ramazanʼlarda iftar sofraları kurulur, akşam ezanıyla beraber. Yoğurt, pide, vs… Orada bir pide getiren birisi dedi ki:

“‒Burada (dedi) deve eti yok (dedi), herkes rahatlıkla yiyebilir.” dedi.

Ben hayret ettim:

“‒Niye, devede ne mahzur var?” dedim. Temiz hayvan, ot yiyen hayvan, kurban edilen bir hayvan.

“‒Burada (dedi) bazı görüşler var (dedi) deve eti abdesti bozuyor diye yemezler.” dedi.

Allah Allah.

Bu bende hayret meydana geldi. Deve eti niye yenmesin? Rasûlullah Efendimiz yiyor. Herkes, bütün buranın halkı yiyor. Bizler geldikçe tadıyoruz. Sonra bir hâdise bunu açığa çıkardı:

Rasûlullah Efendimiz ashâb-ı kirâmla beraber deve eti yediler sofrada. Tam namaza duracaklar, sahâbînin birinde gayr-i ihtiyârî bir yellenme oldu.

Evet.

Rasûlullah Efendimiz orada, “yellenen abdest alsın” buyurmadı. “Deve eti yiyenler abdest alsın.” buyurdu. Yani bir kişiyi utandırmamak için, Rasûlullah Efendimiz bütün ashâb-ı kirâma yeniden abdest aldırdı.

Evet, güzel.

Onun için…

Ayıp örtücülüğün hârika bir örneği.

Ayıp örtücülük. Onun için “Settâr” sıfatından tecellî vardır. Hak dostları incitmezler, incinmezler.

Evet.

İncitmeyerek îkazda bulunurlar. Birtakım nâdanların yaptığı gelişigüzel davranışlardan da incinmezler. Hattâ onların hidâyeti için duâ ederler. Onun için Cenâb-ı Hak da bu “Settâruʼl-Uyûb”.

Cenâb-ı Hak Nûr Sûresiʼnde:

“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyurdu.

Mistah isimli birisi, Hazret-i Ebû Bekir Efendimizʼin çok sadaka verdiği bir kişiydi. Hazret-i Âişe Vâlidemizʼe iftira atanlardan biri de bu çıktı. İftira atılan; en iffetli bir âile. İftira atılan; Allah Rasûlüʼnün âilesi, zevcesi. İftira atılan; ümmet-i Muhammedʼin annesi, ümmehât, Ebû Bekir Efendimizʼin kızı. Çok ağır bir cürüm.

“‒Ben de bundan sonra sadaka vermeyeceğim Mıstahʼa.” dedi.

Hazret-i Ebû Bekir.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-. Onun üzerine:

“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Âyet iniyor.

Âyet iniyor Nûr Sûresiʼnde 22. âyet. Onun üzerine Ebû Bekir Efendimiz:

“‒Evet (dedi), Allâhʼın beni affetmesini isterim.” dedi. Yine Mıstahʼa sadaka vermeye devam etti.

Evet. İncinmemek de kolay değil, değil mi Efendim?

O çok zor.

Evet.

O çok zor.

Hani incitmekten insan kendini alıkor da…

Tabi o çok zararlı. O içinde, şuuraltında kalır o. O çok zor. Onu hayatta herhâlde hepimiz denedik de…

Evet.

Hepimizin içinde bir burukluk oluyor.

Oluyor evet.

Meselâ bir cam kırılsa, camı yapıştırsanız, o camı yapıştıran çizgisi belli oluyor.

Belli oluyor.

Bu demek ki nasıl bir şey? Zirve; Efendimiz.

Evet.

Meselâ orada Esved geldi, Zeyneb Vâlidemizʼi şehîd eden, deveden düşüren. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedüʼr-Rasûlullah” diye geldi. Efendimiz, öyle bir kelime-i tevhîdin aşkı içinde ki, ona sormadı bile.

Evet.

İşte, onlar güzel ahlâk üzeredir. Kimseye kızmaz. Aslâ kin gütmezler. Hiç kimseye kötü söz söylemezler. Hatâları da nezâketle îkaz ederler. Galat-ı ruʼyeti de çoğu zaman kendilerine izâfe ederler.

“Ben yanlış görmüşüm” gibi derler.

Tabi, tabi, galat-ı ruʼyet.

Bir de Fudayl bin Iyaz Hazretleri var. O diyor ki:

“Ben, Allâhʼa karşı bir suç işlediğimde, bunu merkebimin ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım.”

Yani bir günah işlediğimde onların ahlâkı ve davranışları bozulur.

Allah Allah…

Onların hâli bana bir aynadır diyor.

