Ramazan Muhâsebeleri (3)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZAN MUHASEBELERİ – 3

Hayırlı günler, değerli dinleyiciler, değerli seyirciler.

“Ramazan Muhâsebeleri” konulu yeni bir sohbette birlikteyiz.

Bugün Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendiyle -inşâallah- sohbet edeceğiz. Kendilerinden, Allah dostlarının fârik vasıfları, fark edilen, fark edilmesi gereken vasıfları üzerinde -inşâallah- değerlendirmelerini dinleyeceğiz.

Efendim, hoş geldiniz.

Teşekkür ederiz.

Nasılsınız, âfiyettesiniz Efendim?

Allah râzı olsun. Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîfʼimizi mübârek eylesin.

Allah âfiyet versin Efendim. Allah dostlarının fârik vasıfları üzerinde konuşmayı arzu ettik zât-ı âlînizle. Merhum üstad Necip Fâzıl Kısakürekʼin bir hani “Sonsuzluk Kervanı” şiiri var. Orada:

Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben

Üç ayakla seken topal köpeğim

Bastığınız yeri taş taş öpeyim

Bir kırıntı yeter kereminizden

Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben…

 

Gidiyor, gidiyor nurdan heykeller

Ufuk, önlerinde bayrak kulesi

Bu gidenler Altın Kol silsilesi

Ölçüden, âhenkten daha güzeller

Gidiyor, gidiyor nurdan heykeller…

Diyor üstad. “Nurdan heykeller” diyor.

Evet, yaa…

“Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.”

Yani bir, biraz Allah dostları önümüzde ufuk gibi de aynı zamanda.

Evet, yani “mânevî âbideler”.

Mânevî âbideler. Ulaşılması gereken, böyle, ufuklar olarak. Zât-ı âlîniz lûtfederseniz Efendim; nasıl bir Allah dostu ufku var önümüzde bizim, yakalamamız gereken? Lûtfeder misiniz, buyrun Efendim.

Efendim. Hak dostlarının bir târifini yapmak arzu edersek:

Hak dostları, nefsânî arzularını bertaraf etmiş, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirmiş, takvâ yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, kalbî merhaleler neticesinde selîm bir kalbe ulaşmış, “veresetüʼl-enbiyâ” şerefine nâil olmuş bahtiyarlardır.

Yani Hak dostları, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Onlar, yani o Hak dostları, Hazret-i Peygamber ve Oʼnun ashâbını görme şerefine nâil olamayan bütün insanlar için, müşahhas rehberlerdir.

Evet. Çok enteresan, çok güzel bir çerçeve. Hakîkaten, derli toplu, bir Allah dostları ufkunu ortaya koyan, müʼminin yakalaması gereken ufku ortaya koyan bir çerçeve.

Dostluk, müştereklikten meydana gelir. Cenâb-ı Hak müʼmin kullarıyla dost olmak arzu ediyor. Dostluğun mükâfâtı olarak da Yûnus Sûresiʼnin 62. âyetinde:

“Biliniz ki Allah dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Demek ki insan için çok geçitler var. Dünyadaki med-cezirlerden sonra bir ölüm geçidi var, bir kabir âlemi var. Bir zor gün, bir âhiret âlemi var. Sırat üzerinden, âyet-i kerîmede; “Cehennem üzerinden geçireceğiz.” buyruluyor. (Bkz. Meryem, 71. Ayrıca bkz. Müslim, İman, 302)

Velhâsıl önümüzde çok uzun merhaleler var.

Burada Efendim, izin verirseniz.

Estağfirullah.

Bu “Allah dostu” kavramı Kurʼânî bir kavram, Kurʼânʼda yer alan bir kavram. Oradan yola çıkıp sanki Allah dostluğunun bir defteri var da insan oraya yazılması gerekiyormuş gibi hissediyorum, doğru mu Efendim?

Evet, doğru, doğru. İşte Cenâb-ı Hak böyle dost olanlara:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar o gün korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyuruyor. Yani Cenâb-ı Hak dostluğun bir vefâ, bir mükâfâtını Cenâb-ı Hak ihsân ediyor.

Yine 63. âyette Cenâb-ı Hak yine bir tavsif ediyor:

“Onlar îmân edip de takvâya ermiş olanlar.” (Yûnus, 63)

Fakat Cenâb-ı Hak sırf böyle, kuru, “ben inandım” demeyi de, onu da pek arzu etmiyor. Ankebût Sûresiʼnin başında:

“…Îmân ettik, demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (Ankebût, 2) buyruluyor.

Bir de Hucurât 14ʼte var değil mi?

Evet.

Yani, “îmân ettik demesinler, İslâm dairesine girdik desinler”.

Evet. Tabi burada îman çok zor bir iş. Îman, dostluk, fedakârlık neticesindedir. Îman da bu fedakârlığı istiyor. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde, Firavunʼun sihirbazları îmâna geldikten sonra;

“‒Biz, Mûsâʼnın ve Hârunʼun Rabbine secde ediyoruz.” dediler.

Firavun öfkelendi çok:

“‒Bana sordunuz mu dedi siz?”

Onlar da dediler ki:

“‒Biz (dediler), nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz.” dediler.

Çünkü o tehdit etti:

“Ayaklarınızı ve kollarınızı çapraz kestireceğim. Azâbın en çetinini size tattıracağım!” dedi.

Onlar da dediler ki:

“‒Bu hayat, geçici bir hayattır, Rabbimizʼe döndürüleceğiz (dediler). Sen fiilinde serbestsin Firavun (dediler). İstediğini yap (dediler). Bu dünyada yapacaksın o kadar.” dediler. (Bkz. eş-Şuarâ, 46-50)

Evet.

Fakat tabi çok büyük bir acı tatmaya başladılar. Bir îman zaafiyetinden korktular. Firavunʼa karşı bir minnet altında kalmaktan korktular:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ dediler.

“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök (sabır yağdır). Bizim müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) dediler.

Burada görüyoruz ki Cenâb-ı Hak öyle bir îman istiyor ki, hiçbir tâviz istemiyor bu îman. Bir zaafiyet istemiyor. Ashâbuʼl-Uhdûdʼu Cenâb-ı Hak bildiriyor, Habîb-i Neccârʼı bildiriyor, Mekkelileri-Medînelileri bildiriyor. Onlara tâbî olan ihsan sahipleri olmamızı arzu ediyor.

Böyle bir îman. Tabi bu, bu îmânın neticesinde -demin tarifini Hak dostlarının târifini yaptım- bir takvâ hayatı.

Evet.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak, zamandan-mekândan münezzeh. Dünyada ne kadar insan var? 8 milyar. Ne kadar mahlûkat var; denizde, havada, melekler, cinler vs. ne kadar cemâdat var? Rabbimiz her an, hepsinin yanında. Çünkü zaman ve mekândan münezzeh. Cenâb-ı Hak müteâl.

Takvâ bir boşluk istemiyor. Bu Hak dostlarının da en mühim şeyi, takvâya lâyık hâle gelebilmek.

Yine Cenâb-ı Hak dördüncü âyet, 64. âyette de:

“Dünya hayatında da âhirette de (Hak dostlarına) müjdeler vardır.” (Yunus, 64) buyuruyor.