Yani çevrede birtakım yanlışlıklar oluyorsa, biraz kendimize de bakmak lâzım değil mi?

Evet, evet.

Yani evimizde, çocuklarımızda bir yanlışlık oluyorsa.

Yaa evet.

Onlar -diğer bir husus- tatlı dille “emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker”de bulunurlar. Yumuşak ve tatlı sözlerle, mahzâ, onların tatlı sözleri mahzâ ilim ve hikmettir. Zira sözleri Kurʼân-ı Kerîmʼe muvâfık, hadîs-i şerîflerle mutâbakat hâlindedir. Lisanları da şerîat-i garrâ-i Muhammediyyeʼnin tercümânı hâlindedir. Kaba ifadeler aslâ yoktur. Zira Lokman Sûresiʼnde de:

“…En bed ses, merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19)

Demek ki onlarda, bağır-çağır, öfke vs. onlarda yoktur.

Evet.

Çok ayrı bir hususiyet: Bu, yine kendimizi mesʼûl görmek.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- rivâyet ediyor:

Ashâb-ı kirâm arasında diyor, şu hakîkati müzâkere ederdik diyor:

“Kıyâmet gününde bir kişinin, hiç tanımadığı bir kişi yakasına yapışır. O der ki:

«‒Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum.» der.

Yakasına yapışan kişi der ki:

«‒Dünyadayken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de beni îkaz etmezdin. Beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Bkz. Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)

Yani “emr biʼl-mârûf” yapmak, bir müʼminin diğer müʼmine yönelik hakkı olarak…

Hakkı oluyor, hakk-ı mükteseb oluyor.

Evet.

Yani bu da çok ağır bir şey. Yani yüreğinin uzandığı yere kadar gidebilmek.

Evet.

İşte ashâbın; bir ashâbın yüreğinin uzandığı yer Çinʼdi, oraya gitti. Öbürünün Semerkandʼdı oraya gitti…

O günün şartlarında…

Öbürü İstanbulʼun fethi, İstanbulʼa gitti. Öbürü, krala karşı, krallara karşı, cellâtların yanına gidip İslâmʼı tebliğ etmekti, o tebliği yaptı.

“İslâm ol, kurtul” mesajı…

Evet, yaa.

Yine onlar, -latîf bir lisan demiştik- Cenâb-ı Hakkʼın Kurʼân-ı Kerîmʼde bildirdiği lisanla hitap ederler.

“قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor Cenâb-ı Hak. “İkramkâr ve iltifatlı söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 23) Kime? “Annen-baban yaşlanır, çocuklaşır, onlara sakın ha üf deme! Onlara “قَوْلًا كَرِيمًا” iltifatlı, ikramkâr söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 23)

Yine قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. (el-İsrâ, 28) Yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle.

“قَوْلًا مَعْرُوفًا” buyuruyor. (el-Ahzâb, 32) buyuruyor. Güzel ve tatlı dille konuş buyuruyor.

Yine “قَوْلًا مَعْرُوفًا” buyuruyor. Yani yerinde ve uygun söyle buyuruyor.

“قَوْلًا لَيِّنًا” buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44) Suyun akışı gibi söyle buyuruyor.

“قَوْلًا بَلِيغًا” buyuruyor. (en-Nisâ, 63) Açık-seçik, belâgatli bir lisan kullan buyuruyor.

Evet. Söz disiplini.

Söz disiplini. Onlar -bir husus- kendilerine ârız olan mal sevgisi, fakirlere yardım etme gâyesiyledir.

Yani mal sevgisi bulunur ama fakirlere yardım etmek için.

İnfak etmek için.

İnfak etmek için.

Mal kazanmak için, onların gönülleri bir an bile Hakʼtan gâfil kalmazlar.

Evet.

Hakkʼın huzûrunda bulunmalarına aslâ mânî olmaz.

Efendim, Gönenli Mehmed Efendi vardı Sultanahmed İmamı. Evliyâullahtan bir zât. O derdi:

“Ben (derdi) parayı çok seviyorum.” derdi.

Evet. Niye Efendim?

Yaşadığı hayat: Evine ziyaret gittim. Bir kırık somya, bir kilim, bir de saçtan bir soba vardı.

Kendisine harcamıyor yani.

Şimdi. “Ben çok seviyorum. Çünkü bununla ben, hâfızları okutuyorum.”

Talebe okutuyorum.

Talebe okutuyorum, şey yapıyorum…

Evet.

Bu bir, demek ki bir amel-i sâlihin bir huzuru içinde olabilme. Parayı orada kullanabilme.