Meselâ yine Fussilet Sûresiʼnde:

“Rabbim Allahʼtır deyip…” (Fussilet, 30)

ثُمَّ اسْتَقَامُوا (“…Sonra dosdoğru olanlar…” [Fussilet, 30])

Allah Rasûlüʼnün izinde gidenler için,

“…Melekler iner; «Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Yani Cenâb-ı Hak bir müjde bildiriyor. Rasûlullah Efendimiz bir müjde bildiriyor. Cenâb-ı Hak onların “gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi” olacak buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

Melekler vaatte bulunuyor.

Velhâsıl demek ki Cenâb-ı Hak, Hak dostlarına büyük mükâfatlar ikram ediyor, ihsân ediyor.

Ona lâyık olmak…

Lâyık olmak. Tabi en zor şey de bu. Tabi, efendim, Cenâb-ı Hak…

Nasıl lâyık olunuyor?

Efendim, lâyık olmak; Cenâb-ı Hak, Rahmân ve Rahîm. En çok onu bildiriyor Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde. En çok esmâ, Rahmân ve Rahîm esmâsını bildiriyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak, sonsuz merhamet ve sonsuz bir şefkat… Rasûlullah Efendimiz de “raûf ve rahîm”dir bildiriliyor. “Çok merhametli, çok şefkatlidir” (Bkz. et-Tevbe, 128) bildiriliyor.

Demek ki bir müʼminin de merhametli ve çok şefkatli olması. Îmânın başı oradan başlıyor. Yani müʼmin, gönlünden rahmet taşıran bir müʼmin olacak.

Evet.

Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak. Meselâ bunu Mevlânâʼda, diğer evliyâullahta çok görüyoruz.

Mâlum, Mevlânâ:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْپَرَسْتِی بَازآ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

(“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!

Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”)

Yani “بَازآ”, “Dön de gel.” diyor. “Ne hâlin varsa gel.” diyor. “Burada hidâyeti gör.” diyor.

Demek ki burada ne görüyoruz Mevlânâʼda? Dergâh hâline gelmiş bir yürek görüyoruz. Hak dostları bu minval üzerinde.

Sizin en çok üzerinde durduğunuz şeydir efendim, merhamet ve rahmet.

Evet.

Yani bir müʼminde olması gerektiğini ifade buyurduğunuz merhamet ve rahmet.

Tabiat-i asliye, bir müʼminde.

Müʼminin tabiat-i asliyesi olacak.

Evet. Efendim, baştan tabi bunu elde edebilmek için merhameti, diğer vasıfların, muhabbetin artması lâzım. Yani meşrû fânî muhabbetler, bir basamak hâline gelecek. Neticede onlar, ilâhî muhabbetin, o kalp tecellîsi içinde kalacak. Yani “el-Vedûd” Cenâb-ı Hakkʼın…

Sıfatlarından, isimlerinden birisi.

Sıfatlarından, isimlerinden biri. Yani bir, şefkat, merhamet…

Çok seven anlamına geliyor.

Muhabbet.

Çok seven.

Muhabbet. Yani bu muhabbet, kâinatta büyük bir tevzî hâlinde.

Evet.

Yani bir kedinin altından yavrularını alamazsınız. Onu boğazından tutar, ensesinden, sağlam bir yere, muhafazalı bir yere götürür. Kendisine verdiğin ciğeri yavrularıyla paylaşır.

El-Vedûdʼun, Efendim, bir müʼminde tecellîsi nasıl olur? Yani el-Vedûd, çok seven. Meselâ âile hayatında, insan ilişkilerinde, eşyâ ile yada diğer canlılarla ilişkilerinde müʼminin, el-Vedûd sıfatı nasıl tecellî eder?

Efendim, muhabbetin en şiddetlisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdedir. Oʼnun çektiği çileler, ıztıraplar, Efendimizʼin gönlünden silinip gitti. Hattâ o şeyde bile, Tâifʼte bile; “Yâ Rabbi diyor, ben diyor, bu eziyetlerden, gördüğüm bu cefalardan diyor, bir diyor, şey değilim diyor, bir rahatsız değilim diyor. Yeter ki Sen benden râzı ol yâ Rabbi!” diyor. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-halk, 7)

Evet.

Cenâb-ı Hak da, bu nasıl olacak? Âl-i İmrân Sûresiʼnin 31. âyetinde:

“Rasûlüm! De ki: Eğer Allâhʼı seviyorsanız…”

Evet.

“…Bana tâbî olun. Yani Rasûlullâhʼa tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 31)

Yani burada baktığımız zaman:

“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah.”

Demek ki bütün hepsi gönlünde bitiyor.

Evet.

Hep sevgiler Allah Rasûlüʼnün, Cenâb-ı Hakkʼın sevgisine dönüyor. Âile hayatına, çoluk-çocuğuna, işine bakışta bu tarzı kazanıyor.

Evet.

Helâlinden kazanacağım ben. Evlâtlarımı Allah yolunda yetiştireceğim. İşte böyle, bu şekilde bu muhabbet yansıyor hayatın her safhasına.

Evet. Teşekkür ederiz. Allah râzı olsun. Başka fârik vasıfları, Efendim, Allah dostlarının, neler tespit ettiniz?

Efendim, burada bir açıklama da getireceğim ben bu şeyde. Bir gün ashâb-ı kirâmla Efendimiz sohbet ediyorlardı. Merhametten Efendimiz bahsediyordu. Ashâb-ı kirâm:

“‒Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.”

Efendimiz:

“‒Yok (dedi), benim kastettiğim merhamet, âm ve şâmil merhamettir. Yani bütün Allâhʼın mahlûkâtına şâmil olan merhamettir.” (Hâkim, IV, 185/7310)

Demek ki Hak dostlarında da bunu görüyoruz. Bütün bir hayvanat, hattâ nebâtâta bile şâmil bir merhamet.

Bu ne oluyor? Bütün mahlûkâtı yaratan Allah, beni yaratan Allah, aynı Allah. Bütün nebâtâtı yaratan Allah, benim için yarattı. Cemâdât yine, dağlar, taşlar, akarsular, Cenâb-ı Hak benim için halketti

Demek ki en mühim zâten burada Ahmet abi;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Yani bunu bir idrak edebilmek. Yani neyi okuyacağız? İlâhî kudret okunacak. İlâhî azamet okunacak. İlâhî nakışlar okunacak. Cenâb-ı Hakkʼın bir ikrâmı…

“Rabbin adıyla oku” neyi kapsıyor Efendim?

Rabbin adıyla oku. Fakat bu, nasıl Rabbinin adıyla okuyacak? Orada da Âl-i İmrân, Enfâl Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” buyuruyor. Demek ki “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” (el-Enfâl, 2)

Yani;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Sanki onun tefsiri, “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ”.

Evet.

Yine onun tefsiri:

“Allah anıldığı zaman kalpleri…

Îmanları artar.

“…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)

İkincisi bu. Birincisi “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” kalpleri titrer.

Bir, titrer.

İkincisi, îmanları artar.

Bir ürperiş Ahmet abi.

Evet.

Kalbin bir ürpermesi. İkincisi, bu, âyetlerin bir derinliğine inebilmek.

Evet.

Kalpte bir ufuk açılacak.

Üçüncüsü; rızâ hâli Cenâb-ı Hakʼtan. Râzı olurlar. Yani bir şey hâlinde olurlar, Allahʼtan râzı, her şeye râzı. Hayatın her safhasında râzı. Çünkü gaybı bilmediğimiz için…

Evet.

Yaratan Allah. Kuluna en çok muhabbeti olan Allah…

Bu da çok zor bir şey.

Çok zor bir iş tabi bu.

Rızâ hâli.

Rızâ hâli.

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

(“…Sen Rabbinden râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])

İbrahim -aleyhisselâm- buyuruyor ki:

“Yâ Rabbi (diyor), beni, (evlâtlarımı) zürriyetimi namaz kılanlardan eyle.” (Bkz. İbrahim, 40)

Nasıl bir namaz istiyor Cenâb-ı Hak? Fahşâdan, münkerden men eden bir namaz. Nasıl bir namaz istiyor? Bir huşûlu bir namaz, mîrâc olan bir namaz.

Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Evet.

Beşincisi de:

“Allâhʼın verdiği nîmetlerden…”

Bütün nîmetler emânet, sahibi Cenâb-ı Hak.

“…İnfak ederler.” (el-Enfâl, 3) buyruluyor.

İşte;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) Bu âyetlerde tefsir ediliyor.

Diğer bir âyete baktığımız zaman…

Yani Allâhʼın adıyla okumaktan, bunları okumak, bunları okumak, evet.

Böyle bir hayat tarzımızın gelişmesi.

Biraz da derinlemesine okumak lâzım herhâlde Efendim, değil mi? Yani kalp titriyor mu titremiyor mu, değil mi Allah anıldığı zaman?

Tabi, tabi, tabi. Meselâ titreyen bir kalpten misal vermek arzu edersek: Meselâ Ahmed Yesevî Hazretleri 63 yaşına geldiği zaman, mahzen gibi bir yerde irşâdına devam ediyor. Çünkü diyor, Allah Rasûlü 63 yaşında vefat etti diyor.

Evet.

Biz bunu yapmaya kalksak, bu bir şov hareketi olur. Fakat bu, öyle bir duyuşa geliyor ki, öyle bir aşk meselesi ki, 63 yaşında bir…

Kabir gibi bir yer kazdırıyor.

Kabir gibi bir yerden 10 sene irşâdına devam ediyor.

Evet.

İmam Nevevî Hazretleri

Kabirde inzivâya çekilmiyor yani değil mi Efendim?

Yok, çekilmiyor, yine irşâda devam ediyor.

İrşâda devam ediyor.

Nevevî Hazretleri. Allah Rasûlü karpuzu böyle mi, böyle mi keserdi, böyle mi yerdi?..

Evet.

Onun için karpuz yemiyor. Yani karpuz o zaman şey gelmiyor, lezzetli gelmiyor. Çünkü Allah Rasûlü…

Bunları biraz îzah eder misiniz? Sanki bunlar, yani abartılı gibi anlaşılır. Yani diyelim ki Ahmed Yesevî Hazretleriʼnin, yani Peygamberʼim 63 yaşında vefât etti, böyle bir kabir gibi yer kazdırması, ya da İmam Nevevîʼnin, Peygamberʼimden karpuz nasıl yenilir bilinmediği için yemeyeceğim… Bunlar sanki aşırı gibi algılanır bugünün zamanı için.

Bence öyle değil.

Nasıl bir muhabbet var?

Bence öyle değil Ahmet abi. Meselâ bir anne. Bir evlâdına karşı, evlâdı hangi yemeği seviyorsa o yemeği yapıyor.

Evet.

Dâimâ bir şey, evlâdının bir şeyi içinde, hasreti içinde. Biraz uzak, biraz yabancı bir diyara gitse…

Gurbetteyse, askerdeyse…

Hemen onu özlüyor.

Evet.

Onun sevdiği şeyleri yapıyor, ikram ediyor.

Evet.

Bu böyle bir şey.

Sevgi böyle bir şey.

Bu yaşanmakla belli olur. Meselâ bir misal:

Muhammed Esʼad Erbilî Hazretleri:

Tecellâ-yı cemâlinden habibim nev-bahar ateş

Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, hâk ü hâr ateş” buyuruyor.

Demek ki burada öyle bir kalp yanıyor ki…

Evet.

Bir Güneş gibi. Nasıl Güneşʼin ışıkları etrafa akseder.

Evet.

Sıcaklığını verir.

Aşk ateşi.

Aşk ateşi. Demek ki öyle bir şey ki Esʼad Erbilî Hazretleri, bu ateş, güle baksa ateş olmuş, bülbüle baksa, bülbülün o nağmesi, sanki ateşten bir ses geliyor. Bir temiz, bir berrak su bile bir ateş hâline gelmiş. Toprak, diken, hâr, ne varsa ateş hâline gelmiş.

Yani bir şeyde, yine bir zâtın güzel bir ifadesi var. Yanmaktan yanmaya fark vardır diyor. Zira diyor, odun yanar diyor, kül olur diyor. Fakat kalp yanar diyor, Allâhʼa güzel bir kul olur diyor. Bir Hak dostu olur diyor.

Kul ile külü de sanki birbiriyle irtibatlandırmış.

Evet, evet. Yani gâfil bir kalp, külden başka bir şey değil.

Öbürü kul oluyor.

Öbürü ise Allah için yandığı zaman kalp, Cenâb-ı Hakkʼa kul oluyor. İlâhî azamet, ilâhî kudret tecellîleri altında.

Yine meselâ Fuzûlî, Efendimizʼe bir muhabbeti var ki, yani bir suyun akışına bakıyor, Efendimizʼi hatırlatıyor.

Su Kasîdesi.

Su Kasîdesi. Cenâb-ı Hakkʼı hatırlıyor. Sanki o suyun akışı Rasûlullah Efendimizʼin ayağının hâk-i pâyine yetişecek.

“Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,

Başını daştan daşa urup gezer âvâre su.” diyor.

Çok muhteşem bir şey Efendim.

Yine o, gözünden akan o yaşlara; “Öyle boş yere akma.” diyor. “Sen diyor, kalbimdeki ateşi söndüremezsin.” diyor.

Yine; “Bahçıvan diyor, sen diyor, bin tane diyor, gül diyor, sulasan diyor, böyle bir gül yetiştiremezsin.” diyor.

Evet.

Yani neye baksa orada Rasûlullah Efendimizʼi…

O şey beni çok etkiler: “Başını daştan daşa vurup gezer âvâre su.” diyor Efendim. Yani…

Dehşetli bir teşbih.

Evet, evet.

Yine:

“Beni candan usandırdı cefadan yâr usanmaz mı?

Felekler yandı âhımdan murâdım şemʼi yanmaz mı?” diyor.

Bu nasıl bir haykırış, nasıl bir feryat bu?..

Evet.

Yaman Dede:

“Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!” diyor.

Evet, o da yanmış.

Bu yanış. Burada…

Biraz yanılıyor herhalde Efendim, aşk ateşi…

Efendim, buna güzel bir misal var. Bu, Muhammed İkbal, Mevlânâ gibi, müşahhas hâdiseleri, mücerredleri müşahhas hâle getirir. Bir, onun -tahmin ederim- Câvidnâmeʼsinde bir hikâye var:

Güve ile ışık etrafında dolaşan pervâne konuşur.