Mûsâ Efendi Hazretleri de, değil mi Efendim?

Evet.

Yani müʼmin, infak etmek için imkâna sahip olacak.

Efendim, evet, zâten biz şeyken, af edersiniz, daha çocukken, o devirlerde Kurʼân Kursu yoktu İstanbulʼda.

Evet.

Bir Nuruosmaniye vardı. O da zorla açıldı. Başka da böyle câmi kenarlarında, harâbe yerlerde filândı. O zaman baba, Anadoluʼdan, kilimi böyle urganla bağlar, çocuğu da yanında, İstanbulʼa getirir…

Evet.

Hâfız olsun, Allâhʼın kelâmını öğrensin diye. Tabi hangi kapıya gitse boş. Bir şey alamaz, kimi korkar, kimi şey yapar…

Evet.

En nihâyet, Sultanahmedʼde Gönenli Mehmed Efendi Hazretleriʼne gider. O ona bir yer bulmaya çalışır.

Evet.

Bütün gayret de bu.

Yaa, Allah râzı olsun.

Yaa.

Allah rahmet eylesin.

Velhâsıl kalplerin bir dergâh hâline gelebilmesi, en mühimi Ahmet abi.

Kalplerin dergâh hâline gelmesi.

Dergâh hâline gelmesi. Bütün, yani, herkese karşı yumuşak, iyilikle davranırlar. Lûtuf, şefkat ve merhametle muâmele ederler. Halkın tabiatlarında bulunan o karanlıklardan kurtarıp ruhlarında bulunan nurlara yükseltmek için onlara meyil ve muhabbet beslerler.

Bu muhabbet de ancak Allah içindir. Onun için Cenâb-ı Hak, kalplerini bir dergâh hâline getirir.

Meselâ, bugün âilesiyle arası açılan bir kimse, işi bozulan bir kimse; öfkeleniyor, bağırıp çağırıyor, dövüyor, sövüyor vs. Maça gidiyor, maçta bir deşarj oluyor.

Evet.

Eskiden ne yapıyordu? Bir dergâha giderdi. Dergâhta bir tesellî bulurdu, huzur bulurdu. Birkaç tane tatlı söz dinlerdi.

Kalbi durulur.

Veyahut biraz ikram da görürdü.

Evet.

Selâmete çıkar, huzur bulurdu.

Belki şey de Efendim, güzel yüzler görür. “Kalpten kalbe akış vardır.” buyruluyor.

Tabi. Akisler gelir.

Mevlânâ da bu hususta diyor ki:

“Karanlık ne kadar güçlü ve zifiri olursa olsun, bir kibrit çakmayı becerebilirsen, o karanlığı aydınlatırsın.”

Bir gönle bir ferahlık verirsen…

Ne güzel, evet.

Yaa. Onun için;

“Lûtuf merhemi ol, inciten diken olma. Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan; kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma. Her hâlinle amel-i sâlih içinde olmaya dikkat et.” buyuruyor.

Tabi onlar, insanlara akılları ölçüsünde konuşurlar.

Evet.

Firâset sahipleridir.

Anlatıldığına göre ashâb-ı kirâmdan Ebuʼd-Derdâ Hazretleri Şamʼda kadılık yapıyordu. Bir gün halkın bir günahkâra sövüp saydığını işitti. Onlara:

“‒Siz, kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?” diye sordu.

“‒Ona ip sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” denince, Ebuʼd-Derdâ Hazretleri bu defa:

“‒Öyleyse ona ağır sözler söylemeyin. Size âfiyet veren Allâhʼa hamd edin. Günah kuyusuna düşmüş bir kardeşinizi de kurtarmaya çalışın.” dedi.

Evet.

Şaşırdılar:

“‒Sen bu günaha karşı düşmanlık duymaz mısın?” dediler.

Rasûlullâhʼın terbiyesinde yetişmiş bulunan Ebuʼd-Derdâ Hazretleri şu hikmetli cevabı verdi:

“‒Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım. O günahı terk ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir.”

Yani Hak dostları…

Silmiyor yani.

Evet. Yani Hak dostları, günaha olan nefreti günahkâra taşırmazlar. Onu yaralı bir kuş gibi kabul ederek, gönül sarayında irşad ve ıslah etme gayreti içinde olurlar.

Bu, Sâmi Efendi Hazretleri zamanında da -sizler de anlattınız bunu çok- yani bir sarhoşun kapıya gelmesi…

Evet, evet.

“Gidecek başka kapı var mı?” demesi.

Evet, evet, evet…

Nasıl bir ıslah olması sonra.

Evet.