Güve der ki:

“‒Ben der, Eflâtunʼun der, İbn-i Sînâʼnın der, Fârâbîʼnin der, hep kitaplarının içinde der, ömrüm orada geçti, hep karanlık içinde geçti der. Kelebek, sen ise der, hep ışık etrafında döndün. Ne mutlu sana! Hep sen aydınlıktaydın.”

Evet.

O da der ki:

“‒Güve der, sen benim kanatlarıma bak der. Ben o ışığın etrafında bu kanatlarımı yaktım.” der.

Demek ki bu kanatları yakmaya bağlı bu iş.

Evet, evet.

Gönlün yanması.

Ki kanat, kelebek için olmazsa olmaz hayat sebebi. Yani o olmazsa kurtçuk hâline geliyor. Ve onu da yakıyor.

Şimdi ashâb-ı kirâmın durumu da böyle. Yani tabiî hâlde bile hangi yoldan geçmiş, o yoldan geçiyordu. Peygamberimiz hangi yoldan geçtiyse o yoldan geçiyor.

Meselâ Abdullah bin Ömer, bir meydanda dönüyordu.

“‒Niye dönüyorsun bu meydanda bir yere giderken?” dediler.

“‒Ben de bilmiyorum. Allah Rasûlü döndü bu meydanda.” diyor.

Evet.

Belki Allah Rasûlü bir şeye bakacaktı, birisine bir şey söyleyecekti. Fakat o onun şeyi değil. Madem Allah Rasûlü burada döndü… İşte aşkın getirdiği nokta bu.

Ahmed Yesevîʼnin, İmam Nevevîʼnin şeyi de, Abdullah bin Ömerʼe benziyor.

Şimdi Ahmet abi, bu kalbin bakış tarzıdır.

Evet.

Yani kalbin görüşü.

Evet.

Şimdi, Ebû Cehil de Efendimizʼi gördü.

Evet.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da gördü. O kadar farklı görüş ki…

Yine Mesnevîʼde bir hikâye var.

Evet.

Pâdişah, Mecnunʼa hayret eder. Bu garip çöllere düşmüş, vesâire olmuş. Der:

“‒Şu Leylâʼyı çağırın da bir bulun bakayım.” der.

Kimmiş bu Leylâ?

Yani bu kadar der, Mecnûnʼu bir

Deli-dîvâne yapan.

Deli-dîvâneye çevirmiş der.

Gelir Leylâ. Şöyle Leylâʼya iyice bir bakar. Şaşırır:

“‒Sen Leylâ mısın?” der.

O da:

“‒Evet.” der.

“‒Peki der, senin der, emsallerinden bir farkın yok.” der.

Evet.

“‒Bu nedir Mecnûnʼun hâli?” der.

Dünya güzeli falan değilsin.

Leylâ da der ki:

“‒Sen bana der, Mecnûnʼun gözüyle bakmıyorsun ki.” der.

Evet.

Onun için bu kalbin bakış tarzı, kalbin yanış tarzı. Yani göz bir âlet kalbe. Gözlük gibi bir şey. Esasında gören, kalptir.

Evet.

Tabi bu kalp de yanınca başka âlemlere doğru seferler başlıyor, yolculuklar başlıyor.

Yani Rasûlullah Efendimizʼe de, diyelim ki Abdullah bin Ömer gibi, ya da Hazret-i Ebû Bekir gibi bakmak lâzım değil mi?

Öyle.

Bu zamandan baktığımızda…

Tabi, tabi, tabi.

İçimizde didiklememek lâzım.

Öyle Ahmet abi. Meselâ Efendimiz buyuruyor ki:

“Herkese (yaptığı hizmet ve iyiliklerin) mukâbilini verdim. Ebû Bekir hâriç.” deyince, Ebû Bekir Efendimiz gayriden görülmüş gibi oluyor:

“Yâ Rasûlâllah! Canım, malım, her şeyim Sen değil misin? (Diyor.) Ben Senʼden gayri bir şey miyim?” diyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 11)

Evet.

Bu tam bir fânilik işte, fânî olmak. Yani nasıl Sakarya Karadenizʼe aktığı zaman artık o Sakaryaʼyı Karadenizʼde bulamazsınız. Artık o Sakarya Karadeniz olmuştur.

Evet.

Bu iş de böyle.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- fânî olmuş Rasûlullah Efendimizʼde.

Fânî olmuş.

Oralara baktığımızda biraz kendimizi de kıyaslıyoruz.

Yaa, ne kadar zor durumdayız…

Cenâb-ı Hak:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

Yani bu, Rasûlullah Efendimizʼle dost olmak, Cenâb-ı Hakʼla dost olmaktır.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Efendimizʼi ne kadar seviyoruz, Cenâb-ı Hakkʼı ne kadar seviyoruz? Hakîkaten kendimizi sorgulamamız lâzım.

Evet. Bu âyetler de önümüzde duruyor Efendim. Yani sonuçta meselâ korku olmayan insanlar hâline gelmek. Bu insanların yolu açık, değil mi Efendim? Böyle bir insan olmayı, Allâhʼa dost olmayı…

Fakat tabi Ahmet abi, tecellîler ayrı.

Evet.

Yani şimdi bir, ikiz yok kâinatta. Bir Abdülkâdir Geylânî Hazretleriʼnin durumu, Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, Mevlânâʼnın durumu. Hepsinde Hak dostlarının hepsinde tecellîler ayrı ayrı.

 Şöyle bir şey aklıma geliyor da Efendim. Yani insanlar, meselâ Kurʼânʼdaki bu Allah dostları şeyini okuduğunda, “Bunlar elbet çok özel insanlar ama, sanki sadece onlara mahsus insanlar.” Yani normal insan, meselâ normal müslümanın oralara ulaşması imkânı yok gibi de bir algı var. Acaba yollar açık mı? O açıdan diyorum. Yani böyle Allah dostluğuna gidiş yolu…

Yollar açık Ahmet abi. Şimdi, câhiliye devri, insanlığın en korkunç bir devridir. Hak, adâlet, hak-hukuk vs. rûhânî istîdatlar sıfırlanmış, nefsânî arzular zirvede -af edersiniz- denâette, zirvede değil. Böyle bir toplumdu. Yani Rasûlullah Efendimiz böyle bir toplumdan nasıl bir “aşk insanları” yetiştirdi.

Evet, evet.

Nasıl “aşk insanı” yetiştirdi?

O çamurun içinden çıktı geldi.

Çin diyor; Vehb bin Kebşe Çinʼe gidiyor.

Evet.

İbn-i Abbasʼın kardeşi Semerkandʼa gidiyor. Nâfî, Keyrevanʼa gidiyor.

Velhâsıl dünyanın her tarafına bir sefer. Fakat bu seferde bütün gaye Allah Rasûlüʼnü memnun etmek, Cenâb-ı Hakkʼı dolayısıyla. Cenâb-ı Hakkʼın memnun olması. Cenâb-ı Hakkʼın “kulum” demesi.

Diğer bir hususiyet Ahmet abi, “seherler”.

Evet, Hak dostlarının fârik vasıflarından biri de seher hayatı.

Seher hayatı. Çünkü başta, zirve Efendimiz.

Âişe Vâlidemiz diyor:

Allah Rasûlüʼnün ayakları şişerdi diyor. Secde yeri ıslanırdı gözyaşından diyor.

“‒Yâ Rasûlâllah! Bu kadar kendini üzme!” dediğim zaman, “yorma” dediğim zaman:

“‒Yâ Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd, 16)

Cenâb-ı Hak bizlere o kadar merhametli ki şu dünya hayatında:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

Siz de bu sözünüzü unutmayın da, siz de hayret eder misiniz Rasûlullah Efendimizʼin bu kadar ayakları şişinceye kadar ibadet hâlinde olması. Yani Hazret-i Âişeʼnin sorduğu soru, insanın aklına gelir mi?

Efendim, tabi, benim hatırıma şu geliyor: Yani Allah Rasûlüʼnün ümmete merhameti nasıl? Şimdi, bir namaz kıldıracağı zaman Efendimiz, arkasına bakardı. Çocuk varsa, kadın varsa, ihtiyar varsa kısa keserdi.

Evet.

Uzun sûre okumazdı, kısa sûre okurdu. Fakat geceleyin Cenâb-ı Hakʼla beraber, bütün gücünü namaza teksif ederdi.

Evet.

Cenâb-ı Hakʼla beraberliğe teksif ederdi.

“Günde 100 kere, 70 kere istiğfar ediyorum.” (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 450)

İstiğfâra kendisini yoğunlaştırırdı. Tabi, ayağının şiştiğini bile belki duymazdı.

Evet.

Dâimâ metafizik, fiziği bertaraf eder. Rûhânî hayat, nefsânî hayatı bertaraf eder. Çünkü mümkün değil. Âişe Vâlidemiz;

“(Rasûlullah Efendimiz gece namazda) Bakaraʼyı okurdu, Âl-i İmrânʼı okurdu, devam ederdi.” (Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 203)

Bugün bir pehlivanın, güçlü bir insanın bile bu kadar ayakta durması mümkün değil.

Değil mi yani, Bakara, Âl-i İmrân… Evet.

Demek ki bu, mânevî bir dünyanın bir maddeyi bertaraf etmesi.

Evet.

Cesedi kullanabilmek, bedeni kullanabilmek. Bedeni kullanabilmekte de en büyük müessir, rûhânî tekâmülü oluyor kulun.

Evet.

Onun için, bu seherler, bir uyanık olan bir devirdir ehlûllah için. Burada baktığımız zaman bu seherler, Cenâb-ı Hak bütün tabiatı uyandırıyor. Kuşlar başlıyor, horozlar başlıyor, çiçekler en güzel şekilde açmaya başlıyor. Hepsi bunlar bir, insana bir levha.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Şu manzarayı oku.

Bizim meselâ, af edersiniz, evin arkasında kelpler var, o seher ezanıyla kelpler başlıyor şey yapmaya.

Evet.

Cenâb-ı Hak her yerden bir îkaz hâlinde. Horozla îkaz, bülbüllerle îkaz, uyanan bir tabiatla îkaz.

Yine Cenâb-ı Hak; “Kimler biliyor, kimler bilmiyor?”

Biz, esas tahsil, Cenâb-ı Hakkʼı bilebilmek. Mekteb-i âlem bu dünya. Ziya Paşaʼnın dediği gibi, ifade ettiği gibi. Yani, bilebilmek. Yani, niçin dünyaya geldin, kimin mülkündesin, yolculuk nereye, kimin mülkünde yaşıyorsun? Bilebilmek, o idrâk içinde olabilmek.

Cenâb-ı Hak Zümer Sûresiʼnde; سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor. Üç şart. Üç şarttan birincisi, o seherlerde secde ve kıyam hâlinde olurlar. Huzûr-i ilâhîde olduklarının idrâki içinde olurlar.

Yine Furkan Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak; سُجَّدًا وَقِيَامًا (“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyuruyor.

İbâdurrahmân, Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yine “Secde ve kıyam hâlinde olurlar.” (Bkz. el-Furkân, 64)

Hep bunlar, Cenâb-ı Hakkʼın dâveti. Peki seher vaktinin nasıl bir keyfiyeti var: Bir istiğfar zamanı. “Estağfirullah el-azîm.”

Rasûlullah Efendimiz:

“Kelime-i tevhidle îmânınızı tecdîd edin.” buyuruyor. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

Bir salevât-ı şerîfe, o da Efendimizʼle bir selâmlaşma. Muhabbetimizi arz etme vakti.

Hep seher vakti.

Hep seher vakti. Havanın loş karanlığı içinde kabir iklimine girebilmenin bir ön hazırlığı.

Tefekkür.

Tefekkür.

Tefekkür-i mevt.

Nasıl vücudumuzda birtakım merhaleler var -af edersiniz- vücudumuzda birtakım üniteler var, fakülteler var: Kalp, akciğer, karaciğer, mide vs. Hepsi bunlar birbirine bağlantılı çalışıyor. Cenâb-ı Hak bize; “…Çok çok zikredin.” (el-Ahzâb, 41) buyuruyor.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyuruyor.

Velhâsıl demek ki bir Cenâb-ı Hakkʼa bir yakınlaşma şeyi. Neticesi nedir?

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Kalplerin Cenâb-ı Hakʼla beraber bir huzur bulması. Oʼnunla beraberliği, zikretmek sûretiyle.

Mutmain olması.

Bu şekilde bir gündüze girmek.

Evet.

Yani bir rûhânî hayatı dolarak bir gündüze girmek. Cenâb-ı Hak Müʼminûn Sûresiʼnde:

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)

Gündüzleri de boş ve yararsız şeylerden yüz çevirebilmek. Gündüzümüze bir istikâmet vermek.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allahʼtan korkun, sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.

Sâdıklarla beraber olmak. Bunun getirdiği, sâdıklarla beraber olmanın neticesi; Sünnet-i Seniyyeʼye uygun bir hayat yaşayabilmek gündüzleri. Yine gündüz de bir geceye hazırlanabilmek.

Geceden gündüze, gündüzden geceye.

Evet. İbrahim Edhem Hazretleri, bir kimse geliyor:

“‒Üstad diyor, gece ibadetine kalkamıyorum ben diyor. Bana bir çare öğretir misin?” diyor.

O da diyor ki:

“‒Sen diyor, gündüzleri Allâhʼa isyan etme.” diyor.

Evet.

“‒Geceleri de O seni huzurunda durdurur.” diyor.

Yani gözlerinle isyan etme, yanlış yere, harama bakmasın.

Evet.

Kulağınla isyan etme, dedikodular vs. bunları işitmesin.

Dilinle isyan etme.

“Ya hayır söyle veyahut da sus.” (Müslim, Îmân, 77)

Böyle bir gündüz hayatı olacak ki, geceleyin Rabbin seni huzurunda bulundursun. Sanki böyle Güneşʼin doğup batışı gibi, gece ile gündüzün arka arkaya gelişi gibi…

Gece seher, gündüzü besliyor.

Evet.

Gündüz düzgün olunca geceye…

Geceyi takviye ediyor.

Takviye ediyor. Evet.

Yine Efendimiz buyuruyor bir hadîs-i şerîfte:

“…Müʼminin şerefi, geceleri kāim olmasındadır…” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Müʼminin şerefi…

“…Müʼminin şerefi, geceleri kāim olmasındadır…” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Şerefle de demek ki alâkalı bu.