Sonra onların diğer bir husûsiyeti, merhamet yüklü…

Allah dostları, merhamet yüklü…

Allah dostları… Meselâ Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir keşif oluyor, Ebû Hafs Haddad diye birisi, o günün kutbundan olduğu kendisine keşfoluyor.

Gidip göreyim diyor. Nasıl hâli diyor. Ben de o hâl ile hâlleneyim diyor.

Bir demirciye diyor, gittim baktım diyor. Demiri dövüyordu diyor, şekillendirmek için diyor. Bir taraftan da ağlıyordu diyor, ateşin karşısında.

“‒Niye ağlıyorsun?” dedim diyor, bu ateşin karşısında.

“‒Bu günahkârların Cehennemʼde hâli nasıl olacak?..”

Evet.

Dedim:

“‒Onlar seni niye bu kadar çok alâkadar ediyor?”

Dedi ki:

“‒Benim fıtratım, mâye-i merhametle yoğrulmuştur. Bir müʼmin, bir cefâ görürken ben huzur bulamam.” dedi.

O zaman diyor Bâyezîd-i Bistâmî, anladım ki diyor, bunlar diyor, “nefsî nefsî” diyenler değil, bunlar “ümmetî ümmetî” diyenler…

Evet.

Grubundandır, toplumudur.

Peygamberimizʼin o ahlâkını almış.

Tabi. Meselâ Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼnde gördüğümüz; bir “hiçlik” hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, sahipsiz yaralı hayvanlara hizmet ediyor. O insanları, hayvanları geçiyor, yolları temizliyor yedi sene. “En çok (diyor), kalbî merhaleleri de bu hizmette aldım.” buyuruyor.

Bunun gibi evliyâullahta misaller çok.

Evet Efendim.

Bunlar -diğer bir hususiyet- herkese idrâkine göre hitâb ederler.

Evet.

Çünkü Efendimiz, dâimâ onu şey yapardı. Hattâ birisinden bahsedildiği zaman “كَيْفَ عَقْلُهُ” buyururdu.

Aklı nasıl?

Aklı nasıldır? Onun aklı, idrâkine göre onu şey yapmak, değerlendirmek.

Belki şu da anlaşılabilir mi Efendim? Yani çok kafa karıştırıcı şeyler söylemezler yani.

Evet, tabi. Yani şeyine göre konuşurlar, idrâkine göre.

Evet.

Yani şimdi bir ilkokul çocuğuna bir üniversitede okuyan bir talebenin bilgisini verebilir misiniz?

Evet, mümkün değil.

Veremezsiniz. Bir süt çocuğunun ağzına baklava yedirebilir misiniz?

Evet.

Baklava lezzetli ama, o çocuk onu hazmedemez.

Yine bir husus:

Kendilerine ikram ve ihsan olunan mârifetten, başkalarını da nasiplendirmenin gayreti içinde bulunurlar.

Evet.

Yani o, Allâhʼın verdiği o nîmeti paylaşmanın bir heyecanı içindedirler.

Onun için Mevlânâ diyor ki:

“Benim beyitlerim beyit değil, bir mânâ cihanıdır. Hezlim de hezil değil, teʼdibdir.” Yani bazen ben diyor, bu boşluk vadilerine girerim diyor. “Kıssalarım basit ve sıradan sözler değil, tâlimdir. Sırları îzah ve idrâk ettirmek içindir benim bütün bu Mesnevîʼm.” diyor.

Evet.

Diğer bir husus:

Onlar, insanların akîdelerini tashih ederek şüpheli şeylerden giderirler. Müphem kalan, îzaha muhtaç olan hususları açığa kavuştururlar. Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat yolunu tatbik ederler.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Siz, insanların iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)

Diğer bir husus:

Onlar, Kurʼân-ı Kerîm üzerinde çok hassastırlar. Gönül aynalarını dâimâ Kurʼân-ı Kerîm ile cilâlandırırlar.

Zira Peygamber Efendimiz her hâlde, her vesîleyle Kurʼân okurdu. Evliyâullah da o minval üzere hayatlarına devam ederler.

Efendimiz, insanlara İslâmʼı anlatırken, ashâbına sohbet ederken Kurʼân okurdu. Bir meseleyi îzah ederken o mevzuyla alâkalı âyetleri okurdu. Gece ibadetinde uzun uzun Kurʼân-ı Kerîm okurdu.

Hattâ hicrette, Sürâka diyor:

“‒Öyle yaklaştım ki (diyor), Allah Rasûlüʼnün Kurʼân tilâvetini işitecek kadar bir yakınlık peydâ oldu.” diyor.