Evet.

İzzetle, şerefle.

Meselâ Ahmet abi bakıyoruz; bir Mîraç hâdisesi, bir gece oluyor.

Evet.

Ekseriyet, vahiyler gece iniyor. Yani pozitif yahut da negatif, müsbet ve menfî hâdiseler gece oluyor. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmalar gece oluyor, Cenâb-ı Hakʼtan uzaklaşmalar, günah işlemeler gece oluyor.

Demek ki gecenin… Gece, iki uçlu bıçak gibi.

Evet.

Hak dostları, bu geceyi kullanmayı biliyor.

Evet.

Gecenin hakkını vermeye çalışıyor.

Hak dostu olmak için geceyi kullanmayı bilmek lâzım.

Evet, evet.

Evet.

Şimdi bir, yine bir mütefekkir diyor ki:

“Allâhʼı göreceği müjdelenmiştir şu üç kişiye.” diyor. Bu da çok ibretli. “Birincisi, saf ve samimî kalpler.”

Yani;

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Kalb-i selîme ulaşmış kalpler.

Allâhʼı görebilir.

Görebilir bunlar. Görmek, ruʼyetullahtan bir nasip alma imkânı var.

“İkincisi; gecenin karanlığında güneşi bulanlar.”

O nasıl bir şey Efendim?

Yani gecenin karanlığında güneşi bulanlar: Kalbin Cenâb-ı Hakʼla beraber olması, kalpte ufuklar açılması, kalbin aydınlanması.

Evet.

Kalbe bir derinlik gelmesi. Gecenin karanlığında güneşi bulanlar.

Güneşi bulanlar. Çok güzel.

“Üçüncüsü; ölümü hayattayken bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar.”

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyuruyor Efendimiz.

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Varlıkta, imkânlarda taşmamak, imkânlar daraldığı zaman da bedbin olmamak, nikbin olabilmek.

Âhiret hassâsiyetiyle yaşayabilmek.

Hassâsiyet.

Evet.

Velhâsıl müʼmin dâimâ “tâzim li-emrillâh” yani Allâhʼın bütün emirlerini büyük bir huşû ile vecd ve istiğrâk içinde îfâ edebilmenin gayretinde olabilmek; diğer taraftan “şefkat alâ halkillâh”, Allâhʼın bütün mahlûkâtına müşfik olabilmek…

Evet.

Onu yaratan Allah, bizim için yarattı. Demek ki o, bütün mahlûkat, bize zimmetli. Bu zimmetin hakkını verebilmek.

Hak dostlarının böyle de bir…

Hassâsiyet.

Yani Allâhʼın yarattıklarına karşı…

Hassâsiyet.

Şefkati söz konusu.

Onun için Osmanlıʼda, bu, yaralı hayvanlara bile vakıflar kurulmuş. Bu çok ibretli.

Evet.

Bu, akıl hastalarına…

Leyleklerin kanadı sarılmış, değil mi?

Evet. Bu, hastalara, akıl hastalarına “muhterem âcizler” denmiş.

Evet.

“Deliler” denmemiş, “hastalar” denmemiş. Yani “muhterem âcizler” demişler. Bu ne güzel bir ifade bu. İşte tam Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bir bakış tarzı.

Allah ona verdi, bana da verebilirdi. Demek ki o bana zimmetlidir. Bu idrâki yaşayabilmek…

Üçüncüsü, efendim; “tevekkül, tefviz, teslîmiyet ve rızâ” hâlinde yaşayabilmek.

Ömer bin Abdülazîzʼe soruyorlar:

“‒Sen neyi seversin (diyorlar) en çok hayatta?”

O da diyor ki:

“‒Benim sevincim, yalnız mukadderâtımdır (diyor). Ben (diyor), Allâhʼın bana olan hükmünü severim.” diyor.

Ne olursa olsun.

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

(“…Sen Rabbinden râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])

Evet.

Yani dâimâ tecellîlerden râzı olarak yaşayabilmek. İşte burada çok misaller var. Uzatırız diye sohbeti.

Yok, estağfirullah.

Meselâ Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- geçerken bir köle görüyor. Bir köpek önünde. Elinde üç ekmek var. Onu böle böle veriyor. Yanına yaklaşıyor.

“‒Bu kim (diyor), sen kimsin?”

“‒Ben köleyim.” diyor.

“‒Peki bu köpek nedir?” diyor.

“‒Bu Allâhʼın bir mahlûku (diyor). Buranın hayvanı değil (diyor). Ben bunu bugün bir Tanrı misafiri olarak kabul ettim.” diyor.

Evet.

Çok mühim.

Evet, evet.

“‒Onun için de yiyeceğimi paylaşmak istedim. Fakat baktım çok aç, tamamını vereceğim.” diyor.

“‒Sen ne yapacaksın.” diyor.

“‒Bugün ben sabredeceğim.” diyor.

Şimdi bir…

Şeyin de var değil mi Efendim, Sâmi Efendi Hazretleriʼnin; “aşağıda birisi var” diyor.

Evet, evet.

Değil mi? Yani birisi dediği, halbuki bir köpek yani, onu “birisi” diye niteliyor.

Hattâ rahmetli peder anlatırdı:

Baktık diyor, çadırda diyor, çıktık diyor. (Arafatʼta yahut Minaʼda.) Baktık diyor, bir kimse yok diyor.

Evet.

Tekrar tekrar aradık, tekrar baktık. Bir diyor, köpek var diyor orada diyor. Hemen bir şey hazırladık. Hemen köpeğe ikram ettik.

Evet.

Yine bu, Efendimiz zamanında, devrinde de bu bir zirvedir. Meselâ o, mâlum o Mekke Fethiʼne giderken, Sürâkaʼyı dikiyor başına, o dişi köpeğin yavruları var, emziriyor, öbür taraftan geçirtiyor.

Orduyu öbür taraftan geçiriyor.

İşte bu bize hep tablo yani.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Evet.

Hep okuyabilmek.

Allâhʼın adıyla okuyabilmek.

“Şefkat alâ halkıllâh.”

Allâhʼın mahlûkâtına. O demek ki, o yavrularını emziren köpek bize zimmetli demek ki.

Evet.

Buna benzer, Efendimiz…

Bu zamanda belki Efendim, yani terör vs. yani müslümanın sanki şefkatsiz, gaddar bir insan olduğu şeyi işlenmeye çalışılıyor.

Allah korusun!

Böyle bir zamanda bunları daha çok belki anlatmak lâzım.

Çok. Ahmet abi, bunların misâlini, anlatmakla bitiremeyiz. Evliyâullâhʼın şeyinde de bitiremeyiz bunları.

Evet, evet.

Yani bu, hakîkaten Cenâb-ı Hakkʼı seven, mahlûkâtına merhametli davranır. Rasûlullah Efendimizʼin 23 senelik nebevî hayatı terörle mücâdeledir. Nasıl İslâmofobi olabilir?! Bu, hangi şeyle, yani bu, gözünün önüne iki parmağını koymak, yahut da vicdanının önüne bir perde çekmektir bu.

Evet. Bâyezîd-i Bistâmîʼnin bir karıncayı, hani…

Yaa. Torbasında görmesi, dönmesi tekrar oraya bırakması.

Ben bunu yurdundan ayırdım…

Vatan-cüdâ ettim, demesi.

Evet.

Velhâsıl en mühim, Ahmet abi, kulların zaaf olduğu, bazı şeyleri çirkin görür, uzaklaşır.

Evet.

Üzülür, kedere bürünür. Hâlbuki Cenâb-ı Hak:

“Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde, bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) buyuruyor.

Evet.

Meselâ, insanın fıtratında var. Malı-mülkü çok sever. Belki Kârun gibi, kendisini o kepâze, rezil edecek, o servetle beraber gömülecek.

وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّا

(“Malı da pek çok seviyorsunuz.” [el-Fecr, 20])

Evet

Değil mi efendim?

Evet. Fakat insanın bu, zaafı bu. Fakat takvâ olursa, bu mal sevgisi, Allah bana bu malı niye verdi? Ona vermedi de bana niye verdi? Demek ki o bana zimmetli.

Ben israf etmeyeceğim. Pintilik de etmeyeceğim. İkisinin ortasında ashâb-ı kirâmın yaşadığı gibi bir hayat yaşayacağım. Oburluk, israf, pintilik, ashâb-ı kirâmın tanımadığı bir hayat tarzıydı. Evliyâullâhʼın durumu da böyle aynı.

Evet.

Yani dâimâ bir idrâk içinde olabilmek.

Diğer bir husus:

“Onlar dâimâ bir gönül hoşluğu içinde olurlar.”

Yani Cenâb-ı Hakʼla beraber olmanın bir lezzeti içinde olurlar. Zira âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Âl-i İmrân Sûresiʼnde:

“Onlar ayakta dururken, otururlarken, yanları üzerindeyken, her an Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki hayatın hiçbir safhasında Cenâb-ı Hakkʼı unutmamak.

Unutmamanın bize getirdiği netice de.

Gönül hoşluğu.

Gönül hoşluğu, bir de gönül hoşluğunun daha ötesi nasıl olacak?

“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)

Semâya bakar, yıldızlara bakar, Güneşʼe bakar, ekolojik dengeye bakar, yeryüzünde çıkanlara bakar, bitkilere bakar, kurulan sofralara bakar, binbir türlü o mahlûkâtın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatının tecellîsini seyreder.

“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen sübhansın derler. Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Yani evliyâullâhın bir de işte bu duruma kalplerinin…

Bu “gönül hoşluğu” diye buyurdunuz Efendim. Acabâ, meselâ Allah zikriyle kalplerin mutmain olması da bu gönül hoşluğunun bir sebebi, değil mi?

Tabi, Ahmet abi, şimdi, o zikir lâfızda kalmayacak.

Evet.

Lâfızdan kalbe inecek. Kalbe indiği zaman -zor olan odur- o zaman ne olacak? Gönül bir hoşluk içinde olacak.

Evet.

Fakat dilde kalırsa, kalbe inmezse, o zaman olmaz.

Evet.

Peki nasıl dilde kalıp da kalbe inmez? Mâsivâ ile alâkasını kesemezse, “lâ ilâhe” Allahʼtan uzaklaştıran şeylerle alâkasını kesemezse, dilde kalır, kalbe inmez.

Evet, gaflet hâli.

Gaflet hâli. Yani onun için, dâimâ rafine olmuş bir kalp.

Yani şöyle bir şey mi anlamamız lâzım Efendim? İnsan diliyle Allâhʼı zikreder; diyelim ki lâfza-i celâli zikreder, kelime-i tevhidi zikreder ama kalbin ondan haberi olmaz. Bunu mu anlamamız lâzım?

Tabi, efendim…

Yani dilden kalbe inmemesi.

Tabi, efendim; bu zikir, öyle bir durum ki orada Cenâb-ı Hakkʼın bütün esmâsı; Rahmân, Rahîm, bütün Afüv, ne kadar esmâsı varsa onları bir tefekkür edebilmek. Yani insan bir acziyetini düşünmesi…

Evet.

Bu şekilde, bunun bir de tabi, bu olurken tabi, mâsivâdan da uzaklaşması lâzım. Yani hayatında.

Efendim zikir üzerinde biraz daha durur musunuz?

Yani şöyle duralım Ahmet abi. Meselâ bir zemzem tasavvur edelim. Bir bardağa zemzem konuldu. Fakat bu zemzemin içine biraz necâset döküldü.

Evet.

Ne olur bu zemzem? O kıvamını, o şifâsını kaybeder.

Zemzem olmaktan çıkar.

Çıkar. Şimdi aynı bu şekilde kalbin de rafine olması lâzım.

Evet.

Tezkiye olması lâzım.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Peygamberlerin bir vazifesi de bu. İnsanların -îmandan sonra- iç âlemlerini temizleyecek. “Lâ ilâhe” bütün mâsıyetlerden uzaklaşacak. “İllâllah” kalp cemâlî sıfatların bir mazharı hâline gelecek. Dâimâ; “Yâ Rabbi! Sen sübhansın!” diyecek.

Evet.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

Hiçliğini düşünecek. “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Kalp bu hâle gelecek. Zikir bu kalpte bir gönül hoşluğu meydana getirecek.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ” Hiçliğe ulaşma gibi anlamak diyoruz değil mi Efendim?

Tabi tabi. İlâhî azamet karşısında hiçliğini düşünmek. Meselâ İbrahim -aleyhisselâm- malıyla, canıyla, evlâdıyla (imtihan vererek Cenâb-ı Hakʼla) dost oluyor:

“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” buyuruyor. İlâhî ufuklar açılıyor:

(Yâ Rabbi!) İnsanları yarattığın (dirilttiğin) gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) diyor. Bu fedakârlığı bile, kıvam bulduğunu kabul etmiyor.

Evet. Peygamberken bile…

Daha öteye gidemediği için…

Evet, evet.

“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” diyor.

(Yâ Rabbi!) İnsanları yarattığın (dirilttiğin) gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) diyor.

Mahcup etme!

Tabi Ahmet abi, bu çok zor iş. Meselâ yine bu, onlarda hevâ-heves dünyaya âit, sanki çocukların oyuncakları gibi gelmiştir…

Allah dostları nezdinde.

Nezdinde. Yani ettim, büyüttüm, bütün dünyevî işlerde kafayı, kalbi dünyevî işle meşgul etmek… Nasıl çocuklar bir oyuncakla oynarlar…

Evet.

Kemâle ermiş birisine “Yâhu sen de gel -bir çocuk dese- gel bizimle beraber dede oyna.” dese, güler dede. Yani “Ben çocuk muyum?..”

Evet.

Şimdi, evliyâullahta da artık bu çocukların oynadığı oyuncaklar gibi gelmiştir, geliyor dünya.

Dünya ile ilişkiler. Evet.

Dünya ilişkileri.

Onların kalpleri ne durumda? Cenâb-ı Hak Fetih Sûresiʼnin sonunda, o, Rasûlullâhʼın yanında bulunanlar için:

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا buyuruyor.

“…Onlar Allahʼtan fazîlet isterler, (Allahʼtan) rızâ isterler.” (el-Fetih, 29)

Rızâ isterler.