Efendimizʼin en çok Kurʼân-ı Kerîm okuduğu zaman, Ramazân-ı Şerîf ayıydı. Cebrâil ile bu ayda her gece Kurʼân-ı Kerîmʼi mukâbele ederlerdi. Vefâtından önceki Ramazanʼda bu mukâbeleyi iki sefer tekrarladılar.

Rasûlullah Efendimiz yalnız Cebrâilʼle değil, ashâb-ı kirâmla da mukâbele hâlinde olurlardı, buyruluyor.

Efendim, bundan sonra, müʼmin olabilmenin mesʼûliyetini düşünmemiz lâzım. Bilhassa bu Ramazân-ı Şerîfte. Bunun için düşüneceğimiz, en mühim, toplum olarak…

Evet.

Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim medeniyetimiz, asr-ı saâdet medeniyetidir, fazîletler medeniyetidir. Şahsiyet ve karakter olarak bizler de bu medeniyeti temsil edebilme gayreti içinde olabilmemiz zarurîdir.

İnsanlığa fazîlet ve güzel ahlâkta numûne olabilmek vazifemizdir. İslâmʼa bağlılık, samimiyetimiz, ibadet, muâmelât, bilhassa muâşerette gayret etmeli, dâimâ İslâm ahlâkını temsil etmeliyiz.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“İnsanları (Kurʼân ile) Allâhʼa davet eden, amel-i sâlih işleyen, «ben müslümanlardanım» diyerek (bir İslâm ahlâkı ve İslâm şahsiyetini temsil edenden) kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33) buyuruyor.

Bu hâl ile hâllenebilmek. Dâimâ:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Bunun idrâkinde her zaman olacağız, Ramazân-ı Şerîfte -inşâallah- bunun daha bir idrâki içinde olacağız.

Yine Cenâb-ı Hak:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) buyuruyor.

Şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. İçimizdeki duyguları bir biz biliyoruz, bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Niyetlerimizi rızâsıyla telif etmesi için, Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edeceğiz.

İnşâallah bir huzur verici bir Ramazân-ı Şerîf, bir Kadir Gecesi yaşarız. Son nefesimiz -inşâallah- o Kadir Gecesiʼnin bir rûhâniyetinde olur. İnşâallah hayatımızı bir Ramazan hâline getirebilmeyi son nefesimizi de bir Kadir Gecesi gibi bir rûhânî mevsimde olmasını Cenâb-ı Hak cümlemize -inşâallah- ihsan eylesin, ikram eylesin.

Âmîn.

Rabbimiz cümlemizden râzı olsun -inşâallah-.

Âmîn. Efendim çok teşekkür ederiz. Allah râzı olsun. Bir müʼmin şahsiyeti çerçevesi ifade buyurdunuz, Allah dostlarının şahsında. İnşâallah o işaretlerinizden şahsiyetlerimize böyle…

Âmin, yansımalar olsun -inşâallah-.

Güzellikler taşımaya gayret ederiz Efendim. Çok teşekkür ederiz.

İşte Ahmet abi, ufuk derin, sonsuz ufuk.

Evet, -inşâallah- o ufka doğru en azından…

Cenâb-ı Hakkʼa varılacak ufuk…

Efendim, karıncaya sormuşlar, yahut kaplumbağaya sormuşlar:

“‒Yolculuğun nereye?” demişler.

“‒Kâbeʼye.” demiş.

“‒Adımın nedir?” demişler.

“‒Bırak bu yolda…”

Öleyim demiş.

“‒Öleyim.” demiş.

Cenâb-ı Hak -inşâallah-.

İnşâallah.

Nasîb eylesin.

Efendim, en son şunu da şey yapmak isterim:

Halkın gözünde dervişlik deyince, yani bir halkın gözünde bu şey gelir, hırka ile –Yunus Emreʼnin ifade ettiği gibi- hırka, cübbe vs. bir dış kıyafet gelir.

Evet.

Yunus Emre bunu ne güzel ifade eder:

“Derviş gönülsüz gerektir.”

Evet.

Yani şahsına yapılan uygunsuz hareketleri sükûtla karşılar.

“Sövene dilsiz gerektir.”

Susmak gerektiği an susar. Susmakla bertaraf eder.

“Dövene elsiz gerektir.”

Cenâb-ı Hak:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir önle…” (Fussilet, 34) buyuruyor.

“Halka beraber gerekmez.” buyuruyor.

Velhâsıl Yunus Emre, bu dervişliği ne güzel îzah ediyor. Kalbin dergâh hâline gelmesi.

Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin -inşâallah-.

Âmîn!..