Bütün hedef o: “Yeter ki Rabbim, Sen benden râzı ol. Rabbim, sen bana fazîlet ihsân eyle!..”

Yani duyuşlar bu duruma geliyor.

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak bir, şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. İşte burada da bunun bir ezikliği içinde:

“Yâ Rabbi” diyor. “يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا” Allâhʼın rızâsını arıyor.

Evet.

Dünyevî bir şey aramıyor. Şu mu olsun, bu mu olsun vs. Olur mu? رَاضِيَةً : râzı. “Yeter ki yâ Rabbi, Senʼin rızân olsun!..”

Evet.

Hak dostunun durumu.

Yine misaller çok ama.

Evet.

Mevzu da çok uzun.

Evet Efendim.

Onun için kısa kısa…

Aslında her biri ayrı bir sohbet konusu.

Tabi, her biri Ahmet abi öyle.

Yani, diyelim ki dünyanın, Allah dostları için bir, yani oyun alanı hâlinde görülmesi, yani sarılmamak, yapışmamak, değil mi Efendim?

Yaa. Onu, ne kadar dünyada bir malzeme varsa, bu malzemeleri Hak rızâsı için kullanabilmek.

Allah rızâsı için kullanabilmek.

Evlât verdi; evlâdını Allâhʼın emâneti olarak idrâk edebilmek.

Evet.

Mal verdi; malı bir emânet olarak idrâk edebilmek.

Dünyevî ticâret yapıyorsan; onu en güzelini “اَحْسِنُوا” buyruluyor; “en güzelini yapabilmek”.

Evet, her türlü iktidârı, gücü, Allah için kullanmak.

Yani bir vasıf da bu. Kendilerine verilen her nîmeti âhiret sermâyesi hâline getirebilenler.

Meselâ Cenâb-ı Hak insana ne verdi? Can veriyor.

Evet.

Can, muayyen bir zaman için. Bir takvimle geliyoruz.

Mal veriyor. O da muayyen bir zaman. Ölümle bitecek yahut bilemiyoruz, belki daha ölüm gelmeden bitecek.

Onun için Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Allah müʼminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek Cennet karşısında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.

Evet.

Yani Allah -celle celâlühû- ne malzeme vermişse, onu sen nerede kullandın?

Evet.

Göz veriyor. Gözünü nerede kullandın? “Gözler konuşacak” buyruluyor Fussilet Sûresiʼnde. (Bkz. Fussilet, 20) “Kulaklar konuşacak” buyruluyor. “Deriler konuşacak.”

Gücü-kuvveti nerede harcadın? Ağzımız, dilimiz nerede harcandı?

Efendimiz:

“Ya hayır söyle yahut da sus.” buyuruyor. (Müslim, Îmân, 77)

Velhâsıl, yani mükellefiyetimiz, ağır çok.

Evet, Allah râzı olsun.

Cenâb-ı Hak gücümüzü-kuvvetimizi… Ve bu, meselâ, maldan, candan (Allah için fedakârlıkta) geride kalanlara ilâhî bir tehdit geldi. Rasûlullah Efendimizʼden de tehdit geldi Cenâb-ı Hakʼtan da tehdit geldi.

Meselâ Ebû Hayseme, Tebükʼte biraz geç kaldı, geç hazırlandı, geç geldi:

“‒Ebû Hayseme! Neredeyse helâk oluyordun!” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Evet.

Üç kişi, bugün-yarın, bugün-yarın derken kaçırdılar.

Tebükʼü.

Tebükʼü. Yine onların biri yalnız Bedirʼe iştirâk etmeyip hepsine iştirâk etmişti. Diğer ikisi bütün gazvelere iştirâk etmişti. Sırf Tebükʼe iştirâk etmedikleri, canını ve malını kullanmakta geciktikleri için, elli gün tard verildi, ihtilâttan men kararı verildi. Selâmlarını bile almadı müslümanlar. Efendimizʼle göz göze gelirdi Kâ‘b; “Acaba Allah Rasûlüʼnün bir tebessümü var mı, bir tesellî olayım ben…” Efendimiz öbür tarafa yüzünü çevirdi.

Elli gün sonra âyet indi, affedildi. Bir münâdî dâvet etti. Kâ‘b hemen geldi. Allah Rasûlüʼnün yüzüne baktı. “Allah Rasûlüʼnün yüzü de sanki diyor, Bedir/ayın on dördü gibi parlıyordu, ben kurtuldum diye.” (Bkz. Buhârî, Megâzî, 79)

Bunlar, gazvelere iştirâk etmiş, canını, malını sarf etmiş kimseler. Fakat bir gazveden geride kaldıkları için…

Bir ayak sürçmesi.

Bir ayak sürçmesi -Allah korusun- nasıl?..

Yine bu Tebükʼte çok dikkat, benim şey yapacağım, nasıl bir…

Çok ibretlik değil mi?

Geri kalmayayım diye.

Ebû Akîl var Ahmet abi. Gece çalışıyor, bir ölçek hurma alıyor, yarımını eve bırakıyor, yarımını Allah Rasûlüʼnün önüne koyuyor. (Bkz. Taberî, Tefsir, X, 251)

Demek ki bu taraflara doğru gittiğimiz zaman, iş çok zorlaşıyor.

Meselâ evliyâullahtan misal verelim:

Meselâ Dâvud-i Tâî Hazretleri.

Bir talebesi et yemeği getiriyor. Ete bakıyor, talebeye bakıyor, ben nasıl bunu bertaraf ederim… Talebe anlıyor, zeki:

“‒Üstad! (Diyor.) Siz (diyor), epeydir et yemediniz. Bunu ben zor hazırladım (diyor), ne olursun yer misiniz?” diyor.

Evet.

Nasıl bunu telâfî edecek?

“‒Yavrum! (Diyor.) Şu iki yetimden ne haber? (Diyor.) İki yetimden ne haber?” diyor.

“‒Efendim, bildiğiniz gibi.” diyor.

“‒Bak evlâdım! Bunu ben yersem (diyor), bir müddet sonra benden çıkacak (diyor). Şu iki yetime götürürsen, Arş-ı Âlâʼya çıkacak.”

Evet.

Şimdi, nasıl bir, Allah Rasûlüʼnün ashâbına o hâli, evliyâullâha bir aksediyor. Onlar da zamana yayılmış zirveleri oluyor.

Meselâ Seriyy-i Sakatî Hazretleri de öyle. Bir sohbetinde;

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 112)

Hadîs-i şerîf.

Hadîs-i şerîf. Yahut:

“Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Talebesi:

“‒Üstad! (Diyor.) Sizin mahalle yandı (diyor), yalnız sizin ev kurtuldu.” diyor.

“‒Elhamdülillâh, şükür yâ Rabbi.” diyor.

Otuz sene (sonra) bir dostuna;

“‒O günün tevbesi içindeyim (diyor), o gün (diyor) kendimi düşündüm, evi yananları düşünemedim o an. Nefsim bir zaafa uğradı…” diyor.

Evet.

“‒O (diyor), nefsimin zaafını bertaraf etmek için otuz senedir tevbesi içindeyim.” buyuruyor.

Nasıl bir, zirve bir kalp?..

Bu hep, Allah Rasûlüʼnden, ashâb-ı kirâma, evliyâullâha akseden bir yürek